Refleksler

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

Dünyanın başka yerlerinde oluşan değiştirici dönüştürücü enerjiler bize vız gelip tırıs gidiyorsa biz bir şeyleri değiştirip daha insanca hayat kurmak için gerekli enerjiyi nasıl geliştireceğiz? Nereden bulacağız? Muharrem İnce mi yaratacak bu rüzgârı yoksa CHP meğerse bir büyük gün için madenî raflı arşiv odasında sakladığı altı büyük körüğü mü çıkarıp çalıştıracak?

(Ümit Kıvanç'ın bu yazısı Gazete Duvar'ın internet sitesinden alınmıştır.)

Bir ülkede yer yerinden oynuyor. Tıpkı devrim durumlarında görüldüğü gibi, birden insanların dertleri tek alanda, istekleri, amaçları tek hedefte yoğunlaşıyor. Gündelik sıkıntılarını, sorunlarını erteliyorlar. Rutin yaşantılarında gitmedikleri yerlere gidiyorlar, bilmedikleri işlere kalkışıyorlar. Tanımadıkları insanlarla yoğun yaşantılar, bazen yiyecek-içecek, yirmi kişi tıkıldıkları dört kişilik hücrede kendilerine verilen kuru ekmeği paylaşıyorlar. Tehlikelere atılıyorlar, beklemedikleri şiddet ve dehşet hareketlerine mâruz kalıyorlar, şoklar yaşıyorlar. Göstermeyi bilmedikleri azmin, cesaretin yüreklerinde varolduğunu keşfediyorlar. Göklerden gelmiş, yüzlerini okşayıp hemen gidecekmiş gibi duran bir misafir umut giriyor hayatlarına. Tutuyorlar, yanlarında kalsın, gitmesin.

Belarus’ta, karşı karşıya kalınan acımasızlık ve vahşetin boyutları yüzünden protestocu kitlenin uğradığı ilk şok atlatılınca, başlı başına görünmez kuvvet olan, karşısında durulamaz bir sükûnet kapladı her yeri. Rüzgâra dönüşmüş sükûnet. Cadde kenarlarına dizilen, kaldırımları dolduran, çimenlere yayılan ve iyi bir şeyler olsun isteyen insanların iyilik ve umut dolu halleri. Ellerindeki çiçeklerin güzel kokusunu etrafa yayan sakin rüzgâr.

Başlarında bir diktatör müsveddesi var. Kendisine itiraz edeni hapse atıyor. Evet, devletleri öbür eski-Sovyet ülkelerininkilerle kıyaslandığında biraz daha iyi. “Sosyal devlet” işlevini yitirmemiş, yolsuzluk daha az, rüşvet başka yerlerdeki gibi yapısal sorun değil. Bilişim teknolojisinde gelişme kaydedip kendine alan açmış bir sanayisi var. Trafikte ve günlük yaşamda gergin, şirret, etrafa öfke saçan tipler değiller, seyrettiğimiz video ve canlı yayınlardan anlayabildiğimiz -ve Belarusluları tanıyanların aktardığı- kadarıyla. (Dr. Kerim Has’ın Ahval’den Ali Aslangül’e ülke ve insanları hakkında anlattıklarını şuraya tıklayarak dinleyebilirsiniz.)

‘BATI’NIN AJANI-ELEMANI VAR’ MI?

Muhalefet hareketi, biraz da mecburiyetten oluşmuş “kadınlar üçlüsü” sûretinde karşımıza çıktı. Biri, diktatör Lukaşenko’ya sivri muhalefeti yüzünden hapse atılan Sergei Tihanov’un öğretmen eşi Svetlana Tihanovskaya, diktatöre alternatif başkan adayı olarak öne çıkarıldı. Tihanovskaya, kapsamlı siyasî içerik sunmadı, sadece, siyasî tutuklu ve mahkûmların serbest bırakılacağını ilan etti, “Parlamento düzgünce seçilsin, gerisi orada görüşülüp halledilecek,” dedi. Başkanlık yapmak istemediğini, en kısa zamanda serbest seçimlerin yapılacağını da ekledi. Tihanovskaya, seçimden önce çocuklarını komşu Litvanya’ya göndermişti, başlarına iş gelmesin diye -ne kadar isabetli davrandığı sonra ortaya çıktı.

