Demokrasiler nasıl ölür?

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

Kızgın bir halk, geleneksel yöneticilere saldıracak herhangi bir siyasi kişiliği ve siyasi partiyi kendi yandaşı olarak görür. Saldırı ne kadar kaba, mantıksız ve bayağı ise, haklarından mahrum edilmiş olanlar o kadar sevinecektir. Yalanmış, doğruymuş hiç fark etmez.

İllüstrasyon: Mr. Fish

(Chris Hedges tarafından yazılan ve truthdig tarafından yayınlanan bu yazı Semra Somersan tarafından Açık Radyo için çevrilmiştir.)

Leo Tolstoy “Bütün mutlu aileler birbirine benzer”, diye yazmıştı1, “ama her mutsuz aile bir diğerinden farklıdır.” Aynı şey başarısız demokrasiler için de doğrudur. Açık toplumun tasfiyesine giden tek bir yol yoktur, ama örüntüler tanıdıktır ister antik Atina'da ister Roma Cumhuriyeti'nde2, ya da İtalya veya Weimar Cumhuriyeti Almanya'sında faşizme giden yolu açan demokrasinin çöküşü olsun. 1930’lar Almanya ve İtalyası’na musallat olan hastalıklar ne yazık ki bize yabancı değil- etkisiz bir siyasi sistem, nüfusun çok büyük bir bölümünün, olgularla fikirlerin değiş tokuş edilebilir olduğu bir dünyaya inanmaya başlaması, ulusal ekonomilerin, uluslararası bankalar ve küresel finans kapitali tarafından ele geçirilerek toplumun önemli bir kısmının asgari yaşam düzeyine indirgenmesi sonucu gelecek için umudunu tamamen kaybettiği bir ortam. Biz de toplu katliam ve aile içi şiddeti içeren nihilist bir salgından muzdaripiz. Denetimden çıkmış, açgözlü bir militarizm gelişti. 1930lardaki gibi ihanete uğramış vatandaşlar, yolsuzluğa batmış yönetici sınıflara karşı henüz olgunlaşmamış bir nefret beslerken, yönetici sınıflar da liberal demokratik değerler için boş, basmakalıp, bayağı sözler sarf ediyor. Bizlere ihanet eden herkesten intikam alarak efsanevi bir geçmişe, şan ve şerefli günlerimize geri götürecek bir kült liderine veya bir demagoga umutsuz bir özlem duyuluyor.

Bu, Donald Trump'ı, Adolf Hitler veya Benito Mussolini ile eş tutmak anlamına gelmiyor. Ne de Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya'nın savaşta ölen 1,7 milyon insanı nedeniyle müthiş acı çeken, fiziki ve psikolojik yaraları ile yaşayan milyonlarca nüfusunun varlığına eş bir travma ile hayatı sürdürdüğümüze işaret ediyorum. Weimar'daki sokak şiddeti ve kavgalar, ki bunlar genellikle Nazi Partililer ile komünistler arasında cereyan ediyordu, çok yaygındı ve azımsanamayacak sayıda ölümlere neden oluyordu. 1929’daki büyük çöküş sonrası yaşanan ekonomik kriz felaket boyutlarında idi. 1932'ye gelindiğinde Alman sigortalı işgücünün yaklaşık yüzde 40’ı, yani 6 milyon insan işsizdi. Ekonomik çöküşü izleyen depresyon döneminde Almanlar, yiyecek asgari bir şeyler bulmak için ciddi çabalamak zorundaydı. Ama şimdi biz, kendimizin de içinde bulunabileceği 1930’lardaki gibi bir tehlikeyi tamamen görmezden geliyoruz.

Bugün Wall Street, Trump ve onu mümkün kılanları nasıl bir utanç kaynağı olarak algılıyorsa, İtalya ve Almanya'daki iş dünyasının seçkinleri de faşistleri şaklaban olarak görüyordu. Gel gör ki kapitalistler, Bernie Sanders veya Elizabeth Warren gibi reformcu kişiler yerine Trump'ın başkan olmasını tercih ediyor. Faşist Almanya ve İtalya'da olduğu gibi, şirket karlarının her şeyin üstünde tutulması iş dünyasının seçkinlerini demokrasinin yok edilmesinde suç ortağı yapıyor. Bu kapitalistler, zenginliğin ve iktidarın konsolide olmasının, yani az sayıda insanın elinde toplanmasının yaratacağı tehlikelere karşı tamamen duyarsız. Zenginlere yapılan vergi kesintileri ile birlikte garibanlara uygulanan kemer sıkma politikalarını coşku ile karşılayarak umutsuzluk ve kızgınlığı körükleyen aşırılığa yol açıyorlar. Örgütlü işçilere karşı savaşıp, ücretlerini bastırıyor, sosyal yardımları kesiyorlar.

