Açık Radyo'nun 25 yılı: Ömer Madra ve Didem Gençtürk'le söyleşi

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

Açık Radyo bu yıl 25. yaşını kutluyor. Radyonun Yayın Yönetmeni Ömer Madra ve ekipten Didem Gençtürk 25 yılın hikayesini, Hrant Dink'i de anarak , Agos'tan Vartan Estukyan'a anlattı.

(Agos gazetesinde yayınlanan Vartan Estukyan'ın bu söyleşisi, gazetenin internet sitesinden alınmıştır.)

Açık Radyo, bu hafta kuruluşunun 25. yılını kutluyor. Tarihten müziğe, siyasetten mimariye, onlarca alanda yüzlerce programın yayınlandığı Açık Radyo’nın programcı ve dinleyici kitlesi de aynı çeşitliliği gösteriyor. Vomank ekibinden Saro Usta’yla, Türkiye’de Ermenice müzik denince akla artık sadece ‘Sari Galin’ veya ‘Dle Yaman’ gelmesin diye uzun zamandır üzerine düşündüğümüz radyo programını yapmaya karar verdiğimizde, Açık Radyo dışında herhangi bir alternatif düşünmedik dahi ve bu teklifimizi radyo yetkililerine ilettik. Kendi formatımızdan hareketle, yer yer Ermenice konuştuğumuz, her zaman Ermenice şarkı çaldığımız bir programı, Türkiye’de Açık Radyo’dan başka bir frekansta yapmamız pek mümkün değildi. 30 Nisan 2017’den bu yana bünyesinde program yapmaktan büyük keyif duyduğum Açık Radyo’nun 25. kuruluş yıldönümü vesilesiyle Ömer Madra’yla konuştuk. Daha doğrusu Ömer Abi, radyoyu çeşitli referanslarla Agos’a anlattı. Onun ve Didem Gençtürk'ün kaleminden okuyoruz.


Genel olarak “Kimse seni övmüyorsa sen kendini öv!” şiarıyla hareket ediyoruz Açık Radyo söz konusu olduğunda. Ama bu kez, Agos gazetesi için farklı bir uygulama yapalım isterseniz ve hem sizin, hem de bizim için çok özel bir insanın sözlerine kulak verelim.
Eşsiz insan Hrant Dink, radyomuzun 16 yıldan beri devam etmekte olan dinleyici destek özel günlerinin birincisine, 29 Şubat 2004’te telefonla bağlanmıştı. Bakın, Dink neredeyse 17 yıl önce nasıl bir değerlendirme yapmış.

 