Kadın üçlüsünün ikinci üyesi Veronika Tsepkalo’nun eşi, Belarus’un eski ABD büyükelçisi. Hapiste değil ama kaçak. Başkan adaylığına niyetlenince aldığı tehditlerden başına geleceği sezmiş ve Rusya’ya kaçmış. Evet, Rusya’ya! Veronika Tsepkalo da seçimden önce Rusya’ya gitti, oyunu oradan kullandı. Neme lazım!

Üçüncü kadın, Maria Kolesnikova’nın da eşi değil ama patronu hapiste. Viktor Babariko, eskiden Lukaşenko ile birlikte çalışan bankacı. Kolesnikova onun kampanya ekibindeydi. Babariko’nun da Rusya’yla ilişkileri olduğu söyleniyor.

Yani ortada “Batı’nın elemanı”, “emperyalizmin ajanı” filan diye nitelenebilecek bir “güçlü kişilik” ya da milliyetçi-faşizan söylemlerle halkın bir kısmını peşine takmış popülist lider filan yok. Kısaca, dünyada özgürlük ve demokrasi isteyen kimseyi rahatsız edecek herhangi bir unsur, Belarus’un geniş caddelerinde -en azından şimdilik- gözükmüyor.

Buna karşılık, kendisiyle sandıkta yarışmak isteyenleri hapse atan, seçimi gerçekte kazanan rakibesini “çocuklarını öldürtürüm” tehdidiyle yurtdışına kaçmaya zorlayan, sokaklara dökülen insanları dış güçlerin oyuncağı olmakla, ahmaklıkla vs. suçlayan, otoritesini halkla paylaşmak istemeyen, iktidardan düşerse hesap sorulacağından korktuğu için bu ihtimal yaklaştıkça acımasızlaşan, nihayet, insanları feci bir şiddetle, aşağılamayla, işkenceyle, vahşetle yüz yüze bırakan diktatör karşımızda, insanlara hunharca şiddet uygulayan, yetimlerden devşirilmiş! özel polis gücü sahada. Özgürlük-demokrasi talep eden ve haysiyetini korumak isteyen her insanın sahip çıkacağı bir isyan ve ona karşı seferber edilmiş devlet şiddeti var ortada.

GÜNÜN AYDINLIĞI, BÜYÜK AVİZE, BERBAT FLORESAN

Fakat özgürlük-demokrasi şiarı üzerinde sahiplik iddiasını hiç elden bırakmayan birçokları, bu isyanı yüzleri hiç gülmeden, aksine, kaşlarını kaldırarak, dudaklarını büzerek izliyorlar. Nerede bulsalar hemen avuçlarına aldıkları için hiç yabancılamadıkları derin şüpheyle. Olayımızda yıkıcı-kemirici kıskançlık ve hasete yer olmadığı için kaynağını tesbit edemediğimiz garip huzursuzlukla.

Bir yerde halk ayaklanmış, üç-dört günde altı bin kişiyi işkenceden geçirebilen bir polis gücünün dizginsiz şiddetine rağmen, haklılığın ve herkes için iyi şeyler istiyor olmanın yadsınmaz ifadesi olan tebessümü yüzünden eksik etmeden sokağa dökülmüşse, yeryüzünde adalet, özgürlük, demokrasi gibi dertleri olan insan öncelikle bundan heyecan duyar. Onlar adına da sevinir, bu halkla aynı dünyada yaşadığı için kendi adına da. Belki hayıflanır, hevesle kıskanır da. Hangisi ne ölçüde geçerli olursa olsun iyi şeyler hisseder.

Ha, çok siyasî bir kardeşimizse, işin önünü arkasını, varabileceği yerleri düşünmeye koyulduğunda bu duyguları belki gölgelenir. Sevimsiz siyasî ihtimallerin, tatsız çıkarsamaların, tedirgin edici hesapların karaltıları bir bir girer görüş alanına. Kâh halk isyanının güvenilir liderliği olmayışına, sağlam bir alternatifin hedef olarak şekillenmeyişine takılıp umutsuzluğa sürüklenir kâh önceki benzer isyanların potansiyelinin sonradan isyan eden halkın da zararına, nâhoş kanallara akıtıldığını hatırlayıp irkilebilir. Huzursuzluk veren kıpırtı, içinde, sahiden de yatışmayabilir.