Trump ilk iktidara geldiğinde, geleneksel yönetici sınıf, aynen Almanya ve İtalya'daki emsalleri gibi, safiyane bir şekilde iktidarda olmanın aşırı uçlardaki liderleri yatıştıracağını (ılımlılaştıracağını) veya aşırıların, “odadaki yetişkinler3” tarafından kontrol edilebileceği düşüncesine inandı. Ancak bu düşünce İtalya ve Almanya'da işe yaramadığı gibi, ABD'de de işlevsel olmadı. Almanya ve İtalya'da olduğu gibi burada da politikanın yerini şaşaa ve politik tiyatro aldı. Weimar Cumhuriyeti'ndeki kentsel seçmen ile, çoğunluk Nazi destekçisi kırsal kesim ve aynı zamanda ABD'deki çoğu kırsal kesim Trump seçmeni arasında aşılamayacak bir uçurum var. Halkın umutsuzluğa düşmüş büyük bir kısmı, kendilerini olgu-temelli dünyadan koparmış, büyü, komplo teorileri ve fantezilerden medet umuyor. Askeriye ile devlet güvenlik kurumları, tanrısallaştırılmış durumda. Savaş suçluları, nefret edilen derin devlet ve liberal sınıfların haksız yere zulüm yaptığı vatanseverler olarak görülüyor. İşlevsel bir demokrasi için mutlaka gerekli normlar, nezaket, edep ve karşılıklı saygının yerini bayağılık, hakaret, şiddet kışkırtmacılığı, ırkçılık, bağnazlık, hor görme ve yalanlar almış durumda. Bugünkü ABD'nin marazları faşizm arifesinde Almanya ve İtalya'nın siyasi ve ahlaki çürümüşlüğünün bir aynası.

Nazi Almanyası’ndan bir sığınmacı olan tarihçi Fritz Stern bana şöyle dedi, “Faşizm sözcüğü daha icat edilmeden Almanya'da faşizm özlemi vardı.” İflas etmiş liberalizmin demokrasimiz açısından oluşturduğu ölümcül tehlikeden söz ederek çalışan kadın ve erkekleri terk edip başkalarını da günah keçisi yaparak faşizm için üretken bir ortam yarattığını söyledi- bunun en yakın zaman örneği de Trump'ın başkan seçilmesinin sorumlusu olarak, Demokrat Parti'nin, Rusya'ya işaret etmesi.

Stern, bizim psikolojik ve siyasi yabancılaşmamızda -kültürel nefretler, ırkçılık, islamofobi, göçmenlerin şeytanlaştırılması, kişisel nefretler gibi-Amerikan faşizminin kökenlerini görüyordu. Ona göre bu faşizm ideolojik ifadesini de Hıristiyan sağda bulmuştu.

Kültürel Umutsuzluğun Politikası (The Politics of Cultural Despair) kitabında Stern, Alman faşistleri hakkında “Liberalizme saldırdılar”, diye yazmıştı, çünkü onların algısında modern toplumun ana kabulü, korktukları her şey bundan kaynaklanıyordu: burjuva yaşamı, Mançesterizm (yani, müdahalesiz-laissez faire- kapitalizm), materyalizm, parlamento, siyasi partiler ve siyasi liderliğin yokluğu... Dahası kendi bütün manevi ıstıraplarının kaynağı da onlara göre liberalizmdi. Onlarınki yalnızlık kökenli küskünlük idi; tek arzuları yeni bir inanç, yeni bir inançlı insanlar topluluğu, sabit standartları ve hiç kuşkusu olmayan bir dünya, bütün Almanları birbirine bağlayacak yeni bir ulusal din idi. Liberalizm ise bunların hepsini inkâr ediyordu. Sonuç olarak liberalizmden nefret ediyorlardı; kendilerini toplum dışına itmiş olmasından, hayal ettikleri geçmişten ve inançlarından söküp koparmış olması ile suçluyorlardı.

