Yerelden evrensele eleştiri: Mehmet Rauf

-
Aa
+
a
a
a

Esin Hamamcı ve Hasan Turgut, Ben Buradan Okuyorum’un son bölümünde Fatma Damak’la Mehmet Rauf’un eleştirmenliğini konuştu.

Yerelden evrensele eleştiri: Mehmet Rauf
 

Yerelden evrensele eleştiri: Mehmet Rauf

podcast servisi: iTunes / RSS

Hasan Turgut: Mehmet Rauf, külliyatı çok geniş olan bir yazar. Romandan hikâyeye, tiyatrodan şiire, eleştiriye kadar pek çok türde eser vermiş birinden bahsediyoruz. Bu noktada 1908 yılında hapis cezası almasına neden olan Bir Zambak’ın Hikâyesi’nden mutlaka söz etmemiz gerekiyor. Kitap anonim olarak yayımlanmasına rağmen, Mehmet Rauf’a ait olduğu ortaya çıkınca pornografik niteliğinden dolayı yazarının deniz subaylığından ihraç edilmesine yol açıyor. Ne var ki Mehmet Rauf neredeyse sadece Eylül romanıyla biliniyor. Yazarın sadece Eylül üzerinden kanonikleşmesinin altında neler yatıyor olabilir sence? Neden örneğin bir Zambak’ın Hikâyesideğil de Eylül? Buradaki kanon inşa dinamikleri neler? 

Fatma Damak:Bu soruya cevap olarak söylenilecek ilk şey, kuşkusuz kanon inşası ile edebiyat tarihi yazımı arasındaki organik ilişki; çünkü ana akım Türkçe edebiyat tarihlerinde ön plana çıkarılan eser ve yazarlar, çoğunlukla Türkçe edebiyatın da kült eserleri ve yazarları olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla kanon inşasını belirleyen etmenler, Türkçe edebiyat tarihi yazımının ilkelerine dayanıyor. Bu doğrultuda dikkat çekilmesi gereken en önemli etmen, ana akım edebiyat tarihi yazıcılığının ulusalcı paradigma çerçevesinde inşa ediliyor olması. Nitekim edebiyat tarihi yazımını belirleyen ulusalcı paradigma sadece Türkçe edebiyat çalışmalarını değil, on sekizinci yüzyıl itibariyle farklı dillerde üretilen edebiyatlar üzerine yapılan çalışmaları da belirliyor. Bu paradigmanın Türkçe edebiyat tarihi çalışmaları içinde yerleşikleşmesini sağlayan isim ise Mehmet Fuat Köprülü. Köprülü’nün meşhur “Türk Edebiyatı Tarihinde Usul” makalesine bakıldığında, edebiyat tarihini bir ulusun medeniyet tarihi olarak gördüğü ve edebiyat tarihi aracılığıyla o ulusun, zaman içerisinde geliştirilen kültürel 'deha'sını ortaya çıkarmayı hedeflediği anlaşılıyor. Nitekim bu durum, Köprülü’nün edebiyat tarihini ereksel bir aygıt olarak tanımladığını ve bu aygıt vasıtasıyla hem o ulusun edebiyatının geçmişini kaydetmeyi hem de kayıt altına alınan eserler dolayımıyla o ulusun şimdisini ve geleceğini inşa etmeyi hedeflediğini açığa çıkarıyor. Köprülü’nün ortaya koyduğu bu edebiyat tarihi yazımı modeli, o zamandan bugüne kadar edebiyat tarihçilerinin büyük çoğunluğu tarafından da benimseniyor. Hâl böyle olunca edebiyat tarihi yazımı, seçme, eleme ve dışlama faaliyetlerini kapsayan bir işlem hâlini alıyor. Eser ve/veya yazar seçimini belirleyen en önemli etkenlerden biri olarak da özgünlük, orijinallik kıstası konuluyor. Bu sebeple edebiyat tarihleri, başında “ilk” ibaresi bulunan muhtelif eserlerin sıralanmasından oluşuyor. Nitekim, Mehmet Rauf’un sıklıkla Eylül ile edebiyat tarihlerinin ve kanonunun başta gelen ismi olmasının sebebi budur; çünkü Eylül Türkçe edebiyat içerisinde ilk psikolojik roman olarak kabul edilir. Eylül’ün ilk olma vasfıyla anılması, yazarının “tüm ayıplarına ve günahlarına rağmen” kanon içinde yer almasını sağlar. Fakat tabii ki Mehmet Rauf’un Eylül ile kanona girmesi, onun “tüm ayıplarının” yok sayıldığı anlamına gelmez. Zaten Mehmet Rauf üzerine yapılmış çalışmalara bakıldığında bunların hepsinde Bir Zambak’ın Hikâyesi’ne işaret edildiği, bu eserle Mehmet Rauf’un ahlaka aykırı bir harekette bulunduğu belirtilir ve tabiri caizse Mehmet Rauf ahlaki bir yerden yargılanır. Sonuçta “milletin dehası”na işaret eden eserlerin en önde gelen kıstası, orijinallik olsa da, bu, tek kıstas değildir; bunun yanı sıra ahlaka uygun olması -ki bu ahlakı belirleyen temel unsurun ataerki ve heteronormative olduğu aşikârdır – beklenmekte. Bu sebeple Bir Zambak’ın Hikâyesi, üretim koşulları içinde incelenmektense ve/veya metinde inşa edilen cinsiyet ve cinsellik politikaları üzerinden analiz edilmektense kamu ahlakını alt üst etme ve tabiri caizse milletin “dehası”na kara çalmayla kınanır. Mehmet Rauf Eylül ile Türkçe edebiyat tarihlerinin medar-ı iftihar-ı olarak kayda geçerken bu kaydın iki-üç satır aşağısında paradoksal biçimde, Bir Zambak’ın Hikâyesi ile utanç kaynağı ilan edilir.

