Felaketin Sembolleri 

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

Dr. Canan Özbey Gül tarafından 6 Şubat 2023 Antep ve Maraş ikiz depremleri üzerine, 12.02.2023 tarihinde kaleme alınan yazıyı sizlerle paylaşıyoruz.

Fotoğraf: Reuters
Hatay'ın deprem sonrası drone görüntüsü

Sciences Po Toulouse/LASSP 

6 Şubat 2023 Antep ve Maraş ikiz depremleri hem etkilediği bölgenin büyüklüğü hem şiddeti hem verdiği zarar göz önünde bulundurulduğunda 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminden çok daha fazla bir yıkım getirdi Türkiye’ye. Ayrıca komşumuz Suriye’nin de depremlerden büyük oranda etkilendiği hesaba katıldığında karşı karşıya olduğumuz yıkım tablosunun daha da vahim hale geldiğini söylemek mümkün. Henüz depremin 7. günündeyiz. Ancak şimdiden ölü sayısı Türkiye’de 30 bine Suriye’de ise 5 bine ulaştı. Göçük altında bugün dahi hala direnen canlar varsa da büyük çoğunluğun hayatını kaybetmiş olduğu acı bir gerçek. Türkiye ve Suriye’nin mevcut ekonomik durumları düşünüldüğünde maddi kayıpların dahi ne zaman ve ne dereceye kadar telafi edileceği konusunda kamuoyunda yüksek oranda bir umutsuzluk var. Dahası can kayıplarını telafi etmenin hiçbir yolu yok. Ayrıca geride kalan halkların hayata nasıl tutunacağı, eğitim, sağlık, güvenliğin yanında gündelik temel ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağı bundan sonraki mücadele alanını oluşturuyor. Ancak deprem anından itibaren yaşanan aksaklıklar ve örgütlenmedeki yetersizlikler devlete olan güveni temelden sarstığı gibi, gelecek günlerde yaraların sarılmasında devletin alacağı rolü etkin bir biçimde yerine getirip getiremeyeceği hususunda da şüphelere sebep oluyor. 

Tüm veriler ışığında ortaya çıkan ve gelecekteki olası tablo kişisel olarak üzüntümü perçinlerken gün geçtikçe öfkemi de artırıyor. 17 Ağustos 1999 Gölcük depremini İstanbul’da yaşamış biri olarak belki de geçmiş travma geri geliyor. Bu, ruhsal durumumu daha da etkiliyor. Ancak tüm bu yoğun olumsuz duygular düşünmeye engel değil. Öyle ki görüntüleri izlerken kendimi sürekli olarak bugün yaşadığımız felaketi 17 Ağustos 1999 Gölcük depremiyle karşılaştırırken buluyorum. Bu yazıda 6 Şubat 2023 Antep ve Maraş ikiz depremlerinin yönetimini 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminin yönetiminden farklılaştıran siyasi sembollerden bahsedeceğim. Zira fark ediyorum ki bu iki farklı depremler ölçek ve şiddetleri kadar dönemin siyasi iktidarının ve sosyo-politik ortamının nitelikleri bakımından da birbirinden kimi noktalarda ayrılıyor.

İktidarlarca tercih edilen siyasi sembollerin kimi zaman önemli olmadığı düşünülse de barındırdıkları potansiyel anlam ve temsil ettikleri analiz edilirse aslında hiç de yabana atılmayacak derecede kritik önemde oldukları anlaşılabilir. Bu semboller iktidarın söylem inşa edebileceği ve propagandasının bir parçası olarak kullanabileceği kısa, öz ve basit mesajlar yaratmada kullanabilir. Bu kısa, öz ve basit mesajlar iktidarların kitleyi kolayca belli bir yöne kanalize etmesini ve onu biçimlendirmesini sağlamada çok etkili araçlardır. Esasında, mesajın basitliği ve anlam yüklü hali kitleyi kolayca manipüle etmenin en bilindik yollarından birisidir. 

Bugün bu felaket yaşanırken bazı sembollerin iktidar tarafından bilinçli bir şekilde kullanıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Aslında kitleyi kolayca manipüle etmesi hedeflenen bu sembollerin ortaya konulması 6 Şubat 2023 Antep ve Maraş depremlerinin yönetiminin 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminin yönetiminden siyasi açıdan farklı olduğunu anlamayı da kolaylaştıracaktır. Bu sembollerin ayırdında olmak hem iktidarın kurmaya çalıştığı 2 söylemin farkına varmayı hem de bu sayede kamuoyunun iktidarı denetlemesinin önündeki zihni engelleri kaldırabilir. 

