"Bana hep misafir olduğum söylendi"

-
Aa
+
a
a
a

Hüsnükabul’de, bir göçmenin yazdığı "Kimse benim adımı bilmiyor" isimli mektubunu seslendiriyoruz ve mültecilerle ilgili haberleri aramızda tartışıyoruz.

Kimse benim adımı bilmiyor
 

Kimse benim adımı bilmiyor

podcast servisi: iTunes / RSS

Waseem Ahmad Siddiqui: Merhaba, günaydın herkese. Burası Açık Radyo, 95.0. Ferhat Kentel ve ben -Waseem Ahmad Siddiqui- ile birliktesiniz. Bugün Taha Elgazi yok aramızda.

Ferhat Kentel: Günaydın herkese. Bugün topu Waseem’den alıp biraz daha teknik gazetecilik yapıyormuş gibi yapacağız. On iki tane haberi sizinle paylaşmak istiyoruz. Birinci haberimiz şu, 9 Ocak 2024'te, daha birkaç gün önce Gaziantep’te Suriyeli bir çocuk olan A.Z. bir grup tarafından fiziki saldırıya uğruyor. Olayı çocuğun babası aktarıyor. Aslında burada biraz onun anlatımını tekrar edeceğim. Oğlunun 14 yaşında olduğunu, bir yaşındayken annesinin vefat ettiğini söylüyor. Bir önceki gün oğlunun bazı sınıf arkadaşlarıyla birlikte futbol oynamak için Cumhuriyet semtindeki yakın okullardan birine gittiğini anlatıyor. Çocuk oradayken bir tartışma çıkıyor Türk çocuklarla aralarında. Birkaç dakika sonra tartışılan öğrencinin ailesinden bir grup gelip tartışmaya dahil oluyor ve oğlunu dövüyorlar, arabalarına bindirip uzak bir yere götürüyorlar. Orada işkence yapıyorlar çocuğa. Olayın buradan sonrasını anlatmak çok zor. İşte sigarayla dil yakmaktan vücudunu bazı yerleri yapmaya varan işkenceler. Metal birtakım aletler, anahtarlar... İşkence yapıp sonra yol kenarına bırakıyorlar çocuğu. Devlet hastanesine kaldırılıyor. Çocuk şu anda çevresiyle konuşamıyor, iletişim kuramıyor. Tıbbi gözetim altında ama şiddetli sinir spazmları geçiriyor halen. Neyse ki iyi insanlar da var. Birtakım iyi toplum örgütleri var. Onlar çocuğa ve ailesini hukuk desteği sağlamak üzere Antep barosuyla ve başka kuruluşlarda birlikte çaba gösteriyorlar. Bu vakanın peşine düşüyorlar.

W. A. S.: Güzelbahçe'de 16 Kasım 2021 tarihinde Suriyeli inşaat işçileri Mamoun al-Nabhan, Ahmed Al-Ali ve Muhammed el Bish’in yakılarak öldürülmesine ilişkin açılan davanın beşinci duruşması İzmir Adliyesi Birinci Ağır Ceza Mahkemesi’nde gerçekleşti. Savcı üç defa ağırlaştırılmış müebbet hapis istedi, vahşice tasarlayarak adam öldürmekten ceza almasını talep etti, duruşma 20 Mart 11:30'a kaldı. Kilis'te 4 Nisan 2023 tarihinde öldürülen 9 yaşındaki Suriyeli Gina Mercimek’in katil zanlıları ile ilgili mahkemenin ilk duruşması ise Kilis adliyesinde 3 Ocak 2024'te saat 9:30’da oldu. İkinci duruşmanın yine Kilis Adliyesinde 19 Ocak 2024'te, 10:00’da yapılmasına karar verildi.

F.K: Bir başka habere geçiyorum. Bu Gazete Duvar'dan aldığımız bir haber. Uluslararası Af Örgütü ile Avrupa Birliği bugün Göç ve sığınma anlaşması üzerinde uzlaşmaya vardı. Göç ve sığınma anlaşmasının Avrupa’daki sığınmacı hukukunu 10 yıllarca geri götürdüğünü belirtiyor haber. Yani bir göç ve sığınma anlaşması yapılıyor ve bunun ne tür sonuçları olacağına dair Uluslararası Af Örgütü'nün açıklaması bu. Anlaşmanın hareket halindeki insanların haklarını azaltacağını uyarısında bulunuyor örgüt. Ve Avrupa Kurumlar Ofisi Direktörü bunun olası sonucunun Avrupa Birliği’nde sığınma talep eden bir kişinin yolculuğunun her adımında çektiği acının artması olacağından korkuyor. Bu anlaşmanın göçmenlerin AB dışındaki ülkelerden gördüğü muameleden kaçıp Avrupa sınırlarında sığınmayı seçmesini ve hukuki desteğe erişimini zorlaştırmak üzere tasarlanmış olduğu yönünde bir değerlendirmede bulunuyor. Daha önce de dile getirdiğimiz; o mültecilerin yaşamış oldukları yalnızlık, sürekli bitmeyen baskı, bitmeyen kaçma ve kovalamaca halindeyken en azından AB ihtimali bir huzur umudu veriyordu. Evet Avrupa Birliği mülteciler konusunda çok iki yüzlü davranıyor, çöyle oluyor, böyle oluyor ama bir yandan oraya varıldığı zaman da nispeten artık bir yeni bir huzur döneminin geleceğine dair bir varsayım vardı. Bu birçok mülteci içinde gerçekten böyle oluyordu. Fakat artık bu yasayla birlikte, bunun da mümkün olmayacağına dair güçlü emareler var.