Edebiyat tarihi yazımını belirleyen ulusalcı paradigma sadece Türkçe edebiyat çalışmalarını değil, on sekizinci yüzyıl itibariyle farklı dillerde üretilen edebiyatlar üzerine yapılan çalışmaları da belirliyor.

Esin Hamamcı: 1880’li yıllarda Osmanlılarda “roman” tabiri henüz yerleşmiş değil. Romanslar roman hâline dönüşmüş. Abdülhak Şinasi Hisar bile yazdıklarına “hikâye” diyor. Halit Ziya 1888-1889’lu yıllarda İzmir’de arkadaşlarıyla Hizmet gazetesini çıkartıyor. Burada yazdığı birtakım yazılar var. “Roman nedir?”, “Romantizm ve realizmin ne gibi unsurlara sahip olması gerekir?” gibi sorulara cevap arıyor. Bu yazıları 1889 yılında Hikâye adlı kitabında topladığını görüyoruz. Bu eserde realist romanın özeliklerini överek anlatıyor. Mehmet Rauf da edebiyat eleştirisi alanında roman türünün ortaya çıkışını ve gelişimini konu eden “Tarih-i Hikâye” başlıklı sekiz sayılık bir yazı dizisi kaleme alıyor. Bu yazı dizisinde İngiliz edebiyatını merkez aldığını görüyoruz. Roman türünün romantizm ve realizm akımları içerisindeki etkilerini, değişimlerini inceliyor. Mehmet Rauf’un, Fransız edebiyatının ekol hâline geldiği bir dönemde İngiliz edebiyatı alanında bazı eleştiri yazıları kaleme almasını nasıl değerlendirirsin? Burada yazarın temel motivasyonu nedir? Halit Ziya’yla ve diğer Servet-i Fünûncularla ne gibi örtüşme ve ayrışmalardan söz edebiliriz?