Devlet 

Devlet imgesinin sembolize edilmesinde iktidar ilkin çok sert bir yöntem benimsedi. Empatiden ve devletin sorumluluğu ilkesinden azade ilk tepkinin tehditvari dili kimsenin inkâr edemeyeceği kadar aşikardı. Söylem ve vücut dilinin birleşimi sonucu ortaya çıkan sembolizm aslında hiç de yabancı ve yeni değil. Sosyal medyada bu sembolizm kimileri tarafından George Orwell’ın distopik romanı 1984’teki Büyük Birader imgesine benzetildi. Bunun yanı sıra bu vücut dili birçoğu esasen roman karakteri olan ve filmlerde ete kemiğe bürünmüş kötücül karaktere benzetildi: Kubrick’in A Clockwork Orange ve The Shining filmlerinden Alex DeLarge ve Jack Torrance veya Kuzuların Sessizliği filminden Dr. Hannibal Lecter canlandırmaları gibi… Böylesi bir söylem ve vücut dili 17 Ağustos 1999 Gölcük depremi ardından iktidarda olan koalisyonun hiçbir liderince benimsenmemişti. Bu tehditvari söylem ve vücut dili hızla OHAL kararının iktidardaki AKP ve koalisyonda olduğu MHP milletvekillerince meclisten geçirilmesiyle yasal zemine büründürülmeye çalışılarak perçinlendi. Buna karşılık depreme müdahale edilmesi ve yaraların sarılması için OHAL ilan edilmesine gerek olmadığı sade vatandaşça da tahmin edilebilir bir gerçekti. Zaten OHAL’in “fitne gruplarına müdahale imkânını devlete vereceği” açık açık dile getirilmişti bile. Fitne kavramının neyi kapsayacağı ise iktidarın insafında elbette. Ondandır ki, o sade vatandaş, yine 99 depremi sırasında karşılaşmadığımız şekilde, habercilere derdini açıklarken sık sık “alıyorlarsa beni de alsınlar, hapse atıyorlarsa da atsınlar” şeklindeki açıklamalar yapmak durumunda kaldı. Salt bu durum dahi depreme çok farklı bir siyasi iklimde yakalandığımızın bir göstergesi olarak düşünülebilir. Vatandaşın isyanı sırasında yaptığı bu ek açıklamalar mevcut siyasi baskının derecesini basitçe ortaya koyarken, depremin enkazının da bu şartlar altında kaldırılacağı anlamına da gelmekte, vaziyetin vahametinin boyutunu ilan etmektedir. 

İfade özgürlüğü ve basın

99 depreminde yaşamadığımız bir başka sembolik olgu “devletin eleştirilemezliği” olarak karşımıza çıktı. O dönemin basını ve sade vatandaşı isyanını, eleştirisini rahatlıkla dile getirebilirken, bugün “vatana ihanet”, “hainlik” gibi olumsuz çağrışım yapan kelimeler eleştirisini yapan acılı vatandaşı susturmanın basit bir aracı haline getirilmeye çalışılıyor. Ayrıca o tanıdık motto yine sıklıkla duyulur oldu: “birlik ve beraberlik”. Devlete karşı itiraz ve eleştiriyi bastırmanın aracı olarak da kullanılan bu motto sıklıkla vurgulanırken, diğer yanda halkın bir kesimine yönelik saldırıların gerçekleşmesi ise bir diğer çelişki. Esasen “birlik ve beraberlik” vurgusuna gerek dahi olmadan halklar devletten de önce refleks vererek yardıma koşmuş, bölgenin yarasını sarmaya başlamıştı. Dolayısıyla halkı susturmanın aracı haline gelen bu motto dillere pelesenk edilirken, kimi vatandaşlar ve hatta kamu görevlilerinin Suriyeli ve Afganistanlı göçmenlere yönelik yalan haberlerin de verdiği güçle nefret suçlarına çoktan imza atmaya başladığı haberleri ortaya çıktı. Böylesi bir kaosun içinde bu kutuplaşma ortamının yaratılması, halkların birbirine düşman edilmesi tüm dünyada değişmez bir kural olduğu gibi çıkar sahiplerine yarayacaktır. Birlik ve beraberliğin güçlendirilmek istendiği bir ortamda belli bir kesime yönelik düşmanlaştırıcı eylem ve söylemin varlığı mevcut samimiyetsizliğin en basit göstergesidir. Kaosun hâkim olduğu ortamlarda hırsızlık, yağma, vaziyetten fayda çıkarma gibi durumlar yaşanması mümkündür. Ancak basit bir mantıkla dahi, bunu yalnızca belli bir grubun yapmasının mümkün olmadığı anlaşılabilir. 