Bu arada Almanya’da mülteciler üzerine yapılmış bir araştırma gözüme çarptı. Mülteciler arasında yapılıyor. Ankete katılan mültecilerin yarısına yakını ciddi psikolojik sıkıntılar yaşıyorlar. Bayağı tanımlı sıkıntılar yaşıyorlar. Bunların içinde %15-10’luk bir bölüm çok daha sert bir şekilde yaşıyor bunları. Şu demek çok daha sert; ölüme, intihara varan eylemler. Özellikle kadınlar çok daha fazla yaşıyor. Kadınların psikolojik sıkıntı yaşama ortalaması çok daha yüksek. Yaşlı mülteciler de aynı şekilde. Bazı etnik gruplarda da bu çok daha yüksek. Mesela Afgan uyruklular. Tabii ki sınır dışı edilme tehlikesi altında bekleyenler, örneğin bekar erkekler daha fazla yaşıyor. Aslında tüm bu alt kategorilere baktığımız zaman çok ciddi bir mesele var. Afganistan’dan, Suriye’den, Türkiye’den, İran’dan çıkmış olan insanların yayılmış oldukları ülkelerde sadece basit bir ekonomik ya da kadını doyurma barınma meselesi yok.

Ömer Madra: Buna travma da diyemez miyiz?

F. K.: Tabii ki kesinlikle Ömer abi. Bu travma, en net ifadesi bu herhalde. Bütün bu sıkıntıların üst kavramı galiba. Bu araştırma ama şöyle bir şey de söylüyor. Bunu Almanya ve Almanya’nın kurumları; hastaneler, hizmet sağlayıcılar, politikacılar, her kimlerse, göz önünde tutmak zorundasınız diyor. Yoksa ne iş gücü piyasanız, ne toplumun ruh sağlığı, ne eğitim programları, ne entegrasyon meseleleri olmayacak. Yani aslında “pragmatist” bir açıdan da düşünsek, toplumlar için büyük tehlike arz ediyor bu durum diyebiliriz. Aklıma da şey geliyor Amin Maalouf'un Beatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl kitabı bunun gibi doğu-batı karşılaşmalarında batının nasıl felaketlere sürüklendiğini söylüyor. Ama bu hep doğu ile batı arasında oluşmuş uçurumdan kaynaklanıyor.

W. A. S.: Şimdi sonraki habere geçiyoruz. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne (UNHCR - United Nations High Commissioner for Refugees) yönelik acil yardım çağrısı yapan ve Türkiye'de risk altındaki Hıristiyan mülteci bir kadını korumaya çalışan bir yardım kuruluşundan gelen bir mektup bu:
 
“Yaklaşık yedi yıldır Türkiye'de zorlu koşullar altında yaşayan Tahmine Toubi adlı bekar Hıristiyan mülteci kadının acil ve sıkıntılı durumuna dikkatinizi çekmek için yazıyorum.
 
Tahmine Toubi şu anda sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya ve risk altında olmasına rağmen reddedildi. Bu onu ciddi mali zorluklarla, sigortaya erişimin olmamasıyla ve yasal çalışma izninin bulunmamasıyla istikrarsız bir durumda bıraktı. Bu zorluklar onun kazançlı ve güvenli bir iş bulamamasına ve savunmasız durumunun devam etmesine neden oldu.
 
Tahmine Toubi, içinde bulunduğu zor duruma ek olarak, maddi kısıtlamalar ve sağlık tesislerine kısıtlı erişim nedeniyle yeterli tıbbi müdahalenin olmayışı nedeniyle daha da kötüleşen rahim kisti adı verilen ciddi bir fiziksel rahatsızlıktan da muzdarip.
 
BMMYK'den Tahmine Toubi'nin vakasına acilen müdahale etmesini, durumunu yeniden değerlendirmesini, sınır dışı edilmesini önlemek ve karşılaştığı zorluklara çözüm bulmak için gerekli destek ve korumayı sağlamasını rica ediyoruz.
 