“Ömer Madra: Telefonda Hrant Dink var. Dostumuz, dinleyicimiz ve programcımız tabii ki.
Şerif Erol: Merhaba!
Hrant Dink: Merhabalar, merhabalar dostlar!
ÖM: Merhaba Hrant, nasılsın?
HD: Sağ ol. Ömer’ciğim, sensin herhalde?
ÖM: Evet!
HD: İkinize de merhabalar.
ŞE: Çok teşekkürler.
HD: Nasıl gidiyor kampanya?
ŞE: Gayet iyi, gayet iyi gidiyor. Aslında canlı yayında bugün beraber olabilmeyi çok ümit etmiştik ama konuştuğumuzda İstanbul dışında olduğunuzu, evet, çok üzülerek dile getirdiniz. Hep konuklarımıza öncelikle şunu soruyoruz: Sizce nedir, sizin için nedir Açık Radyo?
HD: Açık Radyo benim için… belki bir cümleyle, şöyle söyleyeyim. Türkiye’nin yozlaşmış entelektüel performansının, kendini koruyabilmiş, kendini estetize edebilmiş, kendini bir köşede yoğunlaştırabilmiş yegâne sığınağıdır, yegâne savunma alanıdır diyebilirim.
ÖM: Savunma alanı ha, çok güzel!
HD: Evet, böyle düşünüyorum. Başından beri koymuş olduğu programlarla, ülkelerle ve o kitlesiyle, kucakladığı kitlesiyle, konuklarıyla, müziğiyle, kültürüyle – her şeyiyle… Yani sıradanlığın değil sıradışılığın ama aynı zamanda olağanlığın, olması gerekenin tek yapılabildiği yer gözüküyor benim görebildiğim kadarıyla. O açıdan bütün çalışan arkadaşlarımızı, emeği geçen arkadaşlarımızı, başta Ömer’in şahsında, hepinizin şahsında canıyürekten kutluyorum.
Benim gönlüm arzu ederdi ki Açık Radyo içerisinde çok daha fazla bir katkım olsun, her zaman arada bir programlar yapabilelim, Türkiye’nin ötekilerle ilgili, farklılıklarla ilgili sorunlarını biraz da kendi penceremizden sizlere aktarabilelim. İnşallah ileriki zamanlarda bunları hep beraber gerçekleştireceğiz.
ÖM: İnşallah. Yani özellikle Agos gazetesinin sesini biraz olsun duyurabilmek için baştan beri programcımız olarak bulunmandan büyük bir mutluluk duyuyorduk...
HD: Sağ olasın Ömer’ciğim. Bizim için de o bir şeref. Başından beri bunu yaptık. İnşallah daha da devam ederiz.
Ben şimdi buradan biraz dinleyicilerinize seslenmek istiyorum, Açık Radyo kampanyası açısından: Bence Açık Radyo’nun ne olup ne olmadığını her şeyden iyi anlamak gerekiyor ki ona sahip çıkılsın. O bilince sahip çıkmak gerekiyor. Bilinç olmadan bir şeye sahip çıkmak imkânsız çünkü. Benim şahsımda, benim karakterimde yarattığım o bilinç, dediğim gibi şu: Bizim bir tür entelektüel ihtiyaçlarımızın, entelektüel hatta estetiksel karşılanması… ‘Estetikle ne alakası var?’’ diyebilirsiniz. Diyebilirsiniz ki, ‘Sesi dinlemenin, radyonun estetikle ne ilgisi var?’
Bence estetiksel de bir yanı var bunun. ‘Entelektüel estetizmin’ diyelim isterseniz bir miktar yoğunlaşabildiği, korunabildiği, savunulabildiği… kalitenin korunabildiği, sunulabildiği yegâne alan gibi geliyor bana burası. İnşallah diğer radyolar da size benzer.
ÖM: İnşallah. Sayılarının artması, dileğimiz tamamen o yönde. Açık Radyo’nun çoğalması kadar hoş ne olabilir diye de insan düşünüyor doğrusu.
HD: İnşallah benzer. Senin eğer özel bir sorun yoksa, duygularım bundan ibaret. Hepinize başarılar diliyorum. Herkes size sahip çıkmalı. Size sahip çıkmak kendine sahip çıkmakla, kendi değerlerine sahip çıkmakla eş anlamlıdır diye düşünüyorum. Açık Radyo dinleyicileri bence bu fırsatı kaçırmamalılar.
ŞE: Çok teşekkürler!
HD: Rica ederim!”

Özetle: Hrant Dink, Türkiye’nin “entelektüel performansının”, kendini –yozlaşmadan– koruyabilmiş, bir köşede yoğunlaştırabilmiş yegâne sığınağı, “savunma alanı” olarak tarif ediyor Açık Radyo’yu. İltifat mı? Bence değil. Doğrusunu isterseniz, bunca yıl aradan sonra, başımızdan geçen bunca cinayetten, bunca acılı-zorlu-kanlı-baskıcı deneyimden sonra daha bile doğru(lanmış) bir tanım gibi geliyor bana; bu müthiş teşhis ve değerlendirmeye ilave edecek fazla bir şey bulamıyorum.

Bir başka değerli dostumuz ve programcımız şair, yazar, felsefeci Oruç Aruoba’ya o ilk yıllarda bir gün “Yahu, ‘etik-estetik birlik ve bütünlüğü’ üzerine de bir dizi program yapsana” demiştim yürüttüğü felsefe programlarında. “E, çüş artık!” diye cevaplamıştı beni, her zamanki dürüst dobralığıyla. Konunun çetrefilliğini ve zorluğunu kastediyor olsa gerekti.