Sıklıkla yinelenen birlik ve beraberlik söylemiyle ilintili olan bir başka sembol daha dikkati çekiyor. 99 depreminde birlik ve beraberlik namına farklı özel televizyon kanallarının ortaklaşa yayın yaptığına şahit olmamıştık. Ancak bu depremde “havuz medyası” olarak tabir edilen ve bir-iki orta yolcu diyebileceğimiz kanalın da katılımıyla ortak yayın yapılacağı bilgisini aldık. Böylesi bir yayının planlanması aslında sürekli vurgulanan birlik beraberliğin eksikliğinin işareti. Canlıya ulaşma anında arama kurtarıcıların yanına kimi başka ekiplerin gelip görev vardiya değişimi talep etmesi ve bu grupların asıl kurtarıcıların “zaferinin” üstüne konmaları gibi kötülüğün sınırlarını zorlayan haberlerin gerçekliğinden emin olamasak dahi, deprem haberlerinde hükümet yanlısı medya tarafından halkın çığlığının susturulması gibi birçok eylemin tartışma götürmez netliği medyanın “birlik ve beraberlik” söyleminin samimiyetsizliğini ve basının 99 depremi dönemindeki kadar özgür olmadığını anlamaya yetmekte. 

Arama kurtarma 

99 depreminde yine şahit olmadığımız bir başka sembolik olgu enkaz altından canlı kurtarmalar esnasında kalabalık arasından verilen tepki. Coğrafyamızda ölü evinde ağlamak ve düğün evinde oynamak gibi görevleri yerine getiren mesleklerin varlığını hatırlatır biçimde enkazdan bir canlı kurtarıldığında bir anda kalabalıktan bir kişinin tekbir getirmesi ve kalabalığın “el mahkûm” bunu sürdürmesi şeklinde vuku bulan eylem, sanki birilerinin bu işi başlatmakla görevlendirildiği izlenimini vermiyor değil. Aslında saatlerce enkaz altında soğukta aç, susuz bekleyip kurtarılan, organları neredeyse çökme noktasında olan, saatler sonra ilk defa ışığı gören ve tıbbi anlamda şokta olan kazazedelerin dışarı çıkarılır çıkarılmaz olanca itina ve sessizlikle ambulansa yetiştirilmesi gerekirken, son ses tekbirlerle karşılanması halini 99 depremindeki kurtarmalarda gördüğümü hatırlayamıyorum. Bu olgu da 6 Şubat 2023 Antep ve Maraş depremlerinin sembolleri arasında önemli bir yer aldı şimdiden. Mevcut iktidarın dini söyleminin bir çıktısı olan bu olgunun bir başka örneği camilerde sela okutulmasında yaşandı. Dinen başka anlamları olsa dahi, halk arasında çoğunlukla ölümü çağrıştıran bu duanın deprem olduktan görece kısa bir zaman içinde halen enkaz altında kurtarılmayı bekleyen canlar varken uygulamaya konmasının gerekliliğini anlamak kolay değil. Ancak mevcut iktidarın siyasalarını düşündüğümde bu eylemi bir yere oturtmak çok da zor olmuyor. Deprem bölgelerinden duyduğumuz sela ve tekbirler aslında tam da Erdoğan’ın bir vatandaşa söylediği “depremin bir kader planı olduğu” ifadesiyle örtüşüyor. Sela ve tekbirlerin kullanımı, depremin yıkıcı sonuçlarına karşı önlem alınması mümkün olmayan, doğal bir afet olarak kabul edilmesi gerektiği yönündeki anlayışı halk arasında pekiştirmeye yönelik. Benzer şekilde Hilal Kaplan’ın “Günlerce aç susuz karanlıkta bir bebek, yerin kaç kat altından, moloz yığınları içinden çıkarılıyor ve üzerinde toz zerresi bile yok! Sanki uykusundan kaldırılmış gibi huzurlu.. “Allahu ekber” demeyelim de ne diyelim?” şeklindeki tviti de kamuoyunda yaratılmak istenen aynı kaderci ve kabullenici anlayışı perçinleme görevi görüyor. Bu sayede asıl sorumluların “sorumluluğu” Allah’a havale edilmiş oluyor. 