Uzun süreli kalışını ve koşullarının ciddiyetini göz önünde bulundurarak, BMMYK'nin Türkiye'deki istikrarsız statüsüne yönelik tıbbi yardım, mali yardım ve hukuki destek de dahil olmak üzere insani yardım için mevcut tüm yolları araştırmak üzere derhal müdahale etmesini talep ediyoruz.
 
BMMYK'nin mültecileri koruma ve destekleme konusundaki kararlılığını takdir ediyoruz ve Tahmine Toubi'nin davasına acil ilgi göstermenizin onun hayatında önemli bir fark yaratacağına inanıyoruz.”

F. K.: Son haberimizi okuyayım. Bu da çok ironik aslında. Yani hakikaten, okuduğum zaman anlayacaksınız. 12 Ocak 2024 Demokracy Now’da, Ammy Goodmanın yazdığı bir haber. Yunanistan’ın Lezbos adasında 2015-2016 yıllarında Akdeniz’i geçen mültecilerin hayatını kurtaran 16 kurtarma çalışana verilen ceza için yeniden duruşma sürüyor. Mültecileri kurtarmış olan insanlara yönelik bir yargılama sürecinden bahsediyoruz. Yunanistan, yardım görevlilerini insani bir desteğin suçlaştırılmasıyla casusluk da dahil olmak üzere birçok ithamla suçluyorlar. Yani suç yaratılıyor. Yardım eden insanlar suçlu hale geliyorlar. Duruşmanın başlamasından sonraki gün Lezbos açıklarında tekneleri battıktan sonra en az üç göçmenin öldüğünü de bu arada belirtelim. Yani bir yerde yargılıyorsanız kurtaran insanları, bu sefer kurtaracak insanlık bırakmıyorsunuz. İnsanlar göz göre göre ölüyorlar. Ama en azından sosyal medyada gereken cevabı veriyorlar. Diyorlar ki, bugün denizde hayat kurtarmak yargılanıyor. Hümanistlerin ve kurtarma görevlilerin suçlaştırılmasına son verilmelidir. “Yardım etmek suçsa hepimiz suçluyuz” diyorlar. Bu tabii dünya çapında mültecilik aleyhinde ortaya çıkan sürecin milliyet ayırmadığını da gösteriyor. Türklük Yunanlık falan fark etmiyor. O konuda Türk ırkçıları ve Yunan ırkçıları eşitler birilerine, çok benziyorlar.

W.A.S: “Yardım etmek suçsa hepimiz suçluyuz” diye bitiriyor Demokrasi Now!’da Ammy Goodman’ın verdiği bir haber. Aslında bu sabah uyandığımda birçok şeyi sorguladım. Geçen hafta elime bir mektup geldi. Mektupta “kimse benim adımı bilmiyor” yazıyordu.

Kimse benim adımı bilmiyor

Bbir göçmen arkadaşımızın mektubunu okumak, mektubun tetiklediği bazı düşüncelerimi ve bazı sorularımı paylaşmak istiyorum. Aslında bu arkadaşın kişisel hikayesini ortaya koymak istiyorum. Bu mektupta önemli olan, benim dikkatimi çeken mesele “güven". Mektupta şöyle yazıyor:

Bildiğiniz gibi ben de mülteciyim. Ve bir mülteci kampında yaşadım. Mülteci kamplarında yaşayanlarla birlikte.

Yani şu anda duyduğunuz bu ses, bu yerin ürünüdür. Hem duygusal hem zihinsel hem de fiziksel olarak temelde bu yerin ürünüdür.

Hayatım boyunca bana hep misafir olduğum söylendi ve hatta bir nevi misafir olduğumu kabul etmeye zorlandım. Ama, Allah aşkına burası artık benim evim.

Ve biliyorsunuz, siyasi açıdan da konuşursak, burada bana her zaman geçici bir hayat yaşadığımı söylediler. Geri dönüş hakkı gerçekleştiğinde normal hayata döneceğime söylendi. Ve gerçekten bu normalliği sorgulamak istiyorum. Çünkü normal dediğimde, yani galiba “senden” bahsediyorlar. Sen, yani “vatandaş”. Ama aslında ben, geçmişi olmayan şimdiki andaki bu geçici alanda ebedi bir misafirim.

Peki bu konuyu konuştuğumuzu hayal edin, bu adamın hiçbir geçmişi olmadığını hayal edin. Bunun gerçekten ne kadar anlamlı olduğunu merak ediyorum ama aynı zamanda kendi kendime yüksek sesle düşünüyorum.
Özellikle bugünlerde dünyada olup bitenlerle birlikte düşünüyorum. Çünkü hepimiz biliyoruz ki vatandaşlar vatandaş oldukları için ölüyorlar.

Devletlerin ve vatandaşların mültecilerle olan ilişkisi; Şöyle söyleyeyim, iyileştirilmesi gereken bazı hasta insanlar var.

