Vulnus: Kırılganlık üzerine

-
Aa
+
a
a
a

Metis Yayınları’ndan çıkan “Vulnus: Kırılganlık Üzerine” kitabını, yazarı Gamze Hakverdi ile konuştuk.

Vulnus kitap kapağı ve Gamze Hakverdi
Vulnus: Kırılganlık üzerine
 

Vulnus: Kırılganlık üzerine

podcast servisi: iTunes / RSS

Aslan Erdem: Kitabın adını ve kapak fotoğrafını konuşarak başlayalım lütfen. İmgesel olarak çok yoğun çağrışım alanları açabilecek bir fotoğraf var kapakta, dinleyicilerimiz için fotoğrafı ve hikâyesini anlatabilir misiniz? Ve kitabın isminde geçen ifade; vulnus nedir? 

Gamze Hakverdi: Vulnus; Latince’de "yara" anlamına gelir. Bu daha çok bir bedensel hastalık sonucu oluşan yaraya değil de, Öteki tarafından, örneğin bir savaş meydanında alınan yaraya işaret eder. İngilizcedeki "vulnerability" (Kırılganlık/Yaralanabilirlik) kelimelerinin kökü 'vulnus'tan gelir. 'Vulnus’un olduğu yerde mutlaka Öteki de var demektir. Burada elbette Öteki’ni sembolik/Lacancı anlamlarıyla, bir Büyük Öteki olarak düşünmemiz gerekiyor. Bir anlamda içine doğduğumuz sembolik sistemin kendisi, Öteki’nin bakışı ve sesiyle çalışan, hem bize varlığımızı veren hem de sürekli bizi kuşatan sembolik düzenden söz ediyoruz. Dili öğrenerek bu sembolik düzene dahil oluyoruz. Kendimizle ilgili cümle kurabilmemiz, bizden önce çoktan kurulmuş olan bu sembolik düzene dahil olarak ancak mümkün olabiliyor. Vulnus da benim kitapta kullandığım anlamıyla, bununla ilgili, Öteki’nin bakışı/sesinin neden olduğu kırılganlıklara ve yaralanmalara işaret ediyor. 

Sorunun diğer kısmı olan kapak fotoğrafına gelirsek, kapakta içinden çiçekler çıkmış eski bir koltuk var. Bu sokakta yaşayan ve sürekli yaşadığı yerde, atık eşyalardan bu tarz düzenlemeler yapan bir kadın sanatçının yaptığı düzenlemelerden biri. Fotoğrafı kardeşim Pınar Hakverdi çekti. Bu kitapta tartıştığım 'vulnus’u karşıtı olan ideallikle görselleştirmek istedik. Çünkü tartışma aslında oradan başlıyor. İdealliğin, aslında nasıl soyut bir fantezi mekanı olduğu, hiç kimse tarafından yerleşilmeyen ama hep arzu edilen -gösterişli, şatafatlı bir koltuk gibi- bir yer olduğunu, kimsenin içinde rahat edemediği bir yer olarak görselleştiriyor. Bu koltuğun bir konfor vaadi var ama o yerleştirmede de aslında hiç kimsenin oturamadığı bir yer, bir türlü yerleşilemeyen pozisyon olarak düşündük. Vulnus ile bağı da buradan geliyor. Yani aslında kırılganlığı tartışmaya, bu idealliği tartışarak başlamamız gerekiyor.

Vulnus kitabının kapağı

AE: Kırılganlığın öznenin kendiliğinden kurduğu bir oluş olmadığını aksine toplumsalın özne üzerinde yarattığı bir durum olduğunu söylüyorsunuz, bunu biraz açabilir miyiz? 

