Yılanın Kuyruğu

-
Aa
+
a
a
a

Maceram, İdare Politikaları isimli derste yapılacak sunum ödevi için, “Sekiz Yıllık Kesintisiz ve Zorunlu Eğitim Politikası” gibi pek de zorlanmadan birçok kaynak bulabileceğimi düşündüğüm bir konuyu seçmekle başladı. Ödevin araştırma aşaması internetin nimetlerinden, arşiv taramasıyla bugüne kadar konuyla ilgili yazılmış gazete ve dergi yazılarından, MEB’nin çıkarmış olduğu kitaplardan gayet olağan bir şekilde sürerken, araştırmayı birlikte yaptığım arkadaşımın talihsiz önerisiyle olayın renkleneceğinin henüz farkında değildik. Arkadaşım, Marmara Üniversitesi öğretim görevlisi Prof. Dr. Semra Ünal’ın “Sekiz Yıllık İlköğretim Okulu Yöneticilerinin Yeterliklerinin Değerlendirilmesi” başlıklı araştırmasından yararlanabileceğimizi söyledi.

Ve böylece yağmurlu bir aralık günü Ortaköy’den Göztepe’deki Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ne doğru yola koyuldum. Rektörlük binasındaki Araştırma Fonu’na giderek isteğimi belirttiğimde, oradaki sekreter kesinlikle yetkili kişi imzalı bir belge olmadan araştırmanın fotokopisini veremeyeceklerini söyledi. Bunun üzerine ben de üst kattaki rektörlüğe çıktım. Rektörlük sekreteri bu yazıyı, araştırmayı yapan Prof. Dr. Semra Ünal’dan almam gerektiğini söyleyince iki ileri binadaki Semra hanımın odasına gittim.

Durumu anlattığımda, geçenlerde yine bu şekilde bir öğrenci geldiğini, büyük bütçeler harcanarak yapılan bu araştırmalardan öğrenciler yararlanamadıktan sonra bu çalışmaların hiçbir anlamı kalmadığını ifade etti. Bana çok hak verdiğini fakat, projenin Araştırma Fonu’na devredilmiş olmasından dolayı yetkili kişinin kendisi olmadığını ekledi.

Olacak o kadar

Rektörlük sekreterinin yanına döndüm. Kendisine telefonla ulaşılan Rektör bey projenin verilmesinde bir sakınca olmadığını belirtti. Bu aşamalardan sonra ben sevinçle Araştırma Fonu’ndaki sekreterin odasına gidip, rektörden izin alınmış olduğunu söylediğimde sekreter yazının bir dilekçe şeklinde yazılarak Semra hanımdan alınması gerektiğini, çünkü projenin çalınması gibi durumlarda kendisinin sorumlu tutulacağını ifade etti.

Tekrar karşı binadaki Semra hanımın odasına gittim ve durumu kendisine kısaca özetledim. Semra hanım herşeyin bir yolu olduğunu söyleyerek, Araştırma Fonu’na müracaat için bir dilekçe örneği verdi.

Evet, herşeyin bir yolu vardı. Fakat ben Marmara Üniversitesi’ndeki binalar arasında mekik dokumaktan yolumu ve sanırım kendimi de kaybetmiştim. Artık kendimi Levent Kırca’nın Olacak O Kadar’ındaki bürokrasi parodilerinden birinde gibi hissetmeye başlamıştım. Ama projeyi almadan bu üniversiteden çıkmak yoktu! Elimde dilekçeyle tekrar Araştırma Fonu sekreterinin karşısındaydım. Bu sefer de dilekçede yetkili kişinin imzası olmadığından yine bir sonuca ulaşamadım.

Aklımda Kayahan’ın ünlü parçasının “Allahım neydi günahım.. Ben nerde yanlış yaptım...” sözleri uçuşmaktayken kendimi tekrar Rektörlük sekreterinin karşısında olayı kısaca özetlerken buldum. Acaba Marmara Üniversitesi Araştırma Fonu’ndaki bir projeden ısrarla yararlanmak isteyen ilk ve tek öğrenci ben miydim? Bu sefer de elimde son olarak Rektörlük sekreterinin vermiş olduğu dilekçe nüshasını imzalatmak üzere Semra hanımın odasına doğru yöneldim. Tabii ki oradan oraya koştururken geçen saatleri, kararan havayı ve biten mesaiyi hesaba katmamıştım. Odaya ulaştığımda Semra hanımın çıkmış olduğunu –esefle– öğrendim. Fakat kararlıydım, proje örneğini almadan pes etmek yoktu. Araştırma Fonu’na geri döndüğümde kendimi iki öğretim görevlisi ve Araştırma Fonu sekreterinin tartışmalarının tam ortasında buldum. Bu gergin ortamda zaten ne desem boştu. Fakat ben sonuca giden her yol mübahtır düşüncesiyle duygu sömürüsüne başladım.
Taa karşılardan geldiğimi, saatlerdir yağmur çamur Marmara Üniversitesi’ni beş kere tavaf ettiğimi, hiç kimsenin ne yapılması gerektiğini bilmediğini, herkesin

     "Çığlık", Edvard Munch, 1893

ayrı telden çaldığını, tam manasıyla bir iletişimsizlik problemi yaşandığını, tüm bu olup bitenlerin bürokrasinin bürokratizme dönüşmesi olduğunu söyleyip kurum içi psikolojik ve sosyolojik değerlendirmelerimi de araya ekledikten sonra, sekreter artık ya gerçekten halime acıdığından ya da en kısa yoldan beni susturabilmek amacıyla dilekçemi aldı. Mesai bitmesine rağmen bana yardım eden bir memurla birlikte dosya yığınları arasından projeyi bulduk. Gözlerime inanamıyordum. Tabii o sırada bulduğumuz şeyin projenin aslı değil, sadece proje önerisi olduğunu bilmiyordum! Sekreter hanım, bu saatten sonra bir şey yapılamayacağını ve projenin aslını bulmak üzere yarın tekrar gelmemi söyledi.