Eğitim 

6 Şubat 2023 Antep ve Maraş depremleri sonrasında 99 Gölcük depreminden çok farklı yönde vuku bulan bir diğer sembolik olgu ise eğitime yönelik yaklaşımın niteliğinde ortaya çıktı. Deprem ülkenin güneydoğusundaki 10 ili etkilemiş olmasına karşın tüm ülke genelinde üniversitelerin tümünün uzaktan yani “online” eğitime geçmesinin mantığını sadece ve sadece öğrencilerin kaldığı devlet yurtlarının boşaltılabilmesi ve depremzedelerin bu yurtlara yerleştirilmesi niyetiyle açıklamak mümkün. Halbuki 99 depreminde deprem bölgesinde okuyan üniversite öğrencileri makul bir çözümle, çevre illerin üniversitelerinde misafir öğrenci olarak eğitim-öğretimlerine devam etmişlerdi. Uzaktan eğitimin öğrencilerin halihazırdaki sosyo-ekonomik eşitsizliklerini derinleştirmesi, öğrencileri sosyal olarak yalnızlaştırması, onları ruhsal olarak kötü yönde etkilemesi gibi olumsuzluklarını Covid-19 döneminde tecrübe etmiştik. Aynı dönemde üniversitelerin yalnızca ders veren kurumlar olmadığı, toplumsallaşma imkânı yaratan kampüsüyle, biraya gelme, fikri ve duygusal alışverişte bulunma mekânları olarak bir bütün oldukları anlaşılmıştı. Buna rağmen, depremzedelerin, zaten çok da iyi imkânları olmayan yurtlara yerleştirilme kararı ve bunun uğrunda bilimsel eğitimin bir kalemde ve ilk sırada feda edilmesi, mevcut iktidarın üniversitelere ve akademiye olan yaklaşımının bir yansıması olarak 6 Şubat 2023 Antep ve Maraş depremlerinin bir başka çarpıcı sembolü haline geldi. 

Sivil toplum

6 Şubat 2023 Antep ve Maraş depremleri sonrası mevcut iktidarın siyasalarını 17 Ağustos 1999 Gölcük depremi sonrası dönemin iktidarının siyasalarından farklılaştıran bir diğer sembol ise devletin sivil toplum ile elele vermek yerine onunla yarışması ve çatışması oldu. Yardımların sadece AFAD ve Kızılay’a yapılması gerektiği çağrıları, henüz depremin üzerinden çok kısa süre geçmiş olmasına karşın halkın AFAD ve Kızılay’dan daha fazla itibar ettiği AHBAP derneğine yönelik sosyal medyada imalar ve karalama kampanyaları oldukça sembolik olgulardı. Birçok girişime karşın siyasete “bulaşmamaya” gayret eden AHBAP derneği başkanı Haluk Levent’in bu karalama kampanyaları karşısında sosyal medyadan “AFAD da bizim AHBAP da bizim” şeklinde bir mesaj atmak durumunda bırakılması kurumların sivil toplumla olan rekabetini gözler önüne serdi ve can pazarı sürerken bu hesapların yapılması başta depremzedeler olmak üzere toplumun büyük kesiminde öfke yarattı. 99 depreminde deyim yerindeyse arama kurtarma çalışmalarıyla bir efsaneye dönüşen AKUT’un mevcut iktidar döneminde etkisiz hale getirilmesi örneği hatırlanarak, aynısının tekrar yaşanmaması adına kamuoyunda AHBAP’a yönelik koruma kollama refleksi gelişti. Uğrunda Kızılay’ın dahi etkisizleştirildiği bu merkezileşme, iddia edildiğinin aksine, bir diğer ağır bürokratik silsile timsali olmuş, böylece bütün koordinasyonun yalnızca AFAD üzerinden yürütülmesi ısrarının ne derece anlamsız olduğu ve sistemi kilitleyici niteliği depremin üzerinden çok geçmeden anlaşılmıştı. 

Özetleyecek olursak, yaşadığımız bu felaketin hem öncesi hem de sonrasında maruz kaldığımız siyasa ve propaganda sonucu öne çıkan semboller tam da iktidarın yönetim şekli ve zihniyetinin birer yansıması niteliğinde kendini göstermektedir. Buna karşılık yaşanan depremin yalnızca bir doğal afet olmadığı, bir iktidarın zihni depremi olduğunu da unutmamak gerekir. Başta depremden etkilenen Türkiye ve Suriye halkları olarak bizlerin öncelikle komşularımız ve devamında tüm dünya halklarıyla birlikte dayanışma içinde, devletlerin, siyasilerin ve onların trol ordularının dolduruşuna gelmeden vicdan, hak ve hukuktan başka yol aramadan yaralarımızı sarmamız gerekiyor. Son olarak unutmadan: mevcut iktidar ve devleti eleştirmek bir haktır. Yapılan yanlışları eleştirmek dayanışmaya halel getirmez, bilakis sorunlar, aksaklıklar bu sayede düzeltilir. Asıl sorumlular istifa etmeyi akıllarından bile geçirmezken, bağrı yanmış bu halk devleti eleştirdiği için hem devlet görevlileri hem de yandaşlar tarafından şu an dahi türlü hakaretlere uğruyor, tehdit ediliyor. Ancak bizler eleştirmeye, yanlışa yanlış demeye devam edeceğiz. Kahrolsun çıkarları için düşmanlıklar yaratan, halkları suni ayrılıklarla bölen tüm dünya siyasetçileri! Tüm engellemelere tüm tehditlere tüm kara propagandaya rağmen yaşasın tüm dünya halklarının kardeşliği, dayanışması!