Müteveffa dostum Oruç’un hakkını asla ödeyemem ve onun hakkını asla yemek istemem ama müteveffa dostum Hrant, dinleyici destek kampanyamızın ilk –ve o zaman için tek– gününde “Entelektüel estetizmin… kalitenin korunabildiği, sunulabildiği yegâne alan gibi geliyor bana burası” derken ve “Size sahip çıkmak, kendi değerlerine sahip çıkmakla eş anlamlıdır diye düşünüyorum” diye eklerken, bendenizin zihnindeki temel amacı, yani ‘etik-estetik bütünlüğü’nü gerçekleştirdiğimizi en özlü biçimde oracıkta ifade ediyordu. Dahası, dinleyiciyi de gene oracıkta bu ‘suça ortak olmaya’ çağırıyordu.

İşin hoş yanı, dinleyici bu ortaklığa bugüne kadar devam etti. Hem de sayıları artarak. Dinleyicilerimizin müzisyen, sanatçı, yazar, çizer, düşünür, bilimci, akademisyen –ya da işsiz/güçsüz– dostlarımızın müthiş bir dayanışma örneği vererek tam bir şenliğe dönüştürdükleri destek etkinliklerimizin onaltıncısını bu yıl Pandemi yüzünden yapamadık. Buna rağmen destekçi sayımızda bir düşüş olmadığını, hatta bir miktar artış olduğunu gururla söyleyebiliriz. Hrant’ın dediği gibi, Açık Radyo dinleyicileri ‘bu fırsatı’ kaçırmadılar.

Dürüst ve açık bir iletişim

Bir de, bizimle aşağı yukarı aynı zamanda yayına geçen Democracy Now! Radyo/TV kanalının sunucusu, yazar ve aktivist Amy Goodman’ın ‘Rollling Stone’ kanalında yeni yayınlanan sözlerinden de biraz kopya çekerek, Açık Radyo hakkındaki fikirlerimi anlatmayı sürdürmeye çalışayım: 

“Bugün bu ülkede olup bitenlere, yani hareketlerin gücüne baktığınızda, bunun bir şeyleri değiştirdiği açık. Bizim de bu yolda, yani insanların çoğunluğunun sesinin duyulmasını sağlayacak yolda ilerlemeye devam etmemiz gerek. Bizim birbirimizle iletişim kurma şeklimiz medya aracılığıyla… Bu iletişimin dürüst ve açık olması gerek. Ben medyayı devasa bir mutfak gibi görüyorum, dünyanın her bir yanına uzanan bir sofra. Hepimiz bu masanın etrafında oturup günün en önemli konularını tartışıyoruz, savaş ve barış gibi, hayat ve ölüm gibi. Bunun daha azıyla yetinen her şey, demokratik bir topluma zarar verir.
İşte birbirimize böyle özen göstermenin her şeyi değiştireceğine inanıyorum. Bu çaresizlik ve umutsuzluk ortamında gerçek umut burada. Böylesi bir sevgi ve desteği elimizden nasıl geliyorsa birbirimize ifade etmek – işte hareketler tam da bunun gelişmesini sağlıyor. Tıpkı ‘Black Lives Matter’ [Siyah Hayatlar Önemlidir] hareketinde olduğu gibi, insanlar sokaklara çıkıyor, maskelerini takıyor, birbirini koruyor, gezegeni korumak için mücadele ediyor, iklim krizini ciddiye alıyor, pandemiden yararlanarak kâr etmeye çalışanlara karşı çıkıyor. Bizler kendi kişisel hayatımızda da bu özeni göstermeli, saygılı olmalı ve hayatlarımızı eşitlikçi bir şekilde sürdürmeliyiz.”