FD:On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı entelektüelleri, Avrupa kültürüyle iletişime geçmek için çoğunlukla Fransızcayı kullanıyorlar ki yeni tarzda kurulan okullarda da çoğunlukla yabancı dil olarak Fransızca eğitimi verildiği biliniyor. Fakat Fransızcanın yanı sıra eğitim alanlarına göre, Almanca ya da İngilizce gibi başka diller de öğreniyorlar ki Mehmet Rauf da bunlardan birisi. Eğitim gördüğü Harbiye Mektebi’nde İngilizce öğreniyor. Bu durum da onun İngilizce edebiyat eserlerini ve edebiyat eleştirisi çalışmalarını doğrudan okuyabilmesini sağlıyor. Bana göre Mehmet Rauf da elindeki bu imkânı kullanarak ilgi alanını sadece Fransız edebiyatıyla sınırlandırmayıp İngiliz edebiyatına doğru genişletiyor. Okuduğu metinlerden öğrendiklerini de edebiyat eleştirisi yazılarıyla okur kamusuna açıyor. 

Mehmet Rauf

Fakat İngiliz edebiyatına yönelmesi, tabii ki Fransız edebiyatıyla hiç ilgilenmediği anlamına gelmez. Eleştiri yazılarında sıklıkla belirttiği gibi Mehmet Rauf’un temel hedefi, modern çağa uygun, gelişmiş bir Osmanlı-Türk edebiyatı oluşturmak ki eleştiri yazılarını da bu hedef doğrultusunda kaleme almış. Bu yazıları yazarken farklı ülkelerde üretilmiş, muhtelif dillerdeki edebiyat eserlerine bakmayı, onlarla alışveriş içinde olmayı da oldukça olağan bulur ki uygulamalı eleştiri yazılarına baktığımızda İbsen’in tiyatro eserlerini, Dostoyevski’nin romanlarını da konu ettiğini görüyoruz. Hatta on dokuzuncu yüzyılda gelişen ulaşım ve iletişim kanallarını da edebiyatlar arası alışverişi gerçekleştirmeyi sağlayan önemli bir fırsat olarak görüyor. Bu noktada Fransız edebiyatını rol model almalarının temel sebebi olarak bu edebiyatın, on dokuzuncu yüzyıl dünyasındaki en gelişmiş edebiyat olmasını gösteriyor. Bu noktada Fransız edebiyatı körü körüne model aldıkları bir model değil; zira amaçları Fransız edebiyatının birebir aynısını üretmek değil, Fransız edebiyatının gelişimini sağlayan dinamikleri öğrenerek onları uygulamaya geçirmek ve böylece gelişmiş bir Osmanlı edebiyatı üretmek. Bu doğrultuda Fransız edebiyatına baktığında Mehmet Rauf, bu edebiyatın kapalı bir biçimde gelişmediğini; İngiliz edebiyatıyla, Rus edebiyatıyla, Alman edebiyatıyla kurulan diyalog sonucunda geliştirildiğini görüyor. Fransızların başka edebiyatlardan aldıkları unsurları, kendi kültürel ortamlarındaki malzemeyle harmanlayarak edebiyatlarını mükemmelleştirdiklerini saptıyor. Bunun yanı sıra, gelişimin, tekâmülün hiç bitmeyen bir süreç olduğunu ve Fransızlara mahsus olmadığını; kimler daha çok çalışırsa onların edebiyatının zaman içinde en gelişmiş olabileceğini belirtiyor. İşte bu sebeple Avrupa edebiyatında tespit ettiği edebiyatlar arası diyaloğun içine, eleştiri yazılarıyla dâhil olmaya çalışıyor. Nitekim bu şekilde hem Avrupa’daki edebiyat bilgisini buraya aktararak Osmanlı edebiyat kamusunun kültürel dağarcığını genişletmiş olacak hem de Avrupa edebiyatıyla Osmanlı edebiyatını diyalog içine sokarak Osmanlı edebiyatını dünya çapında bir edebiyat hâline getirmeye çalışacak. Bu doğrultuda diyalogun Fransa ile mi, İngiltere ile mi, İran ile mi olduğu önemli değil, önemli olan gelişmiş olan edebiyatlarla kurulması. 