Normalleşmek, vatandaş olmak anlamında iyileşmektir, belki.

Bu yüzden bir vatandaşın nasıl bir hayata sahip olduğunu bilmek gerçekten ilgimi çekiyor.

Bu bir cennet mi?

Sonunda gerçekten bu hale mi gelmeliyim, yoksa siyasi hayal gücümüz var mı?

Ya da başka bir şey düşünebilir miyiz?

Ben de bu mülteci kampından yola çıkarak, bu yerde büyüdüm. Burada kolektif sözlüğün -bir arada var-olma- anayasası dediğiniz zaman, sadece hukuki bir durum değil, bu bir arada var-olmak, yoktan var olmadı. Tam olarak burada sahip olduğumuz bu toplumsal hayata atıfta bulunuyorum.

Aynı zamanda hiçbir şey yönetilmeden bir araya gelen bir hayat, bu. Ben bu mülteci alanlara özerk alanlar demek istemiyorum. Bazen onlara benzer otonom diyoruz. Ben öyle demiyorum. Ayrıca mekânlardan bahsederken aslında sadece mekânın somut halinden bahsetmiyorum.

Hayır, hayır. Ondan bahsetmiyorum. Maddi olmayan bir duygulanım, maddi olmayan bir kültür var, burada. Sürgün kültürü, mülteci kültürü. O alandaki birkaç yıllık tarih.

Gerçekten şunu sormak istiyorum, mücadelemiz sadece bu özel mülkiyete mi dönüyor? Yoksa burada evde olmak bir şey ifade ediyor mu?

F. K: Şunu gösteriyor bu mektupta anlatan hikayeler, az önce anlattığımız haberler, yapılan araştırmalar; kafamızda böyle birtakım genel kategoriler var. Bu son okuduğumuz mektuptan da yola çıkarak şunu söyleyeyim, kafamızda bizim sahip olduğumuz, ulus devletlerin milliyetçi vatandaşlığı nosyonu falan var ve bu biz bunları mektupla dendiği gibi sanki biraz mal gibi mülkiyet gibi falan görüyoruz. Bize ait olan bir mal, bir toprak, biz sanki böyle hep yanımızda taşıyormuşuz gibi. Ama hayır, o toprak duruyor zaten bizden önce de vardı. Böyle ilginç bir mülkiyet.

Kapitalizmle birlikte öğrendiğimiz de bir şey galiba bu; her şeyi mal mülk olarak görmek. Yine bu mektuptan şu da çıkıyor; evde olmak çok iyi bir duygu. Gerçekten insanı kendine evinde hissetmesi... Ama mültecilerin böyle bir şey ne yazık ki yok. Sürekli askıda olan bir hayattan bahsetmek mümkün. Böyle yüzdeler falan çok önemli değil, mülteciler diye bir genel kategori var, Suriye’den geldiler, Afganistan’dan geldiler, Avrupa gitmeye çalışıyor, denizde boğuldular... Ama bunlardan ziyade somut insanlar var işte! Bütün o adlarıyla, “AZ” dediğimiz, “Mercimek” dediğimiz insanlar var. “Tahmine Touby” dediğimiz yani gerçek insanlar var, bu gerçek insanların anlattığı bir şeyler var. Belki o gerçek insanın hikayeleriyle daha fazla belki işte bir araya gelmek onları biraz daha duymak gerekiyor.

W. A. S.: Aslında ben de bu mektupta özellikle şuna dikkat ettim. Ev diye bir şey yazıyor aslında son sorusunda, “burada evde olmak bir şey ifade ediyor mu” diye bir soru soruyor. Bunu özel mülkiyete çok uzak bir yerden okumaya çalışıyorum çünkü yine aynı mektupta şu da yazıyor: “O kadar çok şey oluyor ki etrafımızda, olup biten o kadar çok şey var ki…”

Aslında yine bir kendiliğinden çıkma hâli var. O kendilikten çıkma hâli var. Başka bir şeylerle de bir ilişki kurma hali var. Yani şimdi az önce Ömer abi, herhalde Açık Radyo'da Günün Sözü de olacak diye duydum. “Gazze’de açlık var. Herkes aç,” değil mi? Ömer abi nasıl bir sözdü?

Ö.M.: “Gazze’de herkes aç.” Artık bambaşka bir duruma, yani yeni bir duruma girmiş durumdayız ve maalesef çok ürkütücü bir şey.

W.A.S: Evet. Democracy Now!'da izledim. Tam o sahil şeritinde koşan insanlar vardı. İimdi yine “insan” diyoruz demek zorundayız herhalde. Nasıl yemek peşinde koşanlar var. Böyle bir hal.

Hemen çok hızlıca Martin Luther King'i bir günaydın diyelim. İki gün önce, 15 Ocak 1929 doğum günüydü.