Amerika'nın Cumhuriyetçi Partisi, 1930’lar faşist partilerinin yaptığının aynısını tekrarlayan bir kişi kültü. Liderin önünde dalkavukluk yaparak eğilmeyenler ve onun taleplerini yerine getirmeyenler sürülüyor. Ahlaklılığı savunmakla görevli kurumlar, özellikle dini kurumlar, aynen İtalya ve Almanya'da sınıfta kaldıkları gibi burada da sefil bir şekilde başarısız oldu. Hıristiyanlaşmış faşizm Trump'ı, Tanrının ajanı ilan ederek kahramanlaştırırken, geleneksel kilise, sağ-kanatın aşırı dincilerini kafir ve sahtekâr ilan etmekten kaçınıyor. Alman sosyal demokrat Kurt Schumacher'ın söylediği gibi, faşizm, “her daim, insan canlının ruhundaki hınzıra çağrı yapıyor.” “İnsanın budalalığını” harekete geçiriyor; yazar Joseph Roth'un4 “aklın auto-da-fe5”si (ruhani cezası ya da kendini yakması) dediği şeyi.

“Demokrasi'nin Ölümü: Hitler'in Yükselişi ve Weimar Cumhuriyeti'nin Yıkılışı” (Death of Democracy: Hitler's Rise to Power and the Downfall of the Weimar Republic) kitabında Benjamin Carter Hett şöyle yazıyordu: “Weimar demokrasisinin sonunu saldırgan efsaneler uydurmaya ve akıl dışılığa yatkın bir kültürde, seçkin menfaatinin girift örüntülerinin büyük bir protesto hareketi ile çatışması sonucu gerçekleştiğini düşünmek, svastika afişleri6 ile kaz adımları stilinde yürüyen Fırtına Birliklerinin (Stormtroopers)7 egzotik, yabancı görüntüsünü silip götürüyor. Birdenbire her şey çok yakın ve bilindik geliyor. Weimar yılları Alman politikası ahlaksızdı ama bunun yanısıra uyumsuz bir masumiyeti de vardı; çok az sayıda insan en kötü ihtimalleri aklına getirebiliyordu. Uygar bir ulusun Hitler gibi bir politikacıyı seçmesi imkansızdı- bazıları böyle düşünüyordu. Her şeye rağmen şansölye olduğunda, milyonlarca insan, döneminin kısa ve etkisiz olmasını bekledi. Almanya kanunlara saygılı olmasıyla dillere düşmüştü; aynı zamanda kültürlü bir ülke olarak bilinirdi. Nasıl olur da bir Alman hükümeti kendi insanlarına sistematik olarak gaddarca davranabilirdi?”

Hett ve aralarında Stern, Ian Kershaw, Richard Evans, Joachim E. Fest ve Eric Voegelin'in bulunduğu tarihçiler, düzenin “yararı” veya mali gereklilik adına Almanya'daki demokratik norm ve usullerin bilinçli olarak nasıl yok edildiğini ayrıntılandırıyor. 1933’e gelindiğinde Naziler ve komünistler birlikte, küçük bir farkla da olsa, parlamentonun (Reichstag) çoğunluğunu oluşturuyordu. Hapisteki destekçilerine af çıkarmak dışında, her önemli konuda çıkmaza saplanmışlardı. Bu “olumsuz” çoğunluk yönetmeyi imkânsız kılıyordu. Alman demokrasisi gerildi (veya tutukluluk yaptı). 1919-1925 arası Başkan olan sosyalist lider Friedrich Ebert, daha sonra da, 1930-1932 arası Şansölye Heinrich Brüning, Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg ile işbirliği yaparak bölünmüş parlamentoyu aşmak için, cumhurbaşkanına, acil durumlarda kararname çıkartma izni veren Weimar Anayasası'nın 48. maddesine dayanarak kararname ile yönetmeye başlamıştı bile- ki bu Hett'e göre “Almanya'nın diktatörlüğe dönüşmesini sağlayabilecek bir tuzak-kapı idi.” 48. madde, Başkan Barack Obama ve şimdi de Başkan Trump'ın özgürce kullandığı kanun hükmünde kararnamelerin muadili idi.