Mehmet Rauf hem Avrupa’daki edebiyat bilgisini buraya aktararak Osmanlı edebiyat kamusunun kültürel dağarcığını genişletmiş olacak hem de Avrupa edebiyatıyla Osmanlı edebiyatını diyalog içine sokarak Osmanlı edebiyatını dünya çapında bir edebiyat hâline getirmeye çalışacak.

HT: Diyalog kavramı buradaki anahtar sözcüklerden biri bence. Model ilişkisinin sadece kompleksle kurulmadığını, bir sentez arayışını içerdiğini gösteriyor bize. Halit Ziya ve Mehmet Rauf gibi isimlerin öncüsü olduğu Edebiyat-ı Cedideciler sayesinde Osmanlı kamuoyu pek çok konuyu tartışma şansı buluyor. Roman konusundaki yerleşik kabuller, bu tartışmalar sırasında büyük ölçüde değişiyor. Sen Mehmet Rauf’un eleştirmenliğini konu alan tezinde “Mehmet Rauf’un Fransa’da gelişen izlenimci ve biyografik eleştiri modellerinden hareketle yeni bir eleştiri paradigması kurduğunu” ileri sürüyorsun. İzlenimci ve biyografik eleştiri anlayışlarını biraz açar mısın? Bu anlayışlarla söz konusu dönemde cereyan eden Dekadanlar ve Klasikler tartışmalarını düşündüğümüzde Mehmet Rauf yerlilik ve millîlik meselelerinde nerede konumlanıyor tam olarak?

FD:Mehmet Rauf’un inşa etmeye çalıştığı eleştiri yönteminden önce belki kısaca Dekadanlar ve Klasikler tartışmasının biçimine değinmek iyi olabilir; çünkü Mehmet Rauf tam da bu tartışma yöntemine alternatif olarak kendi eleştiri anlayışını sunuyor. Bu tartışmalar, dönem içerisinde hâkim olan edebiyat eleştirisi üretme biçimi. Bu tartışmalarda yazar/şairler birbirlerine karşı kendi edebiyat anlayışlarını savunurken aynı zamanda ideal bir edebiyat nasıl olmalıdır, bunun formülünü de sunuyorlar. Fakat bu formülü sunarken kendi poetikalarının ötesine geçemiyorlar. Hâl böyle olunca edebiyatın tanımı, ilkeleri, dinamikleri kendi ürettikleri edebiyatın sınırları içinde kalıyor; teorik ve tarihsel bir inceleme yerine kavgaya dönüşüyor. İşte Servet-i Fünûn döneminde cereyan eden bu tartışmaların ortasında Mehmet Rauf eleştiri yöntemini inşa etmeye çalışıyor. Bu tartışmalara doğrudan katılmıyor; onlara mesafe alarak kendine alan açıyor ve eleştiriyi kuramsal bir zemine çekmeye çalışıyor. Bu kuramsal zeminin en temel ilkesi olarak ise edebiyatın göreceli, öznel ve bakış açısına göre değişen bir mefhum olduğunu ortaya koyuyor. Edebiyat eleştirisinin ise malzemesi gereği, öznel ve kişiden kişiye değişebilir olduğunu iddia ediyor. Bu sebeple farklı yazar/şairler arasında meydana gelen tartışmaları, edebiyatın gelişimi açısından faydalı ve olması gereken bir şey olarak; ama hangisi haklı sorusuna gelince bu tartışmaları boş ve gereksiz olarak görüyor. Ona göre bu tartışmaları yapan insanlardan ne biri diğerinden daha haklı ne de hepsi haksız. Çünkü edebiyatın ne olduğunu üzerine düşünen ne kadar insan varsa bu sorunun o kadar cevabı vardır ve gelecekte de yeni cevaplar oluşmaya devam edecektir. Bu noktada önemli olan bu cevapların çoğulluğunu ve değişebilirliğini kabul ederek bu değişimin nereye doğru evrildiğini, gelişimin ne yöne doğru gittiğini tayin etmek ve bu doğrultuda var olan edebiyatı mükemmelleştirerek geleceğe sunmak. 