Ama bu isyan eden halkla duygudaşlıktan, başarsınlar istemekten doğan bir tedirginlik olur. Gözlerin isyanın güzelliğine takılmış, aydınlık akıtmaktadır içine. Sen de şüpheleri, huzursuzlukları yenmek istersin, ama gerçekçilik damarlarına fazla kan pompalanır, kravatlı, takım elbiseli kurnaz, kötü adamlar, kar maskeli, otomatik silahlı, kamuflaj kıyafetli profesyonel infazcıların arasında belirir ve görüş alanından geçerler. Birbirlerine duydukları güvensizlik ve nefreti gizlesin diye çok da uğraşmadıkları, sadece bu güvensizlik ve nefreti başkalarından gizleme niyetlerini belli etsin diye takındıkları ayarlı tebessümleriyle muktedir kötü adamların, birbirlerine ülkelerinden parçalar veriyormuş edâsıyla imzaladıkları uğursuz anlaşmalar gelir akla. Belki hiç imzalanmayan, neye karşılık ne için anlaştıklarını bize söylemedikleri, anlaşma kapsamını ilk tanklar televizyon ekranlarından geçmeye başladığında anladığımız gizli sözleşmeler. Eski saraylardan yapılma ileri teknolojili koruganların yüksek tavanlarından süzülen taahhütler, büyük kristal avizelerin ışıldattığı vaatler aklının eline tutuşturur kılıcı, o da koşar, güzel duygularını kesip biçmeye girişir. Beyninin yenilgiler, yanılgılar biriktirmiş köhne depolarında tozdan ağlarla kaplı berbat floresanlar yanar, yükleme ve sevkiyat başlar.

Fakat ruhun henüz pes etmemişse, ilk fırsatta kılıcı kapar, beş tonluk avizenin zincirini kesiverir tek vuruşta. Dev avize kötü adamların üzerine düşer. Nasıl olsa hemen birilerinin koşup kaldıracağını bildiklerinden, onlar, pişkin ve umursamaz, pazarlığa devam ederler. Sen onları bırakır, pencereden dışarı bakarsın. Evde aceleyle bulabildikleri şekilsiz kartona gelişigüzel yazdıkları sloganlarla, ellerinde pankartlar, geçen ahalinin umut dolu yüzlerini görürsün. Tuhaf, önceden tanınmadığı, bilinmediği halde hasreti çekilirken kavuşulmuş hissi veren bir iyimserlik esintisi hissedilir havada. Gezi’yi hatırlayın. Herkesin birbirine iyi gözle baktığı o toplumsal kaçamak hali. Yeniden heyecanlanırsın. Acaba bu defa olur mu? Belki şu kalabalığın içinde çok akıllı, yaratıcı, öngörülü, geniş ufuklu hem de haysiyetli birileri vardır, öncelikli dertleri dünyayı kendi etraflarında döndürmek olmayan? Olamaz mı? Başka devrimler nasıl olmuş?

Sevinirsin, heyecan duyarsın, kardeşim. Öncelikle bunu duyarsın.

KAALE ALMADIKLARIMIZ

Bu heyecan Arap Baharı’nda duyulmadı. Hong Kong’da duyulmadı. Şimdi de duyulmuyor. Elbette hepsinin koşulları ayrı ayrı ele alınmalı. Ama ortak çizgi var. Biz hep büyük resimle, büyük siyasetle, büyük avizeyle meşgûlüz. Ortam loş olursa iyi göremiyoruz da çok ışık mı istiyoruz? Hayır. Çünkü bizim görmeye duymaya ihtiyacımız yok. Biz bilenleriz. Arizona Dream. “Balık düşünmez, balık her şeyi bilir.” Dayanamayıp ekleyeceğim: balık, avlanır.

Şu soruyu sormama izin verin, değerli okurlar: Türkiye’nin radikal-sol muhalifleri dünyada ne olursa heyecanlanırlar? Devlet işletmesinin işçileri greve çıkmış. Hepsi birörnek tulumlu. Takım elbiseli yöneticiler onları ikna etmeye gelmiş, en tepedeki zat konuşuyor, sonra soruyor: “Kimler başkana oy verdi?” Yönetici takımından birkaç kişi el kaldırıyor. Müdür soruyor: “Peki, kimler Tihanovskaya’ya oy verdi?” İşçiler bir ağızdan “heyoo” gibisinden bağırarak ellerini kaldırıyorlar. Bu manzara meselâ, kimseyi heyecanlandırmıyor mu? Devlete ait traktör fabrikasının işçileri, karşılarına geçmiş hâlâ eskisi gibi atıp tutabileceğini sanan diktatörün yüzüne karşı, “Git!” diye haykırıyorlar. Bu da mı gol değil?