Amerikan Kongresi8 halen, bazı açılardan, Alman Parlamentosu Reichstag'dan bile daha da işlevsiz bir durumda. Hiç olmazsa Alman komünistleri işçiler için çabalıyordu. Amerikan Kongresi'ndeki Cumhuriyetçiler ve Demokratlar ise önemsiz konularda zıtlaşma halinde iken, şirket devletine destek ile işçi sınıfına karşı olmakta birleşmiş durumdalar. Her yıl, sonu gelmeyecek savaşlar için askeri sektör ve istihbarat ajanslarının sonsuz harcamalara izin veriyorlar. Şirket iktidarının talep ettiği tasarruf politikalarını, ticaret antlaşmalarını ve vergi indirimlerini kabul ederek işçi sınıfına karşı saldırıyı hızlandırıyorlar. Aynı zamanda ve aynen Almanya ve İtalya'daki faşist dönemde olduğu gibi mahkemeleri de aşırı uçlarda görüşlere sahip insanlarla dolduruyorlar.

1933’te Reichstag binasının yakılmasına karşılık olarak -ki muhtemelen Nazilerin işi idi- Naziler 48. maddeyi kullanarak Parlamento'dan acil bir cumhurbaşkanlığı kararnamesi geçirdiler; ismi şöyle idi: “Halkın ve Devletin Korunması İçin”. Bu da demokratik devleti hızla bitirdi. Kararname, ulusal güvenliğe tehdit olarak algılanan herhangi bir kişinin yargılanmadan hapse atılmasını kanun haline getirdi. Özgür ifadeyi, dernekleşmeyi, basını yok ederken, aynı zamanda posta ve telefon ile iletişimin mahremiyetini de yasakladı. O günlerde kararnamenin önemi ve muhtemel yansımalarını pek az sayıda Alman anlayabildi, aynen Amerikalılardan pek azının Vatanseverlik Yasası'ndan (Patriot Act)9 türeyen çetrefilli ayrıntıları yeterince anlayamamaları gibi.

Demokrat Partililerin çoğunlukta olduğu Temsilciler Meclisi iki küçük anayasa ihlali nedeniyle Trump'ın yargılanmasına karar verdi. Obama ve Bush dönemlerinde normalleştirilen çok daha vahim ve yaralayıcı ihlallerine dokunmadı. Anayasa gerektirdiği halde, Kongre'nin hiçbir zaman ilan etmediği yasadışı savaşları George W. Bush başlatmış, Barack Obama da devam ettirmişti. Anayasa'daki Dördüncü Değişiklik'i doğrudan ihlal etmesine rağmen Amerikan kamusu halen hükümetin geniş kapsamlı gözetimi altında. İşkence ve insan kaçırma ve terörizm, şüphelilerin bilinmeyen, açıklanmayan yerlerde hapsedilmesi; şimdi üst düzey yabancı liderleri de kapsayan, hedeflenmiş insan öldürmeler artık gündelik olay haline geldi. Edward Snowden, istihbarat kurumlarımızın Amerika'daki hemen her vatandaşı gözetlediğini ve izlediğini ve bütün verilerimizi ve hakkımızdaki bilgileri sonsuza kadar hükümet bilgisayarlarında (bulut10) sakladığını gösterecek belgeleri ortaya koyduğu zaman buna karşı önlem alacak hiçbir şey yapılmadı. Obama, 2002 Askeri Güç Kullanımı için Yetki'yi kötüye kullanarak hukuk kurallarını silmek ve hükümetin yürütme organına hem hâkim hem jüri hem de Amerikan vatandaşlarını öldürmek üzere cellatlık yapma hakkı tanıdı ve buna, Yemenli-Amerikalı radikal İmam Anvar-al-Avlaki11, sonra da 16 yaşındaki oğlunu öldürterek başladı. Obama ayrıca Ulusal Savunma için Yetki Yasası'nın 1021. bölümünü imzalayarak yasa haline getirdi ve böylelikle 1878 Posse Comitatus Yasası'nı12 tersine çevirerek askeriyenin, ülke içinde, yerel polis gücü olarak kullanımına izin verdi. Obama ve Trump, Senato'nun onayladığı anlaşmaların bazı maddelerini ihlal etti. Senato'nun onayı gerekmeden bazı görevlere atama yaparak Anayasa'yı ihlal ettiler. Başkanlık kararnamelerini suiistimal ederek Kongre'yi pas geçtiler. Bunların hepsi iki partinin de kullanabileceği ve bir demagogun elindeki son derece tehlikeli olabilecek araçlar. Almanya ve İtalya'daki gibi demokrasinin giderek aşınması, faşizmin kapısını açtı. Burada suç Trump'ın değil, yönetici sınıf elitin, çünkü onlar, aynen kendi 1930lardaki öncülleri gibi hukukun üstünlüğü ilkesini terk ettiler.