Servet-i Fünun 284. sayı kapağı

İşte izlenimci edebiyat ile biyografik edebiyatı harmanlayarak yeni bir eleştiri yöntemi sunması da bu noktada işlevsel oluyor. Zira on dokuzuncu yüzyılda Fransa’da gündeme gelen izlenimci eleştiriden hareketle Mehmet Rauf, edebiyatın öznelliğini, göreceliliğini ve bakış açısına göre değişkenliğini ortaya koyabiliyor. Böylece kendisini dönem içindeki tartışmalardan sıyırarak kuramsal bir eleştiri alanı inşa edebiliyor. Bu alan ile birlikte aynı zamanda kendisine gelebilecek eleştirilerin, alayların, hakaretlerin de önüne set çekiyor. Nitekim tartışmalara doğrudan katılmaması veya çekilmemesi de bu stratejinin işe yaradığını gösteriyor. 

Fakat edebiyatın öznel bir üretim olduğundan hareket eden izlenimci eleştiri, bu sebeple eserleri okuma ediminin de öznel olduğunu; eserleri değerlendirme ve yargılama ediminin sadece okurun kendi tasarrufunda olduğunu öne sürer. Eleştirinin nesnelleştirilmesine ve bilimselleştirilmesine karşıdır. Oysa Mehmet Rauf, eleştiriyi kuramsal bir alan hâline getirerek sistematikleştirmek de ister. Çünkü yerine yeni bir şey önermediği takdirde bu kavga saçma demek, gelişim yolunda bir adım atmayı sağlamaz. İşte bu noktada devreye biyografik eleştiriyi sokar Mehmet Rauf. Nitekim hem edebiyatın hem de eleştirinin öznel, göreceli ve bakış açısına göre değişken olması, bu değişimin neye göre olduğu, nasıl belirlendiği sorularını gündeme getirir. Mehmet Rauf bu soruların cevabını bulmak için yazarların hayatına dikkat çeker. Yazar hangi dönemde yaşamış, nasıl bir ortamda büyümüş, nasıl bir ailede yetişmiş, hangi coğrafyada yaşamış vb. soruların peşinden giderek edebiyatın üretim sürecinin anlaşılabileceğini öne sürer. Bu şekilde bir yandan bir eseri beğenip beğenmeme, o eser üzerine istediği gibi düşünüp düşünmeme hakkını okurlara teslim ederken öte yandan eserleri eleştirme işini beğeni, takdir ya da aşağılama gibi göreceli bir eylemin ötesine geçirerek eserlerin üretim sürecini anlamaya dayalı tarihsel bir inceleme hâline getirir. 

Tabii bu yöntemi öne sürerken Anatole France, Emil Fauget, Jules Lemaitre gibi izlenimci eleştirmenlerin, Saint Beuve gibi biyografiyi esas alan eleştirmenlerin, Hippolyte Taine gibi olgusalcı eleştirmenlerin görüşlerini yan yana getirir, onları tartışmaya açar ve onların görüşlerini harmanlayarak kendi eleştiri tarzını öne sürer. 

Mehmet Rauf, eleştiriyi kuramsal bir alan hâline getirerek sistematikleştirmek ister.

EH: Mehmet Rauf, eleştirinin tarih boyunca gelişimini kaleme aldığı 12 sayılık “Tekâmül-i Tenkit” isimli bir seri yayımlıyor. Çok geniş bir eleştiri tarihi incelemesi olduğunu söyleyebiliriz bunun. Mehmet Rauf’un eleştirileri edebiyat tarihinde nasıl bir rezonans yaratıyor? Örneğin İsmail Habib Sevük’ün ya da Fuat Köprülü’nün edebiyat tarihleriyle kıyasladığımızda neler görüyoruz bu eleştirilerde? Ve en önemlisi “Tekâmül-i Tenkit” özelde Servet-i Fünun’u, daha geneldeyse Osmanlı edebiyatını dünya edebiyatı sahnesine ne tür iddialarla çıkarmayı amaçlıyor?