"Büyük Şölen"

Amy Goodman, medya için kullandığı bu büyük ‘şölen’ metaforunu sekiz yıl önce Açık Radyo’ya 2012’de Güney Afrika’daki Durban BM İklim Zirvesi’nde de söylemiş, “Bundan daha azı kabul edilemez” diye de eklemişti. Bu sözler hiçbir zaman aklımızdan çıkmamıştı zaten, bu şölen sofrasını hâlâ sürdürmeye çalışıyoruz, daha azını da kabul etmiyoruz. Şu Âna kadar 1277 programcımız 1169 program yapmış/yapıyor. Yaşları 9 ile 80 arasında değişen bağımsız programcılarımız arılardan kokulara, iklimden çöllere, gıdadan suya, yeraltından uzaya, yeryüzünün neredeyse bütün dillerine, bütün müziklerine, bütün kültürlerine uzanan, gerçekten emsalsiz bir şölene katkıda bulunmaya çalışıyorlar ve bunu canla başla yapıyorlar.

“Geride bıraktığımız bu çeyrek asırda Açık Radyo için en önemli anlar, hatıralar neydi?” diye soracak olursanız, deprem(ler) derim. Şöyle: 17 Ağustos 1999’daki Gölcük depreminden itibaren Deprem İletişim Merkezi (ARDİM) yoğun bir faaliyet gösterdi. 60 gün süreyle tüm formatını değiştirip radyoyu kesintisiz bir ‘telsiz çevrimi’ne dönüştürdü ve ihtiyaçlarla imkânları buluşturan bir köprü olmaya çalıştı.

Özellikle bu etkinliğiyle aralarında The New York Times, La Repubblica, Le Figaro, Journal de Genève ve Süddeutsche Zeitung’un da bulunduğu 12 uluslararası gazetede, BBC radyolarında ve Discovery Channel televizyon kanalında ‘haber’ oldu. Açık Radyo’nun deprem ve afetlere hazırlıklı olma konusundaki ‘Altın Saatler’ programı da 1999’dan bugüne kesintisiz ve düzenli olarak devam ediyor; Haziran 2019’da 1000. bölümü yayınlandı.

‘Açık Radyo bir okul’

Radyoya 17 yıldır emek veren, “Açık Radyo” denince akla Ömer Madra’dan sonra gelen ilk isim olan Didem Gençtürk, Açık Radyo’yu Oruç Aruoba’nın sözlerini de katarak şöyle anlatıyor:

“Açık Radyo bir okul” demişti Jak (baba) Kohen ilk iş görüşmesini yaptığımızda. Ben bu okulun uzun süredir öğrencisiyim. Tam 17 yıldır. Covid şartlarında mümkün olmasa da koridorlarında, avlusunda uzun sohbetlerin, tartışmaların, gülüşmelerin olduğu bir mekân radyo. Yüzlerce gönüllü programcı, yüzlerce konuk ve çalışanlarıyla bir çok karşılaşmaya, ortaklaşmaya vesile olan bir ortak alan. Mikrofonlarını dünyanın her yerinden farklı sese, konuya açan bu radyoyu diğerlerinden ayıran özelliklerinden biri dinleyicilerine program yapma imkânı sağlaması. Profesyonel hayatında bambaşka işler yapan fakat bir konuyu ya da bir müziği ya da bir enstrümanı kendine dert edinmiş insanların ilgi alanlarında program yaptığı bir radyo. Bunu sevgili dostumuz, programcımız Oruç Aruoba, sonradan Açık Kitap’a da taşıdığımız bir özel yayında şöyle anlattı:

"Benim açımdan da şöyle olmuştu. Ömer aradı bir gün,“Bize felsefe lazım,” dedi. “Oğlum,”dedim, “ne işi var felsefenin radyoda?” “Bilmem,” dedi, “sen ne yapacaksan yap”. Öyle başladım ben o işe. Böyle bir yer buldu mu bulmadı mı, bilmiyorum; ama Açık Radyo’nun bu toplumda nasıl bir yer bulmaya çalışmasıyla ilgili bir şey söylemek istiyorum. Ömer “Gelin burada doğru söyleyin,” dedi. Bu kadar basit… (Bkz; Örgütlenmiş İkiyüzlülük) Her seferinde, “Bu yaptığım iş, benim bakış açımla yapılmış bir iştir. Bu işe çok başka biçimlerde de bakılabilir. Tek bir doğruyu söylemeye çalışmıyorum,” da demek lazım... Ömer, hiçbir zaman hiçbir programımın içeriğine hiçbir şey söylemedi, ama biraz da korka korka, “Ağabey, biliyorsun RTÜK var,” gibi bir şeyler söylemişti. O sırada bu açlık grevleri vardı... Ama radyo 15 gün Bukowski yüzünden kapanmıştı, benim yüzümden değil." (Açık Kitap - Madde: Açık Radyo Üniversitesi - Sayfa 24)

"Toplum örgütlenmiş ikiyüzlülüktür. Toplumların içinde çeşitli düzey ve biçimlerde sürekli yalan söylenir. Yalan söyleyenler de bilirler yalan söylediklerini; yalan söylenenler de kendilerine yalan söylendiğini… Belirli biri yoktur bunu örgütleyen; kendi kendine oluşur. İnsanlar öyle yaparlar –karşı karşıya geldiklerinde, biri düşünür, “Şimdi ben buna nasıl bir yalan söyleyeyim…” diye; öteki de merakla bekler, “Şimdi bu bana nasıl bir yalan söyleyecek…” diye. Ama, bazen, doğru söylemeyi ilke edinmeğe çalışan insanlar da çıkar ortaya. Epey sık da çıkarlar aslında; fena da değillerdir. O kadar kalabalık olmasalar da… Ömer de böyle birşey yaptı işte. Nereden nasıl bir tuğla düşmüş kafasına bilmiyorum, ama şöyle bir şey düşündü: insanlar var bu toplumun içinde, yaşıyorlar. Mesela bir banka genel müdürü var; diyelim, ortaçağ müziği meraklısı. Bir matematik profesörü var; kafasına Bach'ı takmış. Bir finans uzmanı var; çocuk şarkıları topluyor. Böyle kişileri buldu Ömer –arka bahçelerinde seslendirilebilir bitkiler yetiştiren kişileri… Onları çağırdı. Ne dedi onlara?... Önce, biraz geriye dönelim: Bütün o yalanlar niye söyleniyordu? Çıkar için. İnsanlar birtakım çıkarları için yalan söylüyorlardı ve toplum da bunun etrafında dönüyordu. Yani çeşitli insanların çıkarları var, çeşitli başka insanların söz sahibi olduğu. Banka müdürü olduğun zaman günde kaç yalan söylemek zorundasın, düşünsene! Üüf… Üstelik organize etmek zorundasın yalanlarını, programlı bir hale getirmek zorundasın.Şunu istedi Ömer insanlardan, onları çağırırken: “Gelin, burada doğru söyleyin”, dedi. Bu kadar basit: “Gelin, doğrularınızı söyleyin, doğrularınızı dinletin.” Ama yanına şunu da ekleyerek: “Bakın, size para mara da vermeyeceğiz; yani, buradan hiçbir çıkarınız yok. Buradan maddi çıkar anlamında hiçbir şey beklemeyeceksiniz”, dedi “–ama söylemek istediğiniz bir şeyler varsa –efendim, sen, alternatif edebiyat mı yapmak istiyorsun –sen, monofonik müzik mi çalmak istiyorsun, buyur yap. Ben sana beş kuruş para vermeyeceğim ama; ona göre”, dedi. Bu çok önemli. Bu ikili anlayış burayı kurdu. Bu çok önemli bir şey. Bir toplumda böyle birşey yoksa, yalan ve ikiyüzlülük batağına saplanıp başka hiçbir ufku, hiçbir umudu olmayan kişiler haline gelir insanlar. Bir yerlerde doğrunun söylendiğini; bir yerlerde birilerinin çıkarlarının gerektirdiklerini değil, gerçekten bildikleri ve gerçekten düşündükleri şeyleri söylediklerini bilmezse insanlar, bir boka yaramaz böyle bir toplum." (Açık Kitap - Madde: Örgütlenmiş İkiyüzlülük - Sayfa 545)

İşte böyle bir radyo Açık Radyomuz. Şimdi 25 yaşına bastı. 52 yayın dönemidir çoğunluğu gönüllü programcılarıyla kâinata sesleniyor. İyi ki doğdun Açık Radyo!