GH:Kırılganlık aslında bir yerlerde bir tür kapalı, tamamlanmış, mükemmel bir ideallik/tamlık olduğu, böyle bir öznelliğin olduğu fantezisinden güç alır. Bu fantezi hepimizin üstünde Öteki’nin bakışı/sesi vasıtasıyla hüküm sürer. Bu kitapta anlatmaya çalıştığım gibi, tamlık/ideallik, hep Öteki’nin sahip olduğu ve bizde eksik olan o ‘şey’ aslında bir fantezidir. Bu eksik, öznenin iç dünyasına Öteki’nde var ama bende yok olarak yansır. Örneğin şu anda Noel dönemindeyiz. Özellikle benim gibi Noel’in çok önemsenerek kutlandığı bir ülkede yaşıyorsanız fark edersiniz. Işıltılı süslemeler, hediye alışverişleri, yemekler vs. bunların dolaşıma giren imgeleri özneye şunu düşündürebilir. ‘En mutlu aile başkasının ailesi’. Bir türlü ait olamadığımız o gruplarla, dışında kaldığımız topluluklarla ilgili kurduğumuz fantezilerde hep bu vardır. Başkasının sahip olduğu, Bendeki eksiktir. Özne bu fanteziye yatırım yaptığı için kendini kırılgan hisseder; hep o ideal yere varmak için çabalar durur. Fakat işte kitapta da katılımcıların hikayeleriyle anlatmaya çalıştığım gibi, ideale ulaştıkça, yeni ideallikler, tamamlanmaya çalıştıkça yeni kırılganlıklar ortaya çıkar. Bu nedenle öncelikle bunun her ne kadar güçlü görünürse görünsün, bunun bir fanteziden ibaret olduğunu anlamamız gerek. 

Aslında bu dünyada hepimiz birbirimizden farklıyız. Çünkü bu dünya bir benzemezlik ilkesi üzerine kurulu. Bedenlerimizin ve varlığımızın diğer katmanlarının eşi benzeri yok. Tüm bu eşsizliğe/benzersizliğe rağmen bir ‘ideal’e benzeme arzusuyla baş etmeye çalışıyoruz yine de. Yani aslında kendi varlığımıza ters düşen, onu aşındıran yıpratan bir duygusal akıntıya sürükleniyoruz. Üstelik bu akıntıya sadece kendimizin kapıldığını sanıyoruz. Öteki’leri tam ve ideal varlıklar olarak görürken, kendimizi aşırı eksik/aşırı fazla ekseninde değerlendiriyoruz. Bu duygusal akıntı aslında Öteki’nin bakışı/sesi ile oluşan ideallik fantezinin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Kolektif bir fantezi bu. Tüm özneler bu sistem içinde hem kırılgan hem de kıran oluyor; yani o möbius şeridinde yer değiştirip duruyor. Başkasının bakışına güçsüz bir anda yakalandığında kendini kırılgan olarak tarif ediyor ama aynı şekilde kendi de aynı bakışı bir başka öznenin üzerinde despotik olarak işletebiliyor. Benzer şekilde kendi sözünü söylediğini düşünürken, aslında içinden toplumsalın, o Büyük Öteki’nin, en sakatlayıcı, en hükmedici sesi çıkabiliyor. 

AE: Kırılganlığı, tamlığı/idealliği yitirdiğimiz, müdahale edilebilir bir düzleme geçtiğimiz bir oluş olarak alımlıyoruz fakat bu tamlık, kırılmazlık bir ilizyon değil mi, ideal olmak mümkün mü? Öte yandan kırılganlık başedilebilecek bir oluş mu? Kitapta katılımcıların anlattığı öyküler göz önünde bulundurunca sanki bastırılan şeyler hep geri dönüyor.

GH: Kırılganlık elbette başedilebilecek bir durum. Bir kere sizin de söylediğiniz gibi tamlık idealinin bir illüzyon olduğunu farkedince, kırılganlığın öznenin psişesi üzerindeki etkisi de ortadan kalkabilir. Yani kırılganlık durumunu aşmak için karşıtı olan, belki de ona ayna tutan ideallik/tamlık fantezisi üzerine düşünmek, bu fanteziyle yüzleşmek gerekiyor. Başka bir deyişle, ‘ideale karşı 'vulnus’u tanımak’ gerekiyor. O zaman iyileştirici bir süreç başlayabilir. Ben de buna inanıyorum, inanmak istiyorum.

