Tarihsel Süreçte Azınlık Hakları Meselesi

-
Aa
+
a
a
a

Azınlıklar üzerine tartışmalar bir süredir yoğun olarak gündemde bulunduğundan konuyu tarihsel bir perspektifte analiz etmek, ve günümüz çağdaş demokrasi anlayışı çerçevesinde azınlık sorunlarının çözümünde  ne gibi yeni yaklaşımların oluşturulabileceğini irdelemek bu makalenin ana amacıdır.

 

Tarihsel sürece bakıldığında azınlık konusunda iki temel farklı yaklaşım olduğu görülür. Zaman, zaman bu yaklaşımlardan biri ağırlık kazanmış, kimi zaman tarihsel sürecine ve  hatta ülkesine bağlı olarak bu iki yaklaşımın sentezi benimsenmiştir.

 

Bu yaklaşımlardan biri, tüm toplumda türlü nedenlerle çoğunluğun dışında kaldığını ifade eden gruplara mensup vatandaşlar dahil, tüm vatandaşların eşit muamele göreceği, eşit haklara sahip olacağı, hiçbir ayrımcılığın yapılmayacağı  bir yönetim sisteminin kurulmasını hedefler.

 

İkinci tarihsel yaklaşım ise , toplumda çoğunluğun dışında kalan, örneğin bir etnik, bir dini grup için uç noktada özerkliğe varan hak taleplerinin yapılabileceğini savunur, bu hak taleplerinin kolektif haklar olarak elde edilmesi gerektiğini savunur.Bu yaklaşım esas olarak tüm yurttaşlar  için eşitlik haklarından ziyade,  çoğunluğa karşı topluluklar bazında hakların elde edilmesini hedefler. 

 

Azınlıklar konusu tarihsel gelişimi içinde uzun süre dini cemaatler çerçevesinde görülmüş, çok daha sonra ise etnik ve dil azınlıkları da gündemde yerini almaya başlamıştır. Azınlıklar konusu özellikle 18. ve 19.yüzyılda, Osmanlı'nın da gündemini meşgul etmiştir. Osmanlı'dan talepler  hep yukarıda bahsi geçen ikinci yaklaşıma dayalı yapılmış. 1856 Islahat  Fermanı'nın sağladığı ve ve ilk yaklaşım çerçevesinde değerlendirilebilecek güvenceler, hem bu dini cemaatler tarafından, hem de dönemin bu konuda Osmanlı karşısında taraf olduğunu söyleyen Avrupa devletleri tarafından yeterli görülmemiştir.Bu bakımdan da, ilk yaklaşımın 3 dini azınlığa (Rum, Ermeni, Musevi) verilen nizamnameler, bu üç dini azınlık için yeterli kabul görmediğinin göstergesidir. 1876 yılında gelen Kanun-i Esasi, Osmanlı'nın getirdiği kanuni güvenceler de Avrupa'da kabul görmemiş  ve topluluk bazında hakların ayrıca güvence altına alınmasının gerekliliği hep talep edilmiştir.

 

Bu dönemlerde , hiçbir  dini azınlık da herkesin eşit olacağı bir düzeni , eşit muamele göreceği bir düzenin doğru ve yeterli bir  düzen olduğunu savunmamış, kendi cemaatlerine devletçe özel hakların verilmesini bir hak olarak görmüş, çoğunluğu hep karşı muhatap olarak alıp bu yönde mücadele etmişlerdir. Osmanlı'da netice itibarıyla, tüm Müslüman uyrukluların üst kimlik anlamında millet olarak tek ve eşit olduğu, ama Müslüman olmayan azınlıkların bu millete dahil olmakla beraber,devlette belli kolektif ve özerk haklara ayrıca sahip olduğu, bir düzenin var edildiği görülür.

 

     

Günümüzde de, çoğunluk dışında kaldıkları ve sadece bu konumlarından dolayı ayrımcılıkla karşılaştıklarını düşünülen  topluluk  mensupları vardır. Bu kişiler bu düşünce ile, doğal olarak  bugün dahi,  geçmişle çok benzer bir şekilde, sorunun bir eşitlik sorunu olmaktan ziyade çoğunlukla girişilecek pazarlıkla çözülebilecek bir hak mücadelesi olarak da görebilmektedirler.