Ama şimdi bir dakika! Ya beraberlik golü gelir, sonra da hezimete uğrarsak? Bunların arkasında emperyalist odaklar neoliberaller Soros…

Böyle yapmak, sokağa dökülmüş halka “koyun”, “oyuncak”, “kukla” vs. diyen Lukaşenko’yla aynı çizgide hizalanmak olmuyor mu? Gezi İsyanı’na “dış güçlerin oyunu” diyenlerle? Soros bastırıyor parayı, CIA, Mossad, artık yerine göre kim denk gelirse, ayarlıyor ahaliyi, bütün bir halk kandırılıp dökülüyor sokağa. Böyle mi oluyor? Bizde böyle mi oldu? Biz yapınca sahici, başkaları yapınca birilerinin oyunu mu oluyor daha baştan?

RUH HASARI

Bir isyanın ortaya çıkış koşulları, isyanla birlikte oluşacak kuvvetin neyi tahrip edeceği, neyi kurabileceği, enerjinin nereye yöneleceği, nereye akacağı, neye dönüşeceği… bütün bunlar siyasî, toplumsal, ekonomik, sosyal psikolojik, kültürel vs. birtakım etkenlerin çarpışması, oynaşması sonucunda, olayların gidişi üzerinde etkili olabilen bireylerin, grupların katkısıyla gerçekleşmiyor da şöyle mi oluyor: Dünyayı yöneten yedi güçlü aile, Mason locaları, İllüminati, petrol şirketleri ve silah tekelleri toplantı yapıp Soros’u arıyor, “George, şu Belarus’la bi ilgilen!” diyor. O da parayı bastırıp halk ayaklanması çıkarıyor. CIA’den seçilen sarışın, uzun boylu adamlar ve kadınlar gelip halkı kışkırtıyor, sosyalizmin son kalesini yıkmaya girişiyorlar.

Herhangi bir isyan, ayaklanma, hattâ basbayağı devrim, zaman içinde bambaşka şeye dönüşebilir. Şahsen bir zamanlar uğruna ölüp bittiğim Nikaragua ve Sandinistlerin lideri Daniel Ortega, korkunç bir zorba haline geldi, muhalefet etmeye kalkanın canına okuyor. Polise kırdırdığı gençler, tıpkı bizim Gezi’deki topluluğu andırıyor. Kahire’dekiler de öyleydi. Hong Kong’dakiler de.

Belarus’ta caddeleri sokakları dolduran “acemi” protestocuların hali tavrı hayli naif bir haysiyet isyanıyla karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor. Hem hakkında pek az şey bildiğimiz bu ülkeye dair bilgi edinmeye hem de insanlarını izlemeye çalışıyorum. Böylece mânen, ruhen onlara katılıyormuşum gibi hissediyorum.

Ve, hasta yattığım için, kanepeden kıpırdayamadan günlerce gecelerce beraber yaşadığım Tahrir Meydanı ahalisine dair heyecanımı nasıl anca bir avuç insanla paylaşabildiysem, şimdi de benzer konumdayım. Buna çok şaşırıyor ve üzülüyorum. Dünyanın başka yerlerinde oluşan değiştirici dönüştürücü enerjiler bize vız gelip tırıs gidiyorsa biz birşeyleri değiştirip daha insanca hayat kurmak için gerekli enerjiyi nasıl geliştireceğiz? Nereden bulacağız? Muharrem İnce mi yaratacak bu rüzgârı yoksa CHP meğerse bir büyük gün için madenî raflı arşiv odasında sakladığı altı büyük körüğü mü çıkarıp çalıştıracak? Veya bizim, “duruş”umuzu bozmadan havaya savurduğumuz doğrular günün birinde uygun yerde üst üste birikecek ve nicelik niteliğe mi dönüşecek?

Hayatî bir refleks, kaybedilmiş gözüküyor. Sanki verilmiş de yerine başka şey alınmış gibi. Yerini tutmayan. Ruhsuzluk sendromuyla mütemadiyen karşılaşıyoruz. Radikal muhaliflere heyecan veren tek şey, yanı başlarındaki hasımlarla uğraşmak. Asıl hasımlarınsa ne yapıp edip sonunda mutlaka kazanacaklarına dair kabulle gelecek iddiasından vazgeçiyorlar.

Tekrar sormak isterim: Dünyanın neresinde ne olursa bizi heyecanlandırır, içimizde katılma arzusu uyandırır, duygudaşlık besleriz?