Sorunun ikinci kısmına gelince, bastırılanın geri dönmesinden öte, bastırılanın hep orada kaldığını söylemek gerek belki… Bastırılan ya da bu kitaptaki tanımlamalarla ‘kırılganlık’ olarak tarif edilen, öznede bir çeşit açık yara bırakıyor. Ama işte bir açık yaraya bakmaya çalışırsanız, aslında yara da bir göze dönüşüp size bakıyor. Yarayı kapamaya, gözden uzaklaştırmaya, yok etmeye çalıştıkça, yara güçleniyor, neredeyse kendi varlığını savunur hale geliyor. Bu nedenle yaraya değil, tam karşıtına bakmak gerek. İdeallik/tamlık fantezisine. Bu fantezi olduğunu, öznelerin ona yaptıkları yatırımla büyüdüğünü, güçlendiği ve hüküm sürmeye devam ettiğini anladıkça yaraların da iyileşebileceğini, en azından daha kolay iyileşebileceğini, düşünüyorum.

AE: Araştırmaya katılan katılımcılar Ankara’dan ve Roma’dan. Aslına bakarsanız ilk anda birbirinden çok farklı yaşam standartları dolayısıyla farklı yaşantılar ve deneyimler ortaya çıkar sanıyor insan ama katılımcıların kırılganlık hikâyelerinin benzeştiği noktalar farklılaştıklarından çok daha fazla; örneğin kilo, boy, güzellik gibi... Bu benzeşmeleri nasıl açıklayabiliriz. 

GH: Aslında daha önce de söz ettiğimiz Büyük Öteki, bu sembolik sistem bir tür global dil gibi çalışıyor. Benzer imgeler, karşımıza idealler ya da kırılganlığı sona erdirecek modeller olarak çıkıyor; idealliğin bu imgeleri sürekli dolaşımda tutulur. Dolayısıyla özne nerede yaşadığından bağımsız olarak kendini hep benzer bir sembolik kuşatılmışlığın içinde bulur. Kendi öznelliğini bu ‘ideal’ modellere göre ölçüp biçer. Böyle bir ölçüp biçmenin sonucunda, hep bir aşırı eksik/aşırı fazla denklemine yakalanır. İşte fazla kilolar, fazla büyük bir burun, eksik bir bıyık, fazla uzun bir boy, fazla kısa bir boy vb... Her hikayede bambaşka bir halde karşımıza çıkar bu kırılganlık nedeni olan eksik ya da fazla. Hikayeler bu nedenle birbirine benziyor. Çünkü hepimiz dünyanın neresinde olursak olalım, küçük farklılıklar dışında benzer imgelere bakıp duruyoruz. Dolaşımda olan imgeler/sözler/sembolik düzende üretilen çoğu şey, karşımıza benzer modelleri idealler olarak çıkarıyor. 

İlginç bir şekilde bu tamlık/ ideallik fantezisi aslında perdeleyici bir etki de yaratıyor. Herkes kendi kırılganlığının biricik olduğuna inanmaya meyilli ama ben kitapta da aktarmaya çalıştığım gibi benzer hikayeleri çok farklı kişilerden de dinlemiş oldum. İmgesel temsillerde sunulan ideallik biçimleri bazen bizi kıskıvrak yakalayıveriyor. Yakalandığımız imgeler üzerine iyi düşünmemiz lazım.

AE: Kırılganlık öğretici bir oluş değil sanırım. Yani şöyle bir durum yok: “Ben bir kırılganlık deneyimi yaşadım ve artık bunun farkındayım...” Bu sürekli bir dikkat değil sanıyorum. Aklıma Julia Kristeva geliyor; “Yabancı için Tokkata ve Füg” başlıklı denemesinde “O halde yabancılara kalan tek şey birleşmek mi oluyor? "Dünyanın bütün yabancıları birleşin!" mi?” diye soruyor ve ekliyordu; işler o kadar basit değil. (...) Herkes acısını herkesten çıkarır...”

