Ketıl…

-
Aa
+
a
a
a

Bir insanın her mutfağa girişinde aklına bir cumhurbaşkanı adayının gelmesi, ne matrak değil mi!

Kaynak: Diken (7 Haziran 2018)

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, bir konuşmasında, refah seviyesinin göstergesi olarak ‘buzdolabı’ örneği vermiş. Bir diğer konuşmasında ise, dinleyenlere ‘Gençlere eski Türkiye’yi anlatın,’ demiş. Yeni Türkiye’nin iyilik ve güzelliğine duyduğu inançla…

Tabii, böyle bir öneriyi yapan kişinin almak istediği sonuç, eski Türkiye’nin ‘neresinin’ anlatılacağına bağlı. Eski Türkiye’nin hem çok hoş ve hem çok vahim nitelikleri vardı. Sorun şu ki, Yeni Türkiye dedikleri, eski Türkiye’nin ne kadar berbat yönü varsa sahiplendi ve o Türkiye’nin iyi, nefes aldıran nesi var nesi yok, yok etmeye çalışıyor.

İnsani ilişkileri, iyi kötü bir arada yaşayabilen yurttaşlar arasındaki asgari muhabbeti, kurumları, doğayı, modern devletin olmazsa olmazı bürokrasisini vs…

Konuya dair değerli Reyya Advan, Gazete Duvar’da harika bir yazı yazdı geçenlerde. Advan’ın, AKP’nin propaganda filmine dair kaleme aldığı “AK Parti üzerinde oynanan büyük oyunu izlediniz mi?” başlıklı yazısını hâlâ okumadıysanız, mutlaka öneririm.

Haliyle, eğer gençlere anlatılması istenen eski Türkiye; Dersim ise, parti-devlet ise, tek adam ise, darbeler tarihi ise, ceberut iktidarlar ise, bağımsız olamayan yargının yurttaşın canına okuması ise, anti-demokratik yasalar ise, anayasa tartışmaları ise, düşünce özgürlüğü yoksunluğu ise, faili meçhuller ise, yandaşların zenginleşmesi ise, solcuların ve Kürtler’in ve muhaliflerin yaşadıkları ise… Eh doğrusu öyle pek de anlatmaya gerek yok herhalde, az çok yaşayarak öğreniyorlar zaten!

Amma velakin kastedilen eski Türkiye’nin güzellikleriyse… Bu da iktidarın pek işine gelmez! Aylar önceki bir yazımın başlığıydı, “Hepi topu, çerez, tombala, mandalina, ve Zeki Müren idi, yılbaşı…” Hababam Sınıfı’ndan Recep İvedik’e varış, öyle pek gurur duyulacak bir ‘ilerleme’ olmasa gerek!

Erdoğan’ın örnekleri son derece manidar kuşkusuz. Neden bir lider, 2018 yılında, refah seviyesi göstergesi olarak ‘buzdolabı’örneğini verir ve neden, yeni Türkiye inşasında eski Türkiye’nin olumlu niteliklerine (reklamda yapıldığı gibi) referans verme gereksinimi duyar?

Buzdolabı örneğinin, yalnızca ‘herkesin evinde olduğu’ ya da özellikle ‘yaşlı seçmene’ bir şey ifade etmesi için seçildiğini sanmıyorum. Bu örnekle herhangi bir yurttaşın oy vermeye ikna edilemeyeceği de açık. Neden o zaman?

Tam da eski Türkiye ve eski dünya yöntemleriyle siyaset yapma eğilimi nedeniyle. Bildikleri bu olduğu için. ‘Yeni olanı’sezemedikleri, ‘bir’ kişinin siyaset yapma biçimine iman ettikleri için. Şimdi bir AKP’liye bunu söyleseniz, elbette ‘Yeni olanı sizden mi öğreneceğiz’ der. Zira AKP’yi yöneten herkes, Allah vergisi bir bilgi birikimiyle doğduğunu düşünüyor muhtemelen!

AKP’yi yönetenler ve liderleri, ‘kendi seçmen kitlelerini’ ve muhalif seçmendeki ‘milliyetçi’ damarı gayet iyi tanıyor, biliyor kuşkusuz. Yani ‘dinciliğin’ yetmediği yerde ‘milliyetçiliğe’başvurduklarında, Akit okuru ile Sözcü okurunun nasıl yan yana hizalandığının farkındalar elbet. Ancak burada, bir yurttaş kesimini iyi tanımaktan değil, ‘yeni’ olanı kavramaktan söz ediyorum.

Söz konusu ‘yeni’ ve ‘yeniyi anlamama’ tüm partilerin seçmenlerini ortadan bölen bir olgu ayrıca. Örneğin, Talebe Birliği’nden İsmail Kahraman’ın, ‘Koreciliğe’ merak sarmış bir dindar genci ‘anlama’ ihtimali de yok. Özellikle muhafazakar kesim gençlerdeki ‘Korecilik’ eğilimi konusunu daha sonra yazmaya çalışacağım.

Milyonuncu kez, bıkıp usanmadan yinelemek gerek: Bilişim devrimi ardından, hiçbir şey ama hiçbir şey aynı kalamaz artık. Çoğu Sanayi Devrimi’nin (buhar-çelik-elektrik-telgraf vs.) ürünü olan, bildiğimiz/alıştığımız tüm siyasal ve toplumsal ilişki biçimleri dönüşecek. Her ülkede farklı hızda kuşkusuz, ancak olacak ve oluyor.

İnsan, içinde yaşarken çok fark edemeyebilir; ancak bırakın bilişim devriminin tüm çıktı ve araçlarını, yalnızca ‘internet’ ve ‘sosyal medya’ dahi nasıl bir hareketlenmeye/değişime yol açıyor yaşamımızda. Üstelik azımsanmayacak sayıda hanenin henüz internet kullanmadığı bir ülkede!

Daha geçen hafta, Milli Görüş’ün temsilcisi Temel Karamollaoğlu ‘e-miting’ yaptı. Muharrem İnce, mitingleri sırasında cep telefonlarından yurttaşa canlı yayın yaptırıyor. Tüm adaylar sosyal medyayı büyük beceriyle kullanıyor. İyi Parti, bir ‘Google’aracılığıyla ortalığı birbirine kattı, reklamını yaparak iktidarla dalgasını geçiyor. TV’ler ekranlarını kapadıkça internet yayıncılığı güçleniyor.

Selahattin Demirtaş’ın cezaevinden telefon hakkını kullanarak yaptığı konuşmanın yer aldığı propaganda filmini, kaç milyon yurttaş seyredecek sizce! Cezaevinden. Cezaevinden… Tahmin ediyorum, Devlet Bahçeli’nin geçmişteki  mitinglerinde (artık buna bile gerek duymuyor belli ki!) topladığı seçmen sayısından fazla olur.

Gördüğümüz, henüz başlangıç; en basit, benim gibi birinin dahi kavrayabildiği işlerden söz ediyorum. Böylesi bir hızın, var olan her bir ilişki formunu alt üst etmemesi mümkün mü? Değil kuşkusuz. Ne toplumsal ilişkiler aynı kalabilir, ne kurumlar ve kurumlar arası ilişkiler ve ne de kamuoyunun oluşma biçimleri…

Halihazırda, bir yanda eski Türkiye’nin nahoşluklarının güncel yüzü haline gelmiş bir iktidar cephesi; diğer yanda, kendisi de 1970’ler siyasetinin mamul ve temsillerinden olmasına karşı‘yeni’ olana meyyal ve ‘yeni’ bir dil yaratmaya çalışan muhalefet.

Asıl büyük dönüşüm ise, o iktidarın ve o muhalefetin bir sonraki kuşağı tarafından temsil edilecek. Şu anda pek ciddiye alınmayan ve örneğin yirmi yıl sonra, bugünün ‘anadilde eğitim’tartışmalarını hüzünle, gülümsemeyle hatırlayacak olan kuşak.

Nasıl ki ‘Gezi’ sonrası pıtrak gibi ortaya çıkan ve yaygınlaşan, kişisel olarak ‘geleceğin yönetim biçimleri’ olacağından kuşku duymadığım ‘park forumları’ bizlere ‘gelecekten’ haber veriyorsa; nasıl ki yalnızca beş harften oluşan bir slogan (tamam) üç beş saat içinde iki buçuk milyon insan tarafından sahiplenilebiliyor ve dünyada gündem olabiliyorsa;

İşte bir ‘su ısıtıcısı’ ile son derece ‘etkili’ siyaset yapmak da mümkün hale gelebiliyor artık.

Basit bir su ısıtıcısı, ısıtıcı olmaktan çıkıp ‘yeni’ olanı haber veriyor bize.

Ne yaptı Demirtaş? Avukatları aracılığıyla tweet yazmaya başlayınca, odasında arama yapmışlar. Tweetleri nasıl gönderdiğini anlamaya çalışmışlar! (Uçurtmayı Vurmasınlar’ı hatırlatmıyor mu sizlere de!) O da, belli ki odasındaki en gelişmiş alet olan ‘su ısıtıcısına’ göndermeyle tiye almış bu durumu. Sonrasında da sürdürdü. Hatta Figen Yüksekdağ da tweet için ketıl kullanmaya başlamış!