Weimar dönemi Almanya'sında gazeteci olarak çalışan Peter Drucker'ın keskin zekasıyla gözlediği gibi, faşizm, Nazilerin sürekli olarak söylediği yalanlar yüzünden değil, onlara rağmen yayıldı. Trump'ın yükselişine benzer bir şekilde Nazilerin yükselişi, “kendilerine düşman bir radyo, düşman basın, düşman sinema, düşman kilise ve bıkıp usanmadan onların yalanlarını, tutarsızlıklarını, sözlerini tutmayışlarını ve izledikleri yolun çılgınlığı ile tehlikelerini ortaya koyan düşman hükümete rağmen” gerçekleşti. Bizim ciddi bir uyarı olarak algılamamız gereken bir cümlesinde Drucker şöyle diyordu: “Eğer Nazi vaatlerine rasyonel olarak inanmak gibi olmazsa olmaz bir öncül olsaydı, tek bir kişi bile Nazi olamazdı.” Hetts'in yazdığı gibi, hakikate böylesi bir düşmanlık, “siyaseti hor görmeye veya daha doğrusu, bir şekilde siyasi olmayan bir siyaset arzulamaya dönüşür- ki böyle bir şey de asla olamaz.”

Solcu piyes yazarı Ernst Toller Weimar Cumhuriyeti'nde yaşayan Almanlar hakkında, “Halk akıl yürütmekten yoruldu, usa vurmaktan ve düşünmekten bıktı” diye yazmıştı. “Ve soruyorlar: son birkaç yıl içinde mantık ne işe yaradı, içgüdülerimiz ve bilgilerimiz neyin çaresi oldu?”

İktidar seçkinleri yani yönetici elitler, vatandaşların haklarını ve gereksinimlerini koruyamıyor veya artık korumakta isteksiz ise, kendileri de vazgeçilebilir hale gelir. Kızgın bir halk, geleneksel yöneticilere saldıracak herhangi bir siyasi kişiliği ve siyasi partiyi kendi yandaşı olarak görür. Saldırı ne kadar kaba, mantıksız ve bayağı ise, haklarından mahrum edilmiş olanlar o kadar sevinecektir. Yalanmış, doğruymuş hiç fark etmez. Faşistlerin çekiciliği de bu noktadaydı. Trump'ın cazibesi de bu. Demokrasi 2016 yılında Trump seçildiğinde sona ermedi. Cumhuriyetçi ve Demokrat Partilerin elinde, kendi şirket efendileri adına yavaş yavaş boğularak öldürüldü.

 

DİPNOTLAR

1 Anna Karenina romanında (1877)

2 Roma Cumhuriyeti: Klasik Roma medeniyeti M.Ö 509 yılından başlayarak, M.Ö 27 yılında kadar süren Anayasal Cumhuriyet dönemi, Latin, Yunan ve Etrüsk kültürlerinin bir karışımı idi. Roma İmparatorluğu'nun kurulması ile sona ermiş Klasik Roma Medeniyeti. (wikipedia)

3 “Odada Yetişkinler” (Adults in the Room): Bir süre önce Yunanistan'daki solcu hükümeti ve Yunanistan'a borç veren IMF gibi kuruluşların Yunan halkına getirmek istediği aşırı kemer sıkma politikalarına itiraz edip istifa eden, sonra da bu dönem hakkında bir kitap yazan eski Maliye Bakanı akademisyen ekonomist Yanis Varoufakis'in kitabı Adults in the Room'a atıf yapılıyor. Odadaki Yetişkinler de Avrupa Birliği'nin finans bürokrasisinde çalışan, dolayısıyla Yunanistan'nın borçları için pazarlık masasına oturan en önemli ve en büyük bürokratlara atıf yapıyor. Syriza partisinden istifa edip 2018 de kendi sol kanat partisine kuracaktı.

4 Joseph Roth: (1894- 1939) Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Monarşisine bağlı ve nüfusunun ağırlığı Yahudi olan Galiçya'da Lemberg yakınlarındaki Brody kasabasında dünyaya gelmiş Avusturyalı yazar ve gazeteci. Viyana ve Lemberg'de edebiyat ve felsefe öğrenimi gördü. I. Dünya Savaşı'na katıldı. En önemli kitabı Avusturya Macaristan İmparatorluğu'nun çöküş döneminde yaşamış bir ailenin öyküsünü anlattığı “Radetsky Marş”ıdır. Önemli ve ufuk açıcı denemesi, “Gezegen Yahudiler”, Birinci Dünya Savaşı ve Sovyet devriminden sonra Doğu Avrupa'da yaşayan Yahudilerin Batı'ya göçünü anlatır.

