Teodora'nın Düşmanları

-
Aa
+
a
a
a

“İstanbul’un kalabalık ve karanlık bir konağında yaşar Teodora. Konağın üst katında orta halli memur ailesi, en alt katında sefil hizmetliler, orta katında zengin beyzadeler ve ithal madamlar...

 

Konağın dışı ise nice insanın daracık dünyasından oluşan yoğun bir bulutla sarılıdır. Kunduracı Platon, Sütçü Hayriyanım, Kasap İrakli, Saliha Öğretmen, Berber Niko, Ekmekçi Garabet, Sobacı David, Doktor Halil, Ütücü Foti ve daha niceleri...

 

Aşuresi, ştrudeli, mevlidi, kabul günü, danslı daveti ve bezik partileriyle, gelenekle yenilik arasında bocalayan bir ortam. Teodora ise bu uğultudan kaçtığında, düşler dehlizindeki özgürlüğüne doğru süzülür.

 

Onun için yaşamın tek kuralı yalnız ve yalnız “Mösyö’ye hizmettir, bre.”

 

Ya düşmanları?

 

Eraslan Sağlam: Bu sözler, Remzi Kitabevi’nden çıkan Teodora’nın Düşmanları adlı kitabın arka kapağından. Açık Dergi’nin bu akşamki konuğu Evin İlyasoğlu. Hoşgeldiniz Evin Hanım.

 

Evin İlyasoğlu: Merhabalar.

 

ES: Öncelikle kitaba baktığımızda Behçet Necatigil’le başladığınızı görüyoruz, bunun nedeni nedir?

 

Eİ: Behçet Necatigil beni gençlik yıllarımda çok etkilemiş bir ozan, özellikle ağabeyim onun törelerine uygun şiirler yazardı bir zamanlar, İkinci Yeni akımının etkisindeydi, onun öğrencisiydi Ergin Sender, hatta Gözlerinde Gökyüzü diye aynı türde bir kitap da çıkarttı, tıpkı onun diğer öğrencileri gibi. Behçet Necatigil sanki ailemizin bir ferdi gibiydi bizim, onun şiirleri devamlı okunur, konuşulur, tartışılırdı ve ben de tabii yeni gençliğe evrilen bir çocuk olarak onların çoğunu ezebere bilirdim. Onun için, ne zaman, bir şiire başvurmak gereği duydumsa hep Necatigil’e başvurmuşumdur.

 

ES: Çok iyi etmişsiniz, çok da denk düşüyor, dinleyicilerimizi merakta bırakmayalım, şöyle diyor Behçet Necatigil:

 

“Bir karanlık içinde bu evler,

aydınlıkları öyle az ki!

İçeriye sevinç, keder, hiçbir haber

sızdırmayan ev arıyoruz.

Bulunmaz ki!”

 

Galiba Teodora da böyle bir yerde yaşıyor.

 

Eİ: Evet, ondan önce Necatigil’le başladığım bir başka kitabımdan ve Necatigil’den bir satır söz etmek isterim. Ayla’yı Dinler misiniz? adıyla, ünlü keman sanatçımız Ayla Erduran’ın hayatını biyografik roman şeklinde yazdığımda, orada da girişte

 

“Biraz sabır küçük çocuk, biraz sabır.

Ama Allah’ın koyduğu yerde yıldızlar daima yalnızdır.”

 

dizelerini kullanmıştım ki kitabıma çok yakışmıştı.

 

ES: Bence de çok yakışıyor, ayrıca bu sabır meselesi ile ilgili olarak Ayla Hanım’ın konser sırasında koparttığı keman telleri şu anda gözümün önüne geliyor, isabet olmuş. Kitaptan kısacık bir bölüm daha:

 

“Madam’ın bir mevlit günü nasıl ortadan kaybolduğunu hatırladı Teodora. Biraz da içi burkuldu bu olayı düşününce:

 

O gün de Kadir günüymüş. Madam bir gün önceden herkese anlatmıştı; bugün çok kutsal, kurtlar kuşlar bile oruç tutarmış, bu gece herkes ne isterse dileği yerine gelirmiş, kaderi alnına yazılırmış. Tövbe bre, Allah’ın işi yok elinde kalem herkesin alnına tek tek uğraşıp bir yıl boyunca ne olacağını mı yazacak!” diyor Teodora sizin kaleminizle. Peki, Teodora kim?