GH: Aslında kırılganlık deneyimi genelde tekil bir deneyim değil; öznenin psişesine yerleşen ve özne başka deneyimlerle karşılaştığında tetiklenen bir kara delik gibi çalışıyor. Bu nedenle eğer kırılganlık özne tarafından üzerinde düşünülerek sağaltılamazsa, idealliğin ve tamlığın bir fantezi olduğunun kabulü gerçekleşmezse, neredeyse sürekli olarak tetiklenir bir hal alabiliyor. Özne kendisiyle ilgili/ya da ilgisiz birçok konuyu da kırılganlığını tetikleyen konularla birleştirebiliyor. Örneğin ‘kilolu olduğum için bunlar başıma geldi….’ Ya da kısa boylu, ya da şu açıdan eksik, bu açıdan fazla… Meseleler çok değişkenlik gösterebilir ama hep bir ideal Öteki’ne göre az/çok/eksik/fazla. Böyle bir psişik denklem karşımıza çıkıyor. Kendi kırılganlığımızı çok biricik/sahici/ tekil bir deneyim olarak yaşadığımız için, Öteki ile dayanışma içinde olmaktan önce, Öteki’ni bu kırılganlığımızın nedeni olarak da gördüğümüz için, belki o umut ettiğimiz birlikte/yan yana olmak biraz zor olabilir. Ama benim de umudum, kırılganlıklarımız yerine iyileşmeye, birlikte olmaya, yan yana durmaya, bu boğucu ideallik/tamlık fantezisine yatırım yapmak yerine, çoğul öznellikleri tanımaya başlamamız hep birlikte ve bir an önce. Kitabı da bu umutla bitiriyorum. İdealin yerine vulnus’u tanıma çağrısıyla!

AE: 'İnsanlığın ortak kırılganlığı'ndan bahsediyorsunuz, bunu aşmanın temel yolluysa birbirimize bağımlı olduğumuzu kabul etmek anladığım kadarıyla... Bir aradayız, birlikte yaşamlar kuruyoruz, benzer dairelerde benzer sıkıntıları ya da güzel anları yaşıyoruz ama ortak kırılganlıklarımız gittikçe birbirinden uzaklaşıyor mu acaba? Ya da belki de şöyle mi sormalıyım:  Kapitalizm bizi teker teker kırarken her birimiz bir diğerinin kırılışını, tükenişini izliyor. Burada bir dayanışmadan ziyade, oh aman ben değilim kırılan gibi bir durumla karşı karşıyayız. Nasıl çözeceğiz bu çağ problemini?..

GH: Evet, güzel bir soru ama cevabı belki de herkes kendi vermeli. Bazı soruları kendimize sormamız, yanıtları da dürüst bir biçimde, kendimizi çok da kayırmadan vermemiz gerek. Tüm bu sistem içinde, kendi bakışımızı Öteki’nin üzerine nasıl düşürüyoruz? Bakışımızı despotik olarak işletiyor olabilir miyiz? Kendi kırılganlıklarımızı tanırken, başkalarının kırılganlıklarına nasıl yaklaşıyoruz? Kırılgan iken kıran tarafa geçtiğimiz zamanlar var mı? Kendi sesimizi nasıl kullanıyoruz? Aslından bizim sesimizle kimler konuşuyor? Bu sorular üzerine düşündükçe, kırılganlık temelli değil de, iyileşme temelli, daha demokratik, daha güçlendirici bir görsel alan yaratabiliriz diye düşünüyorum. Ayrıca, kırılganlıklarımıza saplanıp kalmakta, onu kalıcı bir mağduriyet alanı olarak inşa etmekte de sorun olduğunu düşünüyorum. Kırılganlıklarımızı tanımak, bizi yükselten, iyileştiren, nefes aldıran bir eylem olmalı… Ancak bu şekilde, mağduriyet dilini aşarak, Öteki için de, iyileştirici, yükseltici bir dil oluşturabiliriz. Burada Öteki’ni, hem daha önce konuştuğumuz anlamıyla Büyük Öteki, hem de bir başkası olarak küçük Öteki anlamıyla kullanıyorum. Kırılganlıklarımızı, bir mağduriyet dili geliştirmeden tanımak, hem kendimizle için hem de simgesel düzende katkı sağladığımız her ilişki biçimi için çok dönüştürücü ve zenginleştirici bir eylem haline gelebilir.