Bugün git, yarın gel!

Umut dolu başlayan ertesi sabah, Marmara Üniversitesi’nde geçen ilk beş dakika sonunda hüsrana döndü. Araştırma Fonu personeli Rektörle birlikte bir toplantıya girmişti. Toplantı öğleden sonra bitecekti ve dün bana bundan hiç bahsedilmemişti. Bu bir kâbus olmalıydı! Üstelik durumu oradaki memurlara tekrar (!) özetleyip dün dilekçemi verip proje önerisini almış olduğumu belirttim. Bugünse projenin fotokopisini almaya geldiğimi söyledim. Kendilerine kesin talimat verildiğini, Araştırma Fonu sekreteri gelmeden projenin bana verilmeyeceğini öğrenince şaşkın ve çaresiz bir halde öylece kalakaldım. Bir de, oradaki memurun kesinlikle projenin fotokopisini alamayacağımı fakat istersem gözümle fotokopisini çekebileceğimi söyleyerek, esprili mi yoksa alaycı mı olduğunu pek de anlayamadığım önerisini duyduktan sonra zaten harap olmuş sinir sistemimdeki sağlam kalan son tel de kopmuş oldu! Önümde iki yol vardı: Ya herşeye sil baştan başlamak üzere bugün gidip yarın tekrar gelecektim ya da kaderime lanet ederek herşeyden vazgeçecek ve ödevimi bu araştırma olmadan tamamlayacaktım.

Üçüncü yolu tercih ederek kim olursa olsun yetkili birine derdimi anlatmak amacıyla karşı binadaki Dekanlığa gittim. İş artık ödev hazırlama amacından çıkmıştı. Ben orada araştırma yapmak isteyen fakat karşısına nedenini anlayamadığı birçok bürokratik engeller çıkarılan tüm öğrenciler adına savaşıyordum. Olaya bu kutsal boyutu da kattıktan sonra Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İrfan Güney’le bizzat görüşmeye karar verdim. Dekan bey beni gayet içten bir şekilde karşıladı. Ben olayları tekrar (!) özetledikten sonra, sorunun tamamen iletişim kopukluğundan kaynaklandığını düşündüğümü ve başta küçük gibi görünen ama daha sonra insanın başını döndüren bu durumun gayet basit bir şekilde standart bir form örneği oluşturulup imzalayacak yetkilinin belirlenmesi yoluyla çözülebileceğini ifade ettim. Prof. Dr. İrfan Güney, Marmara Üniversitesi gibi büyük kurumlarda böyle iletişim kopukluklarının yaşanabileceğini, bununla birlikte tesbitlerimin çok doğru olduğunu, aslında bütün gençlerin benim yaptığım gibi gözlemledikleri aksaklıkları görmezden gelmeyerek doğru bir şekilde ifade edip, değiştirilmeleri için çaba harcamaları gerektiğini ve hâlâ böyle bilinçli gençler olduğunu gördüğü için gurur duyduğunu belirtti.

Bir dilekçe yazın...

Buna rağmen nedense bu sözler beni rahatlatacağı yerde daha da huzursuz ediyordu. Konuşmuş olduğum tüm görevliler benim ne kadar da haklı olduğumu ifade ediyor, kimi üzülüyor, kimi kızıyor, kimi gurur duyuyor, kimi önerilerde bulunuyor ancak nihai olarak hiçbiri pireden deveye dönüşen bu sorunu çözmeyi başaramıyorlardı. Üstüne üstlük olması gereken buymuş gibi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi öğrencisi, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan benim gibi bir insanın bu işlerin her yerde böyle yürüdüğünü bilmem gerektiği, daha genç olduğumdan tecrübesizliğim sonucu tüm bu olanlara şaşırdığımı, oysa ki önümde beni bekleyen buna benzer pek çok tecrübenin olduğu söylenerek “Allah düşürmesin, hele bir de Defterdarlık’ta yapılacak bir işin olsun, o zaman sen işlerin ne kadar sarpa sarabileceğini bir gör! Geçenlerde benim bir arkadaşım....” şeklindeki örneklerle de destekleniyordu.

Sonuç olarak Dekan bey tüm bu anlattıklarımı bir yazı halinde Sultanahmet’teki Rektörlüğe göndermemi tavsiye etti. Ben de mümkünse bir daha hiç ayak basmamak üzere koşar adımlarla Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsü’nü terkettim.

Şimdi önümde yine iki yol var: Ya herşeyi burada bırakıp bürokratizmin kurbanı olarak yaşamaya devam etmek ve boynu bükük bir sonraki felaketi beklemek, ya da tüm rahatlığımı ve de ruh sağlığımı bir kenara iterek, Rektörlüğe bir yazı yazıp sonu bilinmeyen yeni bir maceraya yelken açmak...

Z. Özlem Özbek