1918 yılından itibaren Viyana'da, sonra Berlin'de muhabirlik yaptı. Neue Berliner Zeitung, Berliner Börsen-Courier Frankfurter Zeitung gibi gazetelerde çalıştı. Avrupa'yı dolaştıktan sonra 1933 yılında Fransa'ya yerleşti. 1939'da Paris'te yoksulluk ve borç içinde öldü. (wikipedia)

5 Auto-da-fe: Ortaçağ'da, özellikle de İspanya, Portekiz ve Meksika'da Engizisyon Mahkemesi'nin “suçlu” hakkındaki kararını açıkladığı ve sonra laik otorite tarafından kararın infaz edildiği tören. En ağır ceza da “suçlu”nun yakılarak ölüme mahkûm edilmesi idi. Auto-da-fe, kamusal alanda uygulanan ruhani ceza anlamına geliyor, ancak sonraki dönemlerde hüküm giymiş kişinin bir odun direğe bağlanarak yakılmasını ifade etmek için kullanıldı- Wikipedia'ya göre bu ceza ancak çok ağır suçlar için veriliyordu. (Wikipedia)

6 Svastika- gamalı haç. Geçmişte çeşitli kültürlerde kullanılan gamalı haç Nazi bayrağının ve kültürünün vazgeçilmez bir parçası idi. Tarihteki kullanımı ise Avrasya'dan Hindistan'a kadar uzanıyor ve 5000 yıl öncesine kadar gidiyor.

7 Stormtroopers: (Fırtına Birlikleri olarak da çevrilebilir) Almanya'nın Birinci Dünya Savaşı'ndaki özel yetişmiş askerleri. Bir yere, bir alana gizlice sızmak için yetiştiriliyorlardı.

8 Amerikan Kongresi: 1789’da yürürlüğe giren ABD anayasasına göre kurulmuştur. ABD'nin yasama organı olan bu kurum, senato ve temsilciler meclisinden oluşur. (Ancak yaygın kanaatin aksine bu iki meclis arasında bir altlık üstlük hiyerarşisi yoktur. Yani, Senato, Temsilciler Meclisi’nden geçen tasarıların onay mercii değil. Bir tasarı önce Senato’dan geçip sonra Temsilciler Meclisi’nde de reddedilebilir.) Senato'nun her eyaletten iki kişi olmak üzere 100 üyesi vardır. Senatörler 6 yıl süre ile görev yaparlar. Temsilciler Meclisindeki üye sayısı nüfus oranına göre saptanır ve halen 430 üyesi mevcuttur ve üyeleri 2 yıl süre ile görev yaparlar. Halen Temsilciler Meclisi mv. Sayıları: Demokrat: 232, Cumhuriyetçi 197, Bağımsız 1, Boş 5. (http://amerikabulteni.com/2013/01/05/abd-kongresinin-yapisi-senato-ve-temsilciler-meclisi-nedir-yasa-nasil-yapilir/ ve https://pressgallery.house.gov/member-data/party-breakdown)

9 Vatanseverlik Yasası (Patriot Act): ABD'nin 11 Eylül 2001 Dünya Ticaret Merkezi'nin İkiz Kulelerine uçak saldırısından sonra, 26 Ekim 2001 de George W. Bush döneminde yürürlüğe soktuğu ve iç denetim organlarına, FBI ve CIA'e yüksek derecede gözetleme ve denetim imkânı veren yasa. (Ekşi Sözlük ve Wikipedia)

10 Çevirmenin eki

11 Anvar-al-Avlaki: Amerikalı-Yemenli imam ve vaiz. Üniversite eğitimini ABD de almıştı. El-Kaide ile bağlantısı olduğu iddia edilerek bir Amerikan İHA'sı (insansız hava aracı) tarafından öldürüldü. (1971-2011) (gazeteler)

12 Posse Comitatus Act: ABD'de federal hükümetin, federal askeri gücü, iç siyasi ortam için kullanma yetkisini sınırlamak amacıyla 1878 yılında kabul edilmiş bir yasa. (Posse Comitatus= silahlı müfreze)