 

Eİ: Teodora aslında varolan birisi, benim içinde doğup büyüdüğüm, Arnavutköyü’ndeki, kocaman üç katlı bir konağın öyküsü aslında. Ancak tabii öykü birebir değil, bütün bunları geri dönüp çocukluğumdan alıntılar yaparak romanlaştırdım. Sonunda tamamen kendi imge dünyam, kanatlanıp uçabildiğim kadar, imge dünyamın genişliği ölçüsünde bir yeni Teodora çıktı ortaya. Teodora, orta katın hizmetkârıydı, orta katın kâhyasıydı ama bence orta katın efendisiydi ve bütün evin efendisiydi, ben onu daha da genişleterek, sanki Arnavutköy’ün efendisi haline getirdim. Herkese karışan, herkesten biraz intikam almaya çalışan, herkesle iyi veya kötü bir alışverişi olan bir kadın sonunda. O kemikli, cadı görünümünün altında yatan bir kadın figürü yaratmaya çalıştım.

 

ES: Günümüzün değimi ile inanılmaz bir karizma.

 

Eİ: Karizma mı diyorsunuz?

 

ES: Öyle deniyor şimdilerde. Bir kısa bölüm daha aktarmak istiyorum: “Bunları düşünürken birden Cafa’ya kızdı Teodora:

 

“Göğüs bağır açık, memeler meydanda, daracık giyinir bu Cafa, sanrısın ki patlayacak. Bre mevlit kılığı mıdır bu? Zaten erkek kardeşi de o meşhur artist Pola Morelli’yle paraları tüketti. Ne i ail ebre. Bir tek Kiria Eleni sağlam çıkmış, dişçi olmuş, ciddi karıdır.

 

Bir de Kiria Zoi geldi aklına, gülmesi tuttu: Hoca başladı mı mevlidi okumaya Zoi’nin esnemesi tutardı. Hem de sesli sesli ‘haaay, haaay’ diye esner, her esnemeden sonra da istavroz çıkartırdı.

 

“Bre hoca döner, ters ters bakar! Kokana, her esnemede sanır ki kendine nazar değdi, istavroz çıkartırsa atacak üstünden. Bre bu yaştan sonra ne nazarı değecek!. Bu Zoi bir gün hocanın birinden dayak yiyecek ama ne zaman!”

 

dedirtmişsiniz Teodora’ya. Teodora’nın mutlaka hayalleri vardı, özellikle bir kadın olarak hayalleri vardı, özetle Teodora’nın hayallerinden bahsederseniz neler söylersiniz?

 

Eİ: Cinselliğini yaşayamamış, kendini tamamen çalışmaya ve o evi korumaya, Mösyö’sünü korumaya adamış bir kadın, eski zamanın kadını diyeyim, çünkü artık bu zamanda bu kadar kendini adamış hizmetkârlardan söz etmek dünyanın hiçbir yeri için mümkün değil sanırım. Kendini tamamen adamış bir hizmetkâr, o başkasının dünyasını yaşıyor, başkasının dünyasının bir figürü, ama kendinin de bir dünyası olması gerektiğini düşünerek ona bir takım cinsellik serüveni yarattım. Teodora düşlerinde başka bir insan oluyor, kendine düşler dünyası yaratıyor, akşam olup yatağına çekildiği anda onun da bir takım erotik düşleri, erotik algılamaları var. O kim, kiminle sevişiyor, orasını meçhul bıraktım, artık okuyucuya bıraktım ama kesinlikle, mutlaka Mösyö’ye aşıktı, Mösyö’yle düşlerinde sevişiyor şeklinde değil. Birisi ile sevişiyor, o birisi yüce katta birisi ona göre. Teodora’ya o renksizliğin, o griliğin, her zaman giydiği o koyu füme renklerinin arasında, neredeyse gelincik renkleriyle donanmış bir dünya yarattım düşlerinde.

 

EA: Biraz da kitabın yazımı ile ilgili, teknik kısmına girecek olursak, sizi zorlayan bir teknikten bahsettiniz, nedir bu?

 

Eİ: Kitabı bir gün içinde geçirdim, bu bir yazar için herhalde en büyük işkence, bu işkenceyi kendi kendime yaptım; sabah çok erken saatte başlıyor Teodora, bütün sobaları yakaraktan, o sabah karanlığı, soğuk, vs. akşama kadar, gece yarısına kadar geçen bir süreç. Bu sürecin sonunda da birazcık bilinçaltı akımını kullanarak son sayfalarda o heyecanı yaratmaya, en son başa gelen olayı geri dönüşlerle anlatarak çarpıcı bir şekilde noktalamaya çalıştım. Gerçekten bu adamakıllı zordu ve bu arada Teodora’ya durmadan bir mayonez yaptırttım, o mayonez bir türlü bitemedi, tutamadı, yumurtaları kırdı, döktü. Bir arkadaşım dedi ki “biliyor musun kaç yumurta harcadın sen bu mayonezle?” Gerçekten onu hiç saymamışım, ama mayonezin tutmaması da, bir sürekli bas gibi altta, bir çizgi halinde, o bir günün geçişini, geçemeyişini, o sıkıntıyı versin istedim. Bu da bana bir işkenceydi tabii.

Eİ: Tabii sonuçta çok gazel bir şey çıkmış.

 

“Mevlitler her zaman can sıkıcı değildi. Arada komik şeyler de oluyordu. Kıkırdamaya başladı Teodora. Aslında o hiç gülmezdi. Daha doğrusu onun güldüğünü, hele kahkahalar attığını hiç kimse görmemişti. Ama yalnızken, kendi kendine taklitler yapar, cigara içip keyif çatar, güler, dans eder gibi dalgalanır, çoğu zaman da birilerinden intikam almak için yumruğunu sıkıp masaya, duvara filan vurabilirdi. Yalnızlığının efendisiydi o. Bazen de düş kurar, eğlenir, söylenir, söver, dilediğini yapardı. Oysa birilerinin yanındayken âdeta dişlerinin arasından konuşur, karşısındaki ne dediğini anlamak için mutlaka tekrar etmesini isterdi. Aynı ses tonuyla, aynı zor anlaşılırlıkla yinelerdi dediklerini. Yüzünden de hiçbir ifade okunmazdı. Acımak, sevinmek, gülmek, sövmek sanki hepsi aynı kalıptan çıkardı.”

 

Teodora’nın Düşmanları kimlerdi?

 

Eİ: Teodora’nın düşmanları başta hizmet ettiği Mösyö’sü, ona zarar verecek herhangi biri, onun uykularına zarar verecek, onu uyandıracak, onu tedirgin edecek herhangi biri ve de köşke zarar verecek herhangi biri, hepsi Teodora’nın düşmanları çıkıyor sonunda. Başta, mesela, gırtlak kanseri olmuş İncirci Haralombos var, adam boğazında delik olduğu için, zavallı, bağıramıyor, “İncirci geldi!” diye bağıramadığı için çıngırakla satış yapıyor ama Teodora o kadar kızıyor ki, onun şımarıklıktan bunu yaptığına, istese sesinin çıkabileceğine inanıyor. Çıngırağı çaldığı zaman onun çın çın sesi Mösyö’yü o güzelim sabah uykularından uyandıracak, çünkü Mösyö geç vakte kadar bezik oynuyor, geç vakte kadar uyanık kalıyor, Büyük Klüp’de yiyiyor, içiyor, dans ediyor, vs. lüks bir hayat yaşıyor ve gelip öğlene kadar uyuyor. Onun öğlene kadar uyuması çok kutsal Teodora için, o uykular sırasında herkes sessiz olacak, çıt çıkaran Teodora’nın düşmanı.

 

EA: Hatta bir kere sabah erken bir saatte tuvalete gitmesi ne kadar çok endişelendiriyor Teodora’yı “ne oldu acaba?” diye.

 

Eİ: Romanın sonuna kadar Mösyö’nün başına bir şey gelecek endişesini de örmeye çalıştım.

 

EA: Biraz da daha Mösyö’de kalacak olursak, Mösyö temelde Teodora için kim?

 

Eİ: Mösyö Teodora için her şey, padişah, peygamber, ne derseniz deyin.

Aslında toplumsal açıdan, 2. Dünya Savaşı’nın sona erdiği bir dönemi anlatıyorum; Mösyö, bundan sonra Avrupa’da okuyup o sıralarda Türkiye’ye dönmüş, aslında çok daha önce Türkiye’ye dönmüş, ama Avrupa ile ilişkisi kesilmemiş, oraya iş yapabilen ve halen Türkiye’nin o günkü koşullarının üstünde gelir düzeyi olan bir kişi. Orada iş yapabilmiş olması da tabii oradan, dışarıdan getirttiği ilk buzdolabı geliyor Arnavutköy’e, ilk Mösyö’nün evinde görüyor bunları Teodora, ve o kadar yüce şeyler ki bunlar, onun için Mösyö Teodora’nın gözünde Superman belki de.

 

ES: Biraz da genel olarak bakacak olursak, Teodora’nın gözlüğünün dışından bakacak olursak, az evvel biraz değindiğiniz, Mösyö o dönemin hangi insan tipine tekabül ediyor, genel olarak Türkiye’de neyi temsil ediyor?

 

Eİ: Aslında üst düzey sınıfa örnek Mösyö o zaman için, geliri gayet yüksek ve bir Avrupa yaratmış o eski Osmanlı konağında, en alt kattaki o hizmetçiler, beslemeler, evlatlıklar, o sefil dediğim kişiler, ama hepsi çok sadık kişiler, aileye çok bağlılar. Onlar en alt katta “ıncır mıncır” yaşıyorlar. En üst katta bir memur ailesi -yeni bir sınıf olarak- yaşıyor. Konağın orta katını tamamen duvar kağıtları ile kaplayıp, gömme banyolar yaptırıp, salamandıra dediğimiz, o zamanın kalorifer türünde sobalarını kurup, bir şekilde Avrupa’nın bir otel hayatına çevirmiş Mösyö. Demek ki o tamamen üst düzey, tamamen Batılılaşmanın bir simgesini yaratmaya çalışan kişi.

 

ES: Farklı etnik kökenlerden insanların rahatlıkla bir arada yaşadığı o dönemin Türkiye’si ile, tam da Ermeni techirinin tartışıldığı günümüz Türkiye’sini karşılaştırdığınızda, Teodora bugün yaşasaydı bu durum karşısında ne hissederdi?

 

Eİ: Teodora için pek bir şey değişmezdi, çünkü Teodora zaten kendi kabuğunun, kendi dar çevresinin içinde yaşıyordu ve onun çevresindeki diğer kişiler, Müslümanlar, Yahudiler, Ermeniler hepsi Teodora için birdi. Onlar Teodora’nın savunduğu yaşam tarzına zarar vermedikçe makbul kişilerdi, ama en ufak bir zarar verdikleri anda o kişisel dünyasının dışında onlara düşman oluyordu. Teodora için fazla bir şey fark etmeyecekti.

 

EA: Sizin için?

 

Eİ: Ben o eski çocukluk günlerimde, Arnavutköyü’nde, hepimizin iç içe yaşadığı, dostluk içinde ve çok şeyler öğrendiğim o dönemi çok özlüyorum. Çünkü onların ev içi düzenlerinden, aile sahipliklerinden o kadar çok şey öğrenmişiz ki, sınıf arkadaşlarımız vardı, terzilerimiz, kasaplarımız, ayakkabıcılarımız hepsi Rum’du, esnaf Rum’du. O esnafın ev yaşamı o kadar üst düzey, o kadar tertemiz, o kadar yüz ağartıcı idi ki onlar  Müslümanlara da çok şey öğrettiler. Aynı şekilde mevlitlere gelip, mevlit dinlerlerdi ve her zaman için saygınlıklarını korurlardı. Arnavutköyü’nden Rumlar gitti, sonra Karadeniz’den vatandaşlar geldi Arnavutköyü’ne, şimdi Arnavutköy’de değişik bir sosyoloji yaşanıyor, müthiş bir sosyete var biliyorsanız, reklamcılar, modacılar ve artık o eski konakların yepyeni bir şekliyle yeni konutlara çevrildiği, -ki daracık daracık sokaklar, hiç park edecek yer yok- çok lüks lokantalarıyla yepyeni bir semt olarak çıkıyor şu an Arnavutköy karşımıza.

 

ES: Eski Arnavutköy’deki bu inanılmaz değişimi sosyolojik olarak nereye koyuyorsunuz?

 

Eİ: Türkiye’nin genel değişimine koşut bir değişim herhalde, ama Arnavutköy’ün, eski binalarını en çok saklayan yer olarak dikkatleri çektiğine inanıyorum. O eski binalardan biri de benim anlattığım bina, Mumhane sokak No. 15’deki bu kocaman köşk, o da şimdi yepyeni bir yapılanma içinde, kremalı bir pasta gibi yapıldı, hiç benim doğduğum, büyüdüğüm köşk değil tabii artık.

 

EA: Teodora’da bunlarla karşılaşıyoruz, biraz gülümseyerek okuyoruz, biraz içimiz burkularak okuyoruz. İzin verirseniz kitaptan son bir bölümle kapatmak istiyorum:

 

“Ah, Faikanım kocaman memeleriyle yuvarlanarak yetişip terlikle oğlanın kıçına kıçına... Zaten bir kaç gün önce onu camiye götürmüş. O, asma katta namaz kılarken oğlan da aşağı katı seyredeceğim diye kafasını parmaklıklara sokmuş. Bir daha da çıkartamamış. Ağlasa zırlasa da kimse duymaz, herkes dua ediyor. Sonunda imam gelmiş, çocuğun kulaklarına sabun sürüp kurtarmış. Büyüse de geçmedi bu çocuğun muzırlığı kale. Daha geçen yıl mevlit sırasında tam Kuran okunurken, git sen dışardan eve telefon et! Sadık Bey açmış telefonu gülüyor, kendini tutamıyor bre adamcağız. Meğerkim dermiş ki, ben öbür dünyadan arıyorum, son duadan çok memnun kaldık, tekrar istiyoruz onu.”

 

 

(24 Haziran 2005 tarihinde, Açık Dergi programında yayınlanmıştır.)