 

Dünyada ise bu konularda çözüm arayışı  yukarıda bahsi geçen iki yaklaşım arasında gelip gitmektedir.

 

Örneğin, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaklaşım, dini, etnik veya dil azınlıklarının kollektif  haklarının olduğu, ama bu hakların, yurttaşı oldukları devletlere bağlılıklarını sorgulama nedeni olarak görülemeyeceği yönünde oluşmuştur.1923 Lozan Antlaşması'nda da , bu anlayışın izlerini görmek mümkündür. Lozan Antlaşması'nda da , önce Türk uyrukluluğu Türkiye'de ikamet edenler çerçevesinde tanımlanmış, her bir Türk yurttaşının sahip olduğu eşit haklar sıralanmış ve özelde de sadece Müslüman olmayan azınlıklar için kolektif bazı haklar verilmesi anlamına gelecek haklar sıralanarak,  Antlaşma taraflarınca mutabakata ulaşılıp imza altına alınmıştır .Bu  kolektif hakların verilmesinde , Müslüman olmayan azınlıklar için de devlete bağlığın ön koşul olarak kabul edildiği açıktır; çünkü bu azınlıklar da Türk uyruğu altında görülmektedir.

 

Bilindiği gibi Lozan Antlaşması'nın 3.kısmında, Madde 37- Madde 44 arasının başlığı          ''Azınlıkların Koruması'' olarak verilmiştir. ''Müslüman Olmayan Azınlıkların'' korunması diye bir başlık tercih edilmemiş olması ve genel olarak Türk uyrukluğuna da vurgu yaparak, özelde mutabık kalınan, Müslüman olmayan azınlık haklarını belirtmesi,  Lozan'nın genel olarak Türk uyruklu  bireyden hareket ederek, Müslüman olmayan azınlıkların korunması  üzerine mutabakatı belirlediğini gösterir. Çünkü Lozan Antlaşması'nda uyrukluk üzerine  düzenleme yapılmış,  tüm Türkiye toprakları üzerinde yaşayanlar Türk vatandaşı kabul edilmiştir. Terk edilen Türk topraklarındaki halkların hangi uyruğa sahip olacağı da bu kişilerin iradesine bırakılmış, seçme hakkı üzerine ayrıca düzenlenme yapılması gereği duyulmuştur. 

Lozan Antlaşması, Müslüman olmayan azınlıkların haklarının korumasında, genelden özele giden bir mantık çerçevesinde oluşturulan bir mutabakatı imza altına aldığını söyler,  bu söylemin dayanağını Anlaşma metninde de görmek mümkündür.  

Antlaşma'ya göre Türk Uyrukları, Türkiye toprakları üzerinde ikamet eden bireylerdir ve üst kimlik olarak "Türk'' olarak adlandırılmaktadır. Tüm Türk uyrukları için geçerli genele yönelik mutabakata göre, Türkiye  toprakları üzerinde ikamet eden ve  Antlaşma metninde Türk uyrukluğuna sahip tüm bireylere şamil görünen haklar aşağıda ki gibi ifadesini bulmaktadır.:

 a ) Türk Hükümeti, Türkiye'de oturan  herkesin , doğum, bir ulusal topluluktan olma [milliyet , dil, soy ya da din ayırımı yapmaksızın, hayatlarını ve özgürlüklerini korumayı tam ve eksiksiz olarak sağlamayı yükümlenir. ( MD. 38) 

 b) Türkiye'de oturan herkes ,  her inancın, dinin ya da mezhebin, kamu düzeni ve ahlak kurallarıyla çatışmayan gereklerini, ister açıkta isterse özel olarak, serbestçe yerine getirme hakkına sahip olacaktır ( MD.38)  

 c) Türkiye'de oturan  herkes, din ayırımı gözetilmeksizin, kanun önünde eşit olacaktır.(MD.39) 

 d) Din, inanç ya da mezhep ayrılığı,  hiç bir Türk uyruğunun, yurttaşlık haