Hrant Dink Vakfı: Sibel Asna, Nayat Karaköse ve Zeynep Sungur ile söyleşi

-
Aa
+
a
a
a

Hikayenin Her Hali’nin 22 Ocak 2021 tarihli nüshasının konukları Sibel Asna, Nayat Karaköse ve Zeynep Sungur idi.

Hikayenin Her Hali: 22 Ocak 2021
 

Hikayenin Her Hali: 22 Ocak 2021

podcast servisi: iTunes / RSS

Ayşe Gül: Herkese merhaba. Ben Ayşe Gül. Biz 21 Ocak'ta bu kaydı yapıyoruz, sizler 22 Ocak'ta dinliyor olacaksınız. Arto Tunçboyacıyan’ın Hrant Dink anısına bestelediği doğum günü parçasını dinleyerek başladık. Bugün Hrant Dink Vakfı'ndan çok sevgili Sibel Asna, Nayat Karaköse ve Zeynep Sungur'la beraberiz. Hrant Dink Vakfı 2007'de Hrant Dink'i kaybımızın hemen ardından kuruldu ve 14 yıldır bir ışık olarak parlıyor. Sadece Türkiye'ye değil, bütün dünyaya bir ışık oluyor. Bugün hep birlikte Hrant Dink Vakfı'nı konuşuyor olacağız. Hrant Dink'in bize bıraktığı mirası, o mirasın Vakfın çalışmaları ile birlikte nasıl çoğaldığını, nasıl daha da çok insana ulaşarak yaşamaya devam ettiğini konuşuyor olacağız. Bu hafta hepimiz için çok zor bir hafta. Ve bu yıl fiziksel olarak bir araya gelemedik, 19 Ocak'ta Sebat Apartmanı'nın önünde. Ama ekranlardan buluştuk. Dünyanın her yerinden insan biraraya geldi. Bazı arkadaşlarımız da, Nayat da oradaydı, Sebat Apartmanı'ndaydı. Hep birlikte hem 19 Ocak'ı hem Hrant Dink'i hem de Hrant Dink Vakfı'nı konuşuyor olacağız. Sevgili Sibel, Nayat, Zeynep hoş geldiniz.

Sibel, Nayat, Zeynep: Hoş bulduk.

Ayşe Gül: Bu bizim için çok büyük bir onur gerçekten, Açık Radyo'da ve Hikâyenin Her Hali’nde sizlerle olmak ve bu hafta Hrant Dink'i sizlerin yaptığı, vakfın yaptığı çalışmalarla birlikte konuşabilecek olmak. Hrant Dink Vakfı 2007'de kurulduğunda ilk hazırlanan broşürde Hrant Dink’ten bir alıntı vardı: "Gelin önce birbirimizi anlayalım, gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim, gelin önce birbirimizi yaşatalım," demişti Hrant Dink. Vakıf da bu sözlerle yola çıktı. Hrant Dink'in hayali şöyle tanımlanıyordu broşürde; "herkes için daha özgür, daha adil, daha mutlu, daha umutlu bir Türkiye ve bir dünya. Ayrımcılıktan, ırkçılıktan ve şiddetten arınmış bir Türkiye ve bir dünya. Birbirimizi dinlediğimiz, acılarımızı paylaştığımız, başka acıların yaşanmaması için çabaladığımız, ötekileştirilmeden farklı olabildiğimiz, farklılığımızla bir kalabildiğimiz bir Türkiye ve bir dünya. Herkesin kendisini insan gibi hissettiği bir Türkiye ve bir dünya."

Bu hayal yıllar içerisinde daha da çeşitlendi. Ama önce isterseniz kuruluşundan başlayalım Vakfın. Sibel Asna daha ilk günlerinden Vakfın içinde yer aldı, yönetim kurulunda ve pek çok çalışmasında yer aldı. Nasıl kuruldu Vakıf? Hrant Dink nasıl bir miras bıraktı ve nasıl yaşatıyor bunu Vakıf? Ilk önce senden dinleyelim mi sevgili Sibel?

Sibel Asna: Evet, ben açıkçası Hrant'ı gazeteci olarak tanıyordum. Çok yakın bir dostluğumuz yoktu. Bir gün bir toplantıdayız, telefonda mesaj geçti, Hrant'ın öldürüldüğüne dair, 2007 yılının 19 Ocak'ı, toplantıyı hiçbir şey söylemeden ettim – etmişim, farkında değilim – ve kendimi Agos'un önünde buldum. İçeri girdim. İçeri giriş o giriş. O günden beri açıkçası ben ordayım. Orada oluşumun sebebi de, ilk önce onlara yardım etmek içindi, yani “ne yapabilirim?” diye gittim. Fakat sonra bir gün Etyen (Mahçupyan) telefon etti: “Bir vakıf kurmak isteğindeyiz, ne dersin?” dedi. Tabii ben tereddütsüz kabul ettim. Daha sonra birinci yılın sonunda yayınladığımız faaliyet raporunda Rakel çok güzel anlatıyor o kuruluşu. İsterseniz ben oradan okuyayım size, küçük bir bölüm. Çok net koymuşlar; bu Vakfın ne yapacağını, nasıl kurulacağını ve nereye doğru evrileceğini.

Şöyle diyor Rakel: 

“Bundan sonra yaşanacak her sevinçte, yaşayacağımız acıyı, kaybımızın büyüklüğünün de doğal olarak yanı başımızda olacağını acı acı düşündüm. Acının çokluğu beyinlerde de fırtınalar yarattı. Birçok yerden, birçok insandan ve dostlardan talepler ve öneriler geldi. Bir vakıf açılsın, Hrant Dink adına. Tanıdık tanımadık insanlar seferber oldular. ‘Ne yapalım, nasıl yapalım da bu yarayı saralım?’ diye. Yara cilt yarası değil ki…Yara 1915'e kadar derin, nasıl pansuman edilecek… Neyse diyelim. Kardeşleri, yeğenleri, çocukları, yengeleri, torunları ve ben, aile olarak karar verdik. Vakıf açacağız. Acemiyiz. Ölüm derecesinde yaralıyız. Fakat hiç unutmayacağım bir resim… Ailenin bütün fertleri masanın etrafına oturmuş. Herkesin elinde kalem kağıt; fikir yürütecek, görev üstlenecekler. 1,5 yaşındaki Nora’m da oturuyor. Yeni doğmuş Nare’m de mamasının memesine yapışmış, oturuma katılmıştı. Onları burnumun direği sızlarken yüreğim yanarak izledim. Artık ailede hiç küçük yoktu. Herkes büyümüştü. Beşikteki bile... Bir kez daha tanık oldum anlamlı ölümün ölümsüzlük olduğuna, kötünün iyiyi alt edemeyeceğine, acının ve çaresizliğin yeni çareler doğurduğuna, yeni kapılar açtığına... İyiliği her tercih edişimizde kötünün maskesi düşer, çıplaklaşır, rezilliği ortaya çıkar ve mahkûm edilir, vicdanlarda ve adaletin olduğu her yerde. 

İşte Uluslararası Hrant Dink Vakfı, bu acı, ama sağlam, neyin ne olduğunun, farkındalığın bilinciyle temel attı. Başlıca görevlerinden biri eşim Hrant Dink'in yazılarının toparlanıp yayımlanması, fotoğraf ve kitap arşivinin oluşturulması ve onun amaçları doğrultusunda; diyalog yoluyla düşmanlığın, öfkenin, kin ve nefretin ortadan kalkması, tarih ve insan hakları bilincinin oluşması için projeler üretmek ve gerçekleştirmek.” 

İşte bütün bunlar bizim Vakfın yaptığı, bugüne kadar 14 yıldır yaptığımız çalışmalar. Mesela Nefret Söylemi Projesi… Yani, nasıl Hrant'ın dilini yaşatmayı ve o çirkinlikleri, kötülükleri arındırmaya çalışan bir çalışmadır! Tarih konferansları. Hrant'ın anlattığı, anlatmaya çalıştığı; “bizim gözümüz bu toprağın üstünde değil, bu toprağın altındadır” cümlesinin hikayesini veren, somut bilimsel verilerle bu hikayeleri ortaya çıkaran çalışmalar oldu. 14 yıl böyle geçti. Kuruluş da işte böyle tanıdık tanımadık, benim gibi ucundan tanıyan, hiç tanımayan pek çok insanı yan yana getirdi ve bugüne kadar çok keyifli diyeceğim; bütün bu acılara rağmen çok keyifli, çok mutluluk veren konuşmalarla, toplantılarla yürütülen bir çalışma dizinidir Hrant Dink Vakfı çalışmaları.

Ayşe Gül: Evet, Rakel’in yazısı çok yüreğine dokunuyor insanın. Sen de o kadar güzel anlattın ki o süreci. Acının ve çaresizliğin yeni çareler doğurması, yeni kapılar açması bu kadar güzel anlatılabilir… Hrant Dink Vakfı'nın yola çıkışı. Bir yandan da orada yapılacağını söylediği işler şu anda belki ona katlanmış vaziyette. O kadar daha fazlasını yapıyor ki Vakıf. İçinde çok sayıda genç insanın çalıştığı, içine her girenin taze bir nefes alabildiği, kendini her haliyle ifade edebildiği ve her yerden insanla tanışabildiği ve yeni şeyler üretebildiği inanılmaz bir paylaşım, birlikte üretim ve şifa alanı. Hrant Dink Vakfı'nın bütün toplantıları ve Vakfın binası gerçekten çok özel bir alan. Vakfın, Türkiye'nin bu kadar zor bir döneminde, bu kadar kıymetli bir alan açmaya devam ediyor olması, 14 yıldır, hepimize çok büyük bir hediye diye düşünüyorum – hem Türkiye'ye hem dünyaya. Ne kadar güzel anlatmış Rakel Dink, bütün aile bir araya gelerek ve her biri yüreklerini koyarak bu alanı hepimize açtılar. Sevgili Nayat Karaköse ve Zeynep Sungur da daha sonradan vakfa katılıp vakfın çok önemli projelerini üstlendiler. Nayat belki seninle başlayabiliriz. Senin Hrant Dink'le ilişkin nasıldı, Vakfa nasıl girdin ve şu anda neler yapıyorsun?

Nayat Karaköse: Hrant Dink’in aslında ben de okuruydum ilk başta ve benim için çok ilham verici bir kişilikti. Aslında birçok konuyla da ilgili. Hem Türkiye Ermeni toplumunun iç meseleleriyle ilgili hem Türkiye'nin demokrasisi ile ilgili meselelerde bambaşka ufuklar açtı onun yazıları, onun gazeteciliği… ve onu kaybetmek gerçekten çok çok yıkıcı oldu. Bir anlamda bir dönüm noktasıydı, hayatlarımızı dönüştüren, diyebilirim. Bambaşka planlar yaparken, bambaşka planlar yapmaya başladık. Ben de ölümünün ardından kendimi işte Agos'a attım. Biraz orada başladı gönüllü gazetecilik hikayesi. Daha sonra Vakıf kuruldu ve Vakıf’ta Nefret Söylemi projesiyle gönüllü destekler sunmaya başladım.

Ayşe Gül: Sen o süreçte aynı zamanda İnsan Hakları Hukuku çalışıyordun değil mi?

Nayat: Aslında Hrant Dink öldürüldükten sonra biraz yön değiştirdim. Ben sosyoloji okuyordum Galatasaray Üniversitesi'nde ve ölümünden sonra tamamen yön değiştirip insan hakları okumaya karar verdim. Hayat beni oraya doğru çekti. İyi ki de öyle olmuş ve üzerine bir şeyler koya koya farklı yerlerde deneyim kazandıktan sonra da Vakıf’ta 2015 yılında full-time olarak başladım. Vakfın kurulması aslında hepimiz için çok çok önemli bir umuttu. Bir can simidi gibi diyebiliriz. Çünkü bütün o karanlığın ortasında yaratılan bir aydınlık vardı Vakıf sayesinde. Agos'un devam etmesi de aynı şekildeydi. Ve Hrant Dink'in vizyonuna ve vizyonundan da öte belki, onun hayalleri vardı… bu yazılarına da çok yansıyordu. Türkiye ile ilgili, çok kültürlülük ile ilgili, demokratikleşmeyle ilgili, Vakfın o hayalleri devam ettiriyor olması… şu an mesela birçok yazısına dönüp baktığımda o hayallerin projelenmiş halini görüyorum. Bunlar hepsi aslında bilinçaltımızda da vardı ve bu beni çok mutlu ediyor. Bu ülkeye olan katkısı bence çok kıymetli bu anlamda. Şu an için böyle özetleyebilirim. Belki Zeynep devam etmek ister buradan.

Ayşe Gül: Evet ve Hrant'ın yazılarında gençlere çok atıf vardır. Ve şimdi bu bahsettiğin her bir projede, her bir çalışmada o kadar çok genç çalışıyor ve bir araya geliyor ki… Zeynep de o gençlerden biri. Ben Zeynep'i ilk olarak Sabancı Üniversitesi'nde öğrenci olarak tanıdım. Siyaset Bilimi bölümünde yüksek lisans yapıyordu. Sonra ders verdi, asistanlık yaptı üniversitede, sonra da Vakıf’ta çalışmaya başladı. Altı yıldır Vakıf’tasın, değil mi Zeynep?

Zeynep Sungur: Evet, yedinci yılımın içine girdim hatta.

Ayşe Gül: Nerdeyse her projesine el verdin. Her projesinde çalıştın bu arada.

Zeynep: Ben de Nayat gibi aslında Hrant Dink'in bir okuruydum ve ben de aslında daha sonrasında sosyal bilimler okurken genel olarak hep uyuşmazlık çalışmaları, insan hakları gibi alanlarda çalışıyordum. Daha sonra Sabancı’da Ayşe Gül'le yollarımızın kesişmesi ve toplumsal cinsiyetin eklenmesiyle birlikte bu alanda yeni bir başlık daha oluşturdu. Daha sonra bu çalışmaların somut olarak etkisini görebileceğim, içinde dahil olup parçası olabileceğim projeleri ve fikirleri düşünürken, Hrant Dink Vakfı'nda çalışırken buldum kendimi. Ve 7 yıldır da işte dediğimiz gibi Vakıf’tayım. Ben de aslında tam bu konuşulan konular, yazılar demişken Hrant Dink'in kitabı “İki Yakın Halk, İki Uzak Komşu: Türkiye-Ermenistan projelerinde” uzun zaman yer aldım. Buna ek olarak bir de ödül töreninin koordinasyonunu yapıyordum. Her ikisi de benim için çok heyecanlı ve aslında ne kadar çok kişiye dokunduğumuzu, temas ettiğimizi ve çarpan etkisini görebildiğimiz projeler olduğu için aslında tam da bu dediğimiz dönüştürücülük, özgürlük, çoğulculuk, uzlaşma ve o hayallerin aslında gittikçe her yere yayılmasını gördüğümüz şeyler oldu. O yüzden dahil olduğum için ben de çok mutluyum diyebilirim.

Ayşe Gül: Sibel, tekrar sana dönebilir miyim? O ilk kuruluş yıllarından sonra nasıl görüyorsun vakfın yolculuğunu? Nasıl evrildi? Bir de sana nasıl dokundu Vakıf içinde olmak, Vakfın yaptığı çalışmalar? Onu da merak ediyorum. 

Sibel: Valla şöyle diyeyim, ilk toplantılardan biriydi yanılmıyorsam, Arat’la konuşuyorduk. Dedi ki… benim de böyle hep içimden geçen bir şeydi, çünkü bu tip vakıflarda kişiler böyle dondurulur, çoğunlukla donar kalır o kişi, gelişmez veya anmalarla işte hatırlanır filan ama geliştirimez, ileri götürülmez. Şu cümleyi kurdu; dedi ki, “dondurmayalım alıp babamı, donup kalmasın.” Bir anlamda putlaştırmayalım demeye getiriyordu. Aynı düşüncedeydim ben de. Yani daha ileri nasıl götürülür? O düşünceler nasıl gelişir, nasıl hayat bulur? Kolay bir şey değil tabii bunu yapmak, yani söylediği sözü. Söz söylemek kolay da, nasıl? Pek de yaşanmış bir şey olmadığı için ülkemizde kolay kolay… Ama bugün dönüp bakıyorum, gerçekten bütün o hayaller gerçek oldu ve ötesine geçti. Yani bazı konularda Hrant'ın da ilerisine giden duruşu ve söylemleri var Vakfın artık. Pek çok konuya el attı. Çünkü Hrant'ın döneminde belki gündemde olmayan konulardı onlar; cinsiyetçi ayrımcılıktan tut, çevre konularına... Yani Vakıf artık dünyanın meseleleriyle ilgili. Sadece Türkiye'nin, sadece Türkiyeli Ermenilerin veya dünya Ermenilerinin meseleleriyle değil, dünyanın da meseleleriyle ilgili bir Vakıf haline geldi… Dünyanın meselelerine kendi köşesinden, kendi küçük dünyasından diyebiliriz belki, Ermeni toplumunun yaşadıklarından yola çıkarak, tecrübelerinden yola çıkarak ışık tutan, dünyaya da mesaj veren, dünyaya da yol gösterici olabilecek çalışmalar yapıyor artık. Benim için Vakfın anlamını şöyle tanımlayım sana Ayşe Gül: Hrant öldürüldüğünde dedim ki bu kadar faydalı bir insanı, Türkiye için bu kadar değerli bir insanı istemiyorlarsa beni de istemiyorlar. Demek ki ben de istenmiyorum. Ne kadar yüzsüzüm ben böyle zorla burada yaşayacağım diye tutturmuşum, ille burada yaşayacağım. İstenmiyorsun, kalk git artık, durma burda. Bu düşüncedeydim ben. İstenmiyoruz. O zaman yüzsüzlük yapmayalım, çekelim gidelim. 

İlk günlerde böyleydim, yani bayağı bir travma yaşadım. Fakat sonra işte Vakfa geldiğimde bir tedavi gibi, yok dedim, hayır, gitmeyeceğim. Kalacağım ve sonuna kadar da yapabildiğimin en son noktasına kadar da neden burada kalmamız gerektiğini anlatacağım. Ve onun bir parçası olacağım. Çünkü neticede Ermeni toplumu bu toprakların en eski toplumlarından bir tanesi. Biz şey gibiyiz aslında, Kelaynak kuşları gibiyiz. Neslimiz de tükeniyor, dilimiz de kayboluyor. Milletimiz de bitiyor. Bizim koruma altına alınmamız gerekiyor aslında düşünürsen. Yani dünya kültürü açısından da… bütün bunları düşündüm. Bir mimarları düşün, bütün o mimari eserleri düşün, Ermeni ustaların yarattığı. Altını işlemesini, taşı işlemesini, madeni işlemesini… Yadsınacak tarafı yok bu kültürün. O zaman korunma altına alınması gerektiğini de düşünüyorum. O zaman da bu kültürün de yaşaması için bu kültürün zenginliklerinin toplumla, dünyayla, Türkiye ile paylaşılması için çalışacağımı düşünerek bütün o düşünceleri geride bıraktım. Ve Vakıf beni iyileştirdi… Ahh, dokundu biraz.

Ayşe Gül: Evet, söylediklerin bana da çok dokundu. Başta Dink ailesi için bunu düşünmüştüm, pek çok kişi düşünmüştü herhalde, artık rahat yaşayacakları, kendilerini güvende hissedecekleri başka bir yere gitmek isterler, böyle büyük bir kaybın ardından, diye. Hani dediğin gibi, burada kalmakla kalmadılar, öyle bir alanı açtılar, öyle bir ışık oldular ki hepimize, hem aile olarak hem de Vakıf olarak, bu çok büyük bir hediye diye düşünüyorum. Her birimiz için bir şifa alanı aslında Vakıf. Bu topraklar için bir şifa alanı. Ve Hrant Dink'in belki de en çok üzerinde durduğu şeylerden biri buydu: “ancak biz birbirimizi iyileştirebiliriz.” Ve bu topraklarda hepimizin iyileşmeye ihtiyacı var. Faillerin, kurbanların. Hepimiz farklı olayların failleri ve kurbanları durumundayız, tanıkları durumundayız ve bu acılı tarih içinden ancak hep birlikte; birbirimizin acılarını, kendi acılarımızı paylaşarak ve onların içerisinden yeni bir gelecek yaratarak geçebiliriz. Vakfın bence yaptığı en çarpıcı işlerden biri, hem geçmişe çok net bir şekilde bakabilmesi ve herkesi bakmaya davet etmesi, hepimizin olan o ağır geçmişe, hem de aynı zamanda bugünü yeniden yaratması ve nasıl bir gelecek yaratabiliriz, birlikte nasıl şifa bulabiliriz diye sorması, onun için alanlar açmak. Seni dinlerken şeyi düşündüm. Şimdi Amerika'daki iktidar değişimini izliyoruz. Yeni başkanın töreninde, başkan ve başkan yardımcısının – ilk defa bir kadın başkan yardımcısı oldu, hem siyahi hem Hindistan'dan gelen annesi olan Kamala Harris – 22 yaşında bir Afro-Amerikalı kadın şair açılışı yaptı. Açılış için bir şiir yazmıştı ve orada söylediği şey çok çarpıcı geldi bana ve direk Hrant Dink Vakfı'nı düşündürdü. “Her zaman ışık var,” diyordu Gorman, “yeter ki onu görmek için cesaretiniz olsun, yeter ki o ışık olmak için cesaretiniz olsun.” Vakıf gerçekten o ışık olma cesaretini gösterdi ve gösteriyor. Aynı zamanda senin gibi, sevgili Sibel… bu ülkeye sen sadece Vakıf üzerinden değil, pek çok alanda müthiş katkılar yapıyorsun, kültür ve sanat alanına özellikle… her biri birer ışık olma cesareti ve hepsi hepimize büyük bir hediye.

Hrant Dink'in bile hayal edemeyeceği şeyler yaptık demişti Sibel. Nayat biraz senden dinleyebilir miyiz? Uluslararası alana Vakfın herhalde en önemli katkılarından bir tanesi de Sebat Apartmanı'ndaki eski Agos ofisinin bir vicdan mekanına dönüşmesi…Burası 23.5 Hrant Dink Hafıza Mekanı olarak yeniden tanımlandı ve Uluslararası Vicdan Mekanları Koalisyonu’nun da Türkiye'den ilk üyesi oldu.

Nayat: Evet Ayşe Gül, bu yolculukta hep seninle de birlikteydik. Hatta bu mekanla ilgili fikri de ilk senin yönetim kurulu toplantısında, çok eskiden ortaya attığını biliyorum. Bu hayal yine Sebat Apartmanı'nda gerçekleşti. Taşınmamız gündeme gelince bu sorumluluğu da hissettik, çünkü biliyoruz ki oranın kollektif vicdanda toplumsal bellekte çok başka bir sembolik yeri var. Çünkü birçok kişi orayla hem 19 Ocak öncesinde ilişki kurdu, Agos Gazetesi oradaydı. Bir umut mekanı idi aynı zamanda. Ve Hrant Dink o binanın önünde öldürüldükten sonra ne yazık ki orası bambaşka bir anlam da yüklendi kolektif bellekte ve biz de Hrant Dink'in bir yandan ilham verici, güçlendirici, mücadelelerle dolu, sadece gazetecilik döneminde değil ama çok öncesinden, çocukluğundan Kamp Armen’den Tuzla’dan başlayarak mücadelesini de aktaran, onun hayatının farklı kesitlerine bakarken aynı zamanda Türkiye'nin de tarihine bakma fırsatı bulduğumuz bir mekan yarattık. Ama en önemli şeylerden birisi bu mekanın çok evrensel bir mekan olması. Çünkü onun savunduğu demokrasi, barış, diyalog, adalet gibi evrensel değerleri biz buluşturmaya çalışıyoruz. Çünkü onun da vizyonu aslında çok diyalog temelliydi, çok empati temelliydi. Ve bir sözü vardı biliyorsun, “tek reçetemiz diyalog.” Ne olursa olsun… Benim çok sevdiğim bir yazısı vardı Yıldırım Türker'in, “Hrant’tan sonra heves” diye. Ve o yazıda aslında Hrant Dink'in bir hevesi temsil ettiğini söylüyordu. Bıkmadan usanmadan anlamaya çalışmak, anlatmaya çalışmak, küsmeden, kimseyi kırmadan… Bence bu mekanı biraz o hevesin dışavurumu olarak da görebiliriz diye düşünüyorum. Çünkü gerçekten sadece bir sergi alanı değil 23,5. Aynı zamanda bir buluşma mekanı, bir temas etme mekanı, bir iletişim kurma mekanı. Birçok kişinin aslında kendi hikayesini getirdiği de bir alana dönüşüyor. Farklı farklı alanlar yarattık; ziyaretçiyi angaje etmek, onların yaşanmış deneyimlerine, duygularına, geleceğe dair tahayyüllerine de yer vermek için. Dolayısıyla çalışmalarımız bu yönde de sürüyor. İyi ki orası var. Bir yandan evet geçmişi hatırlatıyoruz ama bugünü de düşünüyoruz, geleceğe de söz söylemeye çalışıyoruz. Girişte Hrant Dink’in bir sözü karşılıyor bizi ve uğurluyor: “Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardık.” Aslında o mekana gelen insanlar da işte ona talip olduğunu ifade edenler... ve hiç de az olmadıklarını görüyoruz. Bütün bu karanlığın ortasında, her ne yaşanırsa yaşansın aslında bu insanlar bizi ayakta tutuyor, bu birliktelik ve bir arada çoğalmak duygusu… Umuyoruz ki mekan bunu devam ettirir.

Ayşe Gül: Gerçekten de içine giren herkesi çok etkileyen bir mekan – emeği geçen herkese, en başta da sana, sonsuz teşekkürler. Çok çok özel bir alan çıktı ortaya. Biraz önce Sibel’in de çok güzel vurguladığı gibi nasıl “yaşayan” alanlar yaratıyor Vakıf her anlamda. Hem Hrant Dink'i yaşatıyor… yani onu da dondurmuyor, o da yaşasaydı aynen Sibel'in dediği gibi şu anda bambaşka mücadelelerinin içerisinde yepyeni görüşler dile getirirdi, dolayısıyla onu da putlaştırmadan… mekan da bunu çok güzel yapıyor. Güncel meselelere de dokunan, yaşayan bir alan, insanları buluşturan bir alan olarak o da yine bu topraklara çok önemli bir hediye diye düşünüyorum, 23,5 Hrant Dink Hafıza Mekanı… 

İsterseniz bir müzik arası verelim şimdi. Ondan sonra da biraz Hrant Dink ödüllerini konuşalım istiyorum Zeynep'le. Onun çok emek verdiği ve her sene gerçekten yüzümüzü güldüren, çok ilham veren, dünyanın her yerinden bizi çok özel insanlarla buluşturan bir ödül... Şimdi dinleyeceğiniz parça Rosy Armen’den gelecek. Sen tanıtmak ister misin Nayat? Sen seçmiştin parçayı.

Nayat: Evet Rosy Armen’den… aslında geleneksel bir Ermeni parçası diyebiliriz, birçok farklı kişi seslendiriyor, bir çobanın öyküsünden yola çıkıyor Hingala.

Ayşe Gül: Hingala’ya ben ilk Fethiye Çetin'in “Anneannem” kitabında rastlamıştım, ilk orada okumuştum. Çünkü onun da anneannesinin çocukluğundan hatırladığı ve seksen yıl boyunca dilinden düşürmediği bir türkü. Hingala, ilk dinlediğimden beri beni de çok etkiliyor. Fethiye Çetin de tabii hem Hrant Dink'in dostuydu, avukatıydı ve başından beri Vakfın kuruluşunda, içinde yer aldı. Burada ona da çok sevgilerimizi iletelim. Vicdandan bahsediyoruz; Fethiye Çetin Anneannem’le gerçekten çok önemli kapılar açtı hepimizin yüreğinde. O zaman şimdi Hingala’ya kulak veriyoruz, güncel bir yorum ile Rosy Armen söylüyor.

Rosy Armen – “Hingala” 

Ayşe Gül: Evet, herkese tekrar merhaba. Bugün Hikayenin Her Hali’nde Hrant Dink Vakfı'nı konuşuyoruz, sevgili Sibel Asna, Nayat Karaköse ve Zeynep Sungur ile birlikte. Gerçekten 14 yıldır bize ışık olan, bütün dünyaya ışık olan çalışmalar yürüten Hrant Dink Vakfı'nı. Işık derken, Hrant Dink Ödülleri veriliyor 15 Eylül'de, Hrant Dink'in doğum gününde, ve onun Işıklar bölümü hepimizin, en azından benim, çok heyecanla beklediğim bir bölüm oluyor. Dünyanın her yerinden o kadar ilham verici aktivizm örnekleriyle tanışıyoruz, karşılaşıyoruz ki…Türkiye de dahil olmak üzere. Zeynep Sungur da son yıllarda bu ödüllerin geliştirilmesinde, ilham verici ödül töreninin organizasyonunda önemli bir rol oynadı. Biraz ödülleri senden dinleyebilir miyiz sevgili Zeynep?

Zeynep: Tabii ki. Ödülümüz her sene 15 Eylül'de Hrant Dink'in doğum gününde veriliyor. Aslında ödül töreni bir çeşit kutlama – dünyanın dört bir yanında hak mücadelesi yürüten kişi ve kurumlara bir selam göndermek ve aynı zamanda onların yaptıkları, yürüttükleri mücadeleyi görünür kılmak, yanlarındayız demek, yanınızdayız demek adına yapılan bir tören. O yüzden aslında tüm katılımcıların da yüzünde, Ayşe Gül demin de dediğin gibi, bir gülümsemeyle ayrıldığı bir ödül törenine. Çünkü çok güçlü hikayeler var, umutlu hikayeler var ödül töreninde, dünyanın dört bir yanından. Aynı zamanda herkese de bir cesaret ve ayakta durma gücü verdiğine de inanıyorum ödül töreninin. Nayat’ın da 23,5’la anlattığı bir diğer benzerlik de, aslında ödül törenlerimiz bizim için bir buluşma mekanı da. Ödül törenine katılan her yıl farklı sanatçılar ve aynı zamanda her yıl ödül sahiplerimiz… hem Türkiye'den hem dünyanın farklı yerlerinden ödül sahiplerimiz. Ve onların çalışma alanlarını dinlemek ve onların tecrübelerinden esinle neler yapılabileceğine dair şeyler konuşabilmek, yeni bir kapı açmak açısından da önemli oluyor. O yüzden ben ödül törenlerini aslında bir buluşma ve kutlama olarak da görüyorum. Ve herkese 15 Eylül’ü güzel bir anı olarak yaşattığı için de her sene yaptığımız için çok mutlu oluyorum.

Ayşe Gül: Evet, buluşma, kutlama aynı zamanda dediğin gibi güçlenme ve cesaret bulma alanı oluyor ödül törenleri. Hrant Dink'in ruhuna ve bize bıraktığı mirasa bu kadar uygun olabilir gerçekten, onun doğum günü bu kadar güzel kutlanabilir. Ödül törenlerinde, ödül alan kişiler veya ışıklar üzerinden tanıdığımız, ödülü almayan ama hikayelerini öğrendiğimiz kişiler, dünyadaki bin bir acıyı mücadeleye dönüştüren, birlikteliğe, dayanışmaya, sevgiyle örülen yeni alanlara dönüştüren örnekler sunuyorlar bize. Vakıf da tabii yıllardır bunu yapıyor ve çok yaratıcı şekillerde yapıyor. Biraz size onu sormak istiyorum, yani her birinizde Vakfın çalışmalarından en çok neler iz bıraktı? Hangi anlar? Sizi şaşırtan, özellikle ilham veren ne tür anlar var, bu 14 yıllık yolculuğun içerisinde? Neler iz bıraktı sizde, Vakfın mümkün kıldığı çalışmalardan, buluşmalardan?

Sibel: Ben başlayım isterseniz.

Ayşe Gül: Harika olur.

Sibel:Beni en çok etkileyen gençler. O gençlerin orada buluşması, yan yana gelmesi, çalışması arı gibi… tuhaf bir büyü var orada sanki. Toplantılara girip çıkarken görüyorum veya değişik vesilelerle Yönetim Kurulu’na geliyorlar, anlatıyorlar yaptıkları işleri… O nasıl güzel bir ümit oluyor biliyor musun, Ayşe Gül? Yani o heyecanı görmek, o coşkuyu görmek, o insanların katılımcılığını görmek... Bu kadar istekli ve… bir kısmı gönüllü bu çocukların, hepsi profesyonel değil. Oldukça büyük bir gönüllü kitlesi var orada. Sonra o çocuklara bakıyorum. Onların eğitimleri… son derece iyi eğitim almışlar. Masterlar yapmışlar, doktoralar yapmışlar. Istedikleri her alanda rahatlıkla iş bulabilir, yüksek maaşlarla çalışabilir. Ama gördüğüm kadarıyla artık gençler de yaşantılarına anlam katmaya çalışıyorlar. Yani bunu kurumsal yaşantımda da görüyorum. Daha zor çok nitelikli kişi bulabiliyorlar. Demek ki, diyorum, Vakfın da o gençlerin hayatına dokunduğu yer anlam katıyor. Yani bir anlam buluyorlar yaptıkları işlerde, elde ettikleri sonuçlarda. Dolayısıyla beni en çok etkileyen temel unsur bu oluyor. Her projede, ama her projede, inanılmaz bir genç grubu var çalışan. Bazen yönetim kurulundan belki bir danışman gibi, bir mentor gibi, bir yol gösterici gibi biri beraberlerinde oluyor ama onlar öyle arı gibi çalışıp pişirip koparıp getiriyorlar ki... Yani bizlerin onlara katkısı, artık pastanın en tepesindeki vişne gibi filan oluyor belki. Bir bu beni çok etkiledi. Bir başka mesele de Vakfın binasının yapım aşamasında, yani restorasyonunun yapıldığı dönemde… biliyorsunuz Agos'tan çıktıktan sonra Anarad Hığutyun binasına geçince, binayı restore etmemiz gerekiyordu ve bu maliyetli bir işti, kolay bir iş değildi. Ve dedik ki işte herkes bir küçük katkıda bulunsun, küçük katkılarla biz bunu yapalım. Bu katkıları tuğlalar sembolize ediyordu – Erdağ (Aksel) eksik olmasın, çok güzel tasarımlar yaptı, o küçük heykellerimiz oldu bağışları sembolize eden. Ve orada – yine ben Rakel’in o birinci faaliyet raporundaki son paragrafı ile dile getireceğim konuyu – şöyle diyor Rakel: “kendi adlarının Ermeni olan Hrant Dink adıyla anılmasından çekinmeyen çok saygıdeğer ve sevgili dostlarımızın yardımıyla genişleyen ufkumuzu ne korku, ne para, ne derinlik, ne de karanlık emeller daraltamayacak.” Evet, Ermenilerle yan yana durmaktan gocunmadan oraya katkı sunan, ismini o duvara yazdıran insanların ne kadar çok olduğunu görmek aslında beni etkileyen olaylardan bir tanesiydi. Bu ikisini söyleyeyim… o kadar çok ki, hangi birini söyleyeyim? Ama bu ikisi gerçekten beni en çok bu Vakfın varlığı ile mutlu kılan unsurlar.

Ayşe Gül: Ben de belki ona şöyle bir şey ekleyebilirim: Ermeni olmayıp da Vakfın içinde ilk günden beri yer alan birisi olarak; orada yer alabilmek o kadar büyük bir ayrıcalık ki, o duvarda, o alanda, bu taşıdığımız ağır geçmişe, kendi ailelerimizden, bu topraklardan gelen ağır geçmişe rağmen orada bir yerimizin olması, ve hep birlikte elele şifalanabilmek çok büyük bir hediye ve çok büyük bir ayrıcalık. Dolayısıyla orada iki taraflı bir şey var.

Nayat: Çok umut verici cidden o kitlemizin giderek çeşitlenmesi. Şu an pandemi nedeniyle birçok etkinliği online’a dönüştürdük ve ne kadar farklı şehirlerden, hatta ülkelerden kişiler katılmaya başladı ilk defa. Yani ki̇mlere değdiğimizi, değebildiğimizi de gördük bu vesileyle. Bu da beni çok etkiliyor. Hani birçok kişinin de aslında bir başvuru noktası olarak Vakfı araması, Vakıfla iletişime geçmesi çok etkileyici. Geçtiğimiz günlerde bir telefon aldık. O sırada ben Vakıf’taydım, ben cevapladım ve beni çok etkiledi. 17 yaşında Adana'dan bir genç kız aradı; “Ben Hrant Dink öldürüldüğünde üç yaşındaydım ve annem babam çok üzülmüştü. Büyüdükçe Hrant Dink'i okumaya, keşfetmeye başladım ve onu çok sevdim. Ben Vakfa nasıl dahil olabilirim, nasıl etkinlikleri izleyebilirim? Sizi aramak istedim,” dedi. Bu beni çok etkiledi, yani o temas, o ilişki kurma tarzı. Ufacık çocukken dahi o hafızasındaki, o yaşanan acı.. bir şekilde onu dönüştürebilmiş olması, anlamaya çalışması çok çok etkiledi beni. Böyle çok fazla küçük anekdotlar var. Ama giderek ne kadar çok kişiye değdiğimizi görmek gerçekten bizi hem çok yüreklendiriyor, hem de en böyle, bazen, umutsuzluğa düştüğümüz anda bize el verip, o kişiler bizi kaldırıyor o çukurdan. Öyle diyebilirim.

Zeynep: Belki bir ekleme de ben yapabilirim. Ben de şeyi anlatabilirim, Vakfımızın yaptığı bir “mantı festivali” hikayesini anlatabilirim. Aslında geçtiğimiz sene sonbaharda Kayseri’de yapmayı planladığımız Kayseri ve çevresi konferansı Valilik kararı nedeniyle yasaklandı, yapılmaması konusunda bir karar alındı. Biz konferansı o zaman İstanbul'da yapalım diye düşünüp İstanbul'a aldık. İstanbul'a aldığımızda da, konuşmacıların geldiği, hazırlıkların yapıldığı konferans, bir gün önce yine Kaymakamlık tarafından bu sefer yasaklandı maalesef. Aslında amacımız yani fikirde çoğulculukta buluşmaktı, Kayseri’yi konuşmaktı, çok kültürlülüğü anmaktı. Bunu gerçekleştiremedik. Ama aslında mantıda çoğulculukta buluştuk ve bir mantı festivali düzenledik! Bu sayede yine Kayseri'ye özgü bir mutfağı aslında yine kültürünü konuşma imkanı bulduk. Çeşit çeşit mantı yapıldı Vakıf’ta. Levon Bağış’ın moderatörlüğünde farklı mantı çeşitleri üzerine bir söyleşi yapıldı. Çocuklar geldiler, onlarla birlikte mantı atölyesi yapıldı, onlara mantı açtırdık hep beraber. Sonra onları yerlerken masal dinlediler, birbirleriyle tanıştılar ve kaynaştılar. Aynı zamanda Kayseri ve Kapadokya’dan halk şarkılarını dinlediğimiz bir bitirişle festivalimize son verdik. Yani aslında bir şeyi yeniden doğurmuş olduk. Yine bir şeyleri konuşmuş olduk ve paylaşmış olduk. Aslında çok da heyecanlı oldu. Hiç beklenmedik bir yerden yine Kayseri'deki çoğulculuğu yemek ve müzik üzerinden konuşurken bulduk kendimizi. O yüzden o festival benim açımdan şu açıdan çok etkiliydi; 7'den 77'ye herkesin dahil olup bir yandan mantı açarken, bir yandan yanındakiyle sohbet etmesi, sonra müziklere hep birlikte eşlik etmesi. Bütün bunlar çok büyüleyiciydi. O kalabalığı, o coşkuyu görmek… Belki ilerde de daha fazla festival yapmalıyız diye düşünüyorum. 

Ayşe Gül: Kesinlikle. Yani başta Rakel’in yazısında da okuduğumuz gibi, bir kapı kapanınca başka bir kapı açılıyor ve Vakıf da gerçekten o kapanan kapıları yaratıcı yeni kapılara ve pencerelere dönüştürmek konusunda o kadar mahir ki… Vakıftaki o yaratıcı enerji çok etkileyici. Yıllar önce bir “İnsan Haklarında Yeni Taktikler Konferansı” yapılmıştı Ankara'da ve ben orada Hrant Dink’le birlikte olduğumuzu hatırlıyorum, o da konferansta idi. Hatta benim ilk defa Uluslararası Vicdan Mekanları Koalisyonu’ndan ve dünyanın çeşitli yerlerindeki vicdan mekanlarından, anma mekanlarından haberdar olmam o konferans sırasında olmuştu. Özellikle de District Six Museum, Güney Afrika'daki... Ondan sonra da Vakıf kurulduktan sonra böyle bir vicdan mekanı kurma fikrini oradan aldığımız ilhamlarla konuşmaya ilk başlamıştık.Hiç unutmuyorum, Ada’da böyle bir tahta masa ve sandalyeler etrafında, Sibelcim sen de vardın…

Sibel: Hiç unutmam. Hiç unutmuyorum senin o konuyu gündeme getirmeni ve bizim bu konuda çalışmamız gerektiğini, onlarla temas etmemizi, ne yaptıklarını izlememizi … 13 sene evveldi herhalde o da.

Ayşe Gül: Aynen öyle. İlk toplantılardan biriydi galiba, 2007 idi. Ondan sonra birkaç toplantı daha yaptık, daha ayrıntılı konuşmak üzere. Ama, yani, o zaman biz küçük bir oda şeklinde düşünüyorduk vicdan mekanlarını, küçük odalar şeklinde düşünüyorduk. Sonra Sebat Apartmanı hayal dahi edemeyeceğimiz güzellikte ve uluslararası değerde bir mekana dönüştü, Nayat’ın dünyanın her yerindeki mekanları gezerek, görerek orayı kurgulaması, muhteşem bir ekiple birlikte yaratması sonucunda. Ama bu mantı festivali bana tekrar onu düşündürdü, yani insan haklarında yeni taktikler konferansını… Yani gerçekten o kadar yaratıcı bir taktik ki bu mantı festivali, üzerine bir şey yazılması lazım, hikayesinin yazılması lazım. Dünyanın her yerinde bence dinlenmesi ve ilham alınması gereken bir hikaye. Ama bunun gibi tabii çok hikaye var Vakfın bu 14 yıllık tarihinde.

Nayat: Evet. Belki bir küçük duyuru da yapmış olayım. Şu an Yapı Kredi Kültür Sanat’ta Hagop Ayvaz sergimiz var: Kulis Tiyatro Belleği. O da gerçekten çok önemli bir arşiv neticesinde doğan… Hagop Ayvaz ‘46 – ‘96 yılları arasında Ermenice dilinde Kulis dergisini yayınlıyordu. Bütün arşiv bizdeydi. Bir kültür sanat dergisi ve bu sergi vesilesiyle bir yandan da Türkiye tiyatro tarihine, o çok kültürlülüğe,hiç aklımızın ucundan geçmeyecek şekilde var olan o çeşitliliğe de bir göz atıyoruz. Bu vesileyle duyurmuş olayım. Sergi halen hem online hem de fiziken görülebilir.

Ayşe Gül: Evet, çok etkileyici bir sergi gerçekten – en azından online izleyebilir umarım herkes. Zamanınız doluyor, yavaş yavaş toparlamamız gerekecek. Bugün sevgili Sibel Asna, Nayat Karaköse ve Zeynep Sungur ile birlikte Hrant Dink Vakfı’nı, hepimize ışık olan Hrant Dink Vakfı'nı konuştuk. Rakel Dink'in zaten çok kulaklarını çınlattık. Açtığı sevgi alanı kendi başına çok etkileyici diye düşünüyorum. Hepimizi şifalandırıyor baştan beri. Vicdan, adalet ve sevgiyi bir araya getiren, bu seneki konuşmasında da olduğu gibi, müthiş bir dil kuruyor, hepimizi başka bir geleceğe davet eden. Vakıfta çok sayıda genç çalışıyor. Çok dinamik bir alan diye vakfı konuştuk. O mutfakta, seslerini çok duymadığımız ama o mutfağın çok önemli iki kişisi, Delal Dink ve Zeynep Taşkın’a da buradan çok sevgilerimizi ve teşekkürlerimizi iletelim. Ama gerçekten herkesin çok katkısı var. Bütün tasarımlar Sera Dink'in elinden çıkıyor. Vakfın ilk logosundan ve tasarımlarından başlayarak, Hrant Dink'in en küçük kızı. Arat Dink, başından beri, Sibel'in de anlattığı gibi, buranın canlı, yaşayan, açık bir alan olarak kurulmasında çok önemli bir rol oynadı. Aynı zamanda mimar olarak yeni binanın yapımında tabii ki çok kurucu bir rolü vardı. Ama Hrant Dink'in bütün ailesi, Hosrof Dink, Yervant Dink, bütün ailenin katkısı var ve onun dışında tabii ailenin dışından çok sayıda insanın… Her birine yürekten teşekkürler, hepimiz için bu alanı açtıkları için, açtığınız için; her birinize ben de yürekten çok teşekkürlerimi iletmek istiyorum, hepimiz adına… Bugün birlikte olmak, bu zor haftada, çok ağır bir ölüm ve kayıp yaşadığımız bu haftada… O kaybın, acının nasıl bir yaratıcılığa, nasıl bir birlikte özgürleşme alanına, dayanışma alanına dönüştüğüne tanık olduk Hrant Dink Vakfı'yla bu 14 yıl içerisinde. Bunu konuşabilmek, sizinle birlikte, çok büyük bir hediye idi. Sağ olun, var olun.

Sibel: Biz de sana çok teşekkür ediyoruz, bu fırsatı bize verdiğin için. Açık Radyo bizim için çok kıymetli, çok değerli. Onu da buradan söylemek isterim özellikle.

Ayşe Gül: Buradaki herkes zaten Açık Radyo'nun bir şekilde destekçisi. Açık Radyo hepimizin! İyi ki var, 

Nayat: Evet, iyi ki var. Çok teşekkürler.

Zeynep: Çok teşekkürler.

Ayşe Gül: Vakfın yolu açık olsun ve yolumuzu açmaya, hepimize ışık olmaya devam etsin dileyelim. Zeynep son parçayı sen seçmiştin. Ödül töreninden bir parça. Onu kısaca tanıt istersen, öyle kapatalım.

Zeynep: Tabii ki. Ödül töreninde bu sene hem Türkiye hem Ermenistan'dan pek çok sanatçı yer aldı. Şimdi onlardan biriyle veda edelim istedim. Kendisi de toplumsal cinsiyet rollerinin dayattığı tabulara karşı gelen, ırk ve cinsiyet ayrımcılığı olmaksızın herkesin eşit haklara sahip olmasını isteyen bir sanatçı: Kalben. Ve Kalben bu şarkıyı Vakıf için, ödül töreni için yaptı ve Arto Tunçboyacıyan ritimleriyle eşlik etti. Size onlarla veda edelim isterim.

Ayşe Gül: Çok teşekkür ederiz. Kalben’e ve Arto Tunçboyacıyan’a da buradan teşekkürler. Açık Radyo her sabah günaydın diyerek, dünyaya günaydınlar dağıtarak başlıyor. Biz de, öğlen oldu tabii şimdi ama, onlara da günaydın diyelim. Hrant Dink’e de iyi ki vardın, iyi ki varsın ve var olmaya devam ediyorsun diyelim. Ve Hrant Dink Vakfı'na, ona emeği geçen herkese teker teker teşekkürlerimizle.

 

(Deşifreyi yapan gönüllümüz Burcu Doğan'a teşekkür ederiz.)