FD: On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı-Türk edebiyatına bakıldığında ilk edebiyat tarihi eserlerinin bu dönemde verildiği görülüyor. Bu edebiyat tarihlerinden kimileri ders kitabı olarak yazılırken ve bunlarda Osmanlı edebiyatı ayrıntılı olarak incelenirken, kimileri ise dergilerde tefrika ediliyor ve İngiliz edebiyatı, Fransız edebiyatı tarihleri yazılıyor ki Halit Ziya mesela bu tür yazılar yayımlayanlardan birisi. Mehmet Rauf’un “Tekâmül-i Tenkit”i de tarih yazımının, edebiyat çalışmalarının bir ayağı olarak belirginleştiği bu dönemde Servet-i Fünûn’da tefrika ediliyor. Bu yazı serisinde Antik Yunan’dan başlayıp on dokuzuncu yüzyıla kadar eleştirinin geçirdiği önemli merhaleler konu ediliyor. Mehmet Rauf, özellikle her şeyi konu etmediğini, eleştiri tarihi içerisindeki gelişim noktaları üzerinde durduğunu dile getiriyor ki bu ibare, yazarın bu seriyi neden yazdığını da açık ediyor: Gelişim süreçlerini aktararak benzer bir gelişimi Osmanlı’da da harekete geçirebilmek. Bu açıdan bakıldığında, “Tekâmül-i Tenkit” serisinin görünürdeki yazılma sebebi, eleştirinin öneminin altını çizerek eleştiri aracılığıyla Osmanlı edebiyatını mükemmelleşme yoluna sokmakken, bana göre bir diğer sebebi, bu eleştiri yazıları aracılığıyla Osmanlı edebiyatını dünya edebiyatıyla tanışık hâle getirmek. Çünkü bu seri vasıtasıyla Mehmet Rauf, hem eleştirinin gelişim tarihi üzerinden edebiyatın zaman içinde ilerlemesinin, evriminin “doğal” bir durum olduğunu açık eder ve bu anlayışı yerleşikleştirmeye çalışır hem de Osmanlı edebiyatını, bu eleştiri yazıları yoluyla bu “doğal” sürece dâhil etmeye, bu edebiyatı dünyayı açmaya çalışır. 

Fakat ne yazık ki yazarın bu yazı serisi çok uzun yıllar yayımlandığı dergi sayfalarında kalır. Mehmet Rauf üzerine ya da Servet-i Fünûn dönemi eleştirisi üzerine çalışan birkaç kişi dışında kimse bu yazılar üzerinde durmaz. Edebiyat tarihlerinin çoğunda ismi bile geçmez. Ancak 2018 yılında Latin harflerine aktarılarak ilk defa kitaplaştırılır. Bana göre bu yazı serisinin, bu kadar geride kalmasının temel sebeplerinden biri, Köprülü’nün ya da Sevük’ün edebiyat tarihlerinin olduğu gibi ulusalcı bir saikle yazılmış, Türk edebiyatı tarihini konu alan bir eser olmamasıdır. Bu seri, ulusun millî dehasına işaret eden, herhangi bir orijinalliği olan bir eser olarak görülmemiştir. Nitekim Mehmet Rauf bu seriyi yazarken hangi kaynaklardan faydalandığını da yazılarda söylemiştir ki bu seri zaman zaman o kaynaklardan doğrudan yapılan çeviri gibi de değerlendirilmiştir. Ayrıca, popüler bir kültür-bilim-sanat dergisi olan Servet-i Fünûn’da yayımlanması ve genel okura hitap etmesi sebebiyle bir ders kitabı olmaktan da uzaktır. Bu sebepler, “Tekâmül-i Tenkit” serisinin unutulmasına yol açmış olabilir. 