O basit ısıtıcı, bir siyasi ‘olgu’ ve ‘slogan’ olarak girdi hayatımıza ve Selahattin Demirtaş, odasındaki ‘ketıl’dan attığı twitler ile cumhurbaşkanlığı kampanyası yürütüyor. Sonuç? Birkaç gün önce İstanbul’da bir mahallede duvara ketıl resmi çizenler tutuklandı!

Nasıl da ‘eski Türkiye’ çağrışımları değil mi! Eski Türkiye’deki hukuk/insan hakları anormalliklerini anlatan kitapları benzer örneklerle doludur. Rahmetli hocamız Kurthan Fişek, (umuyorum yanlış hatırlamıyorumdur!); sorguda, kaleminin üzerindeki BİC (marka!) yazısının ‘birleşik cephe’ anlamına gelip gelmediğini sorduklarını anlatmıştı. Böyle çok hikâye var…

Eğer ‘yeni’ olanı anlamışsanız ve söyleyecek ‘içten’ bir sözünüz varsa, dört duvar arasındaki bir ketıl yetiyor kitleleri etkilemenize. Söyleyecek bir şeyiniz kalmadıysa ve ‘yeni’ olanın farkına varamayacak hâldeyseniz, ayağınızın altına serilen olağanüstü imkânlar kâr etmiyor ne yazık ki.

Ketıl…

Liderlerle özdeşleşen eşyalar, ‘şey’ler vardır. Demirel’in şapkası, Ecevit’in kasketi ve mavi gömleği, Özal’ın dolma kalemi, Erbakan’ın kravatı ve namaz takkesi vesaire…

Her birinin neden olduğu çağrışım farklı. Demirel’in şapkası darbeler tarihiydi. Özal, vahşi iktisadi siyasetini ve darbecilerle siyasi işbirliğiyle elde ettiği iktidarını o dolmakalem ile sokardı göze. Erbakan’ın ‘altı kızarmış kadayıf tepsisi’ ile verdiği mesajları. Ecevit kasketi ve gömleği ise halk ile yakınlaşmanın, sadeliğin simgeleriydi.

Seçimlerle özdeşleşmiş eşyalar da vardır. Herkesin ilk aklına gelenler; konuşma platformları, pankartlar ve broşürler, gürültü çıkaran araçlar, seçim otobüsleri… Bu arada seçim otobüslerinin (Rahşan Ecevit’in fikriyle) ilk olarak Ecevit tarafından kullanıldığını yeni öğrendim; Tolga Arvas’ın, yüz otomobilin hikâyesini anlatan “100 Otobiyografi- Hazır Bilgi Serisi”(Ağaçkakan) adlı güzel ve renkli kitabından. Bursa’da bir usta, iki haftada hazırlamış otobüsü.

Bu seçimden de yıllar sonrasına geriye kalanlardan biri ‘o ketıl’olacak.

‘Yeni’ olanı temsil eden bir insanın içtenliği ve aklıyla, basit su ısıtıcısını güçlü bir slogana çevirdiği ve bir ‘ketıl’ ile seçmenlerine birliktelik duygusu aktarabildiği için.

Bir de tabii, ‘hukuksuzluk oğlu hukuksuzluk’ olup artık sağcı siyasetçilerin ‘dahi’ açıkça karşı çıktıkları tutukluluğunu, toplumun dürüst kesimleri açısından daha ‘katlanılabilir’ hale getirdiği için.

Burada ‘dürüst’ olandan kastım, Demirtaş ve diğer tutuklu HDP’lilerden hazzetmese de, ‘temel hukuksal ilkeleri’savunabilecek kadar olsun karakter kırıntısını korumayı başarmış insanlar.

Ezcümle, her Allah’ın günü durumun süfliliğine sinirlenirken, şimdi hiç olmazsa mutfağa girdiğimde gülümsüyorum.

Dur bakalım, ‘Üst aklın yeni dümeni: ketıl lobisi’ zırvaları ne zaman başlayacak!

Film önerisi: Siyasetin ve parlamentoların ne işe yaradıklarına dair (ABD’deki ‘filibuster’ kurumunu öğreten!) çok güzel bir film seyretmek isterseniz, Frank Capra’nın yönetip başrolünde James Stewart’ın oynadığı 1939 yapımı ‘Mr. Smith Goes to Washington’adlı filmi öneririm.

Filmden buraya kısa bir konuşma sahnesi bırakıyorum.