Aksine bir eser ne kadar yerli olursa o kadar başarılı olur ve bu başarı sayesinde küresel piyasada boy göstermeye çalışır; küresel piyasada ne kadar çok yerli eser boy gösterirse de küresel piyasa yerli edebiyat alanını zenginleştirir.

HT: Mehmet Rauf’un bu eleştirilerinde savunduğu cihanî edebiyat kavramı dönemin eleştiri ortamı içinde ilginç bir öneri gibi duruyor. Bu öneriye yakın dönemlerde ileri sürülmüş benzer görüşler de söz konusu. Cihanî edebiyatla örneğin Goethe’nin dünya edebiyatı kavramı ya da Auerbach’ın Mimesis’indeki gibi Batı-merkezli inşalar arasında benzerlikler yakalayabilir miyiz? Birinci sorum bu. İkinci olarak da Mehmet Rauf merkez-çevre ilişkisini kurgularken Osmanlı edebiyatını hangi düzleme yerleştiriyor sence?

FD:Mehmet Rauf, cihanî edebiyatı, yaşadığı dönemin bir gerekliliği ve kaçınılmaz sonu olarak ortaya koyuyor. On dokuzuncu yüzyılda iletişim ve ulaşım kanallarının gelişmesiyle birlikte sınırların aşılabilir olması; insanların, nesnelerin dünya içerisinde hareket eder hâle gelmesi beraberinde düşüncelerin ve sanat eserlerinin de dolaşımını sağlıyor. İşte bu kadar hareketin olduğu bir yerde edebiyatın da sadece bir ülkenin sınırları içerisinde sıkışıp kalamayacağını, edebiyatın da uluslararası piyasada boy göstermesinin oldukça olağan olduğunu dile getiriyor. Bu görüşü ise Madam de Staël’e referans vererek güçlendirmeye çalışıyor. Dolayısıyla Mehmet Rauf’un cihanî edebiyat tahayyülü, tam da altını çizdiği uluslararası hareketliliğin bir sonucu. Tek başına kendisi üretmiyor bunu; farklı milletlerden olan yazarların görüşlerinden faydalanarak öne sürüyor. Bu görüşünü öne sürerken millî, yani yerel edebiyat ile cihanî, yani küresel edebiyatı birbirini yok eden iki zıt uç olarak konumlandırmıyor. Bunları birbirlerini üreten, karşılıklı olarak birbirlerini var eden durumlar olarak görüyor. Başka bir ifadeyle bir eserin yerli olması, cihanî olmasına engel değil ya da cihanî olan bir eser yerli olmaktan çıkmaz ona göre. Aksine bir eser ne kadar yerli olursa o kadar başarılı olur ve bu başarı sayesinde küresel piyasada boy göstermeye çalışır; küresel piyasada ne kadar çok yerli eser boy gösterirse de küresel piyasa yerli edebiyat alanını zenginleştirir. Dolayısıyla yerli edebiyat piyasası ile küresel edebiyat piyasasını karşılıklı olarak birbirini besleyen kanallar olarak tarif eder. 

Bu tarifi yaparken küresel edebiyat piyasasını ise Avrupa edebiyatı ile sınırlamaz; cihanî edebiyatın alanı cihan, yani dünyadır. Nitekim sadece Avrupa edebiyatındaki eserlerin Doğu’da çevrilerek okunmasını değil, Doğu’daki eserlerin de Avrupa’da çevrilmesini ve okunmasını hayal etmesi, dünyanın merkezi olarak doğrudan Avrupa’yı ele almadığına işaret eder. Zaten eleştiri yazılarında sıklıkla değişime vurgu yapması, bu değişimle birlikte mükemmelliğin de farklı bölgeler, milletler arasında hareket ettiğinin altını çizmesi, Mehmet Rauf’un sabit bir merkez fikrinden uzak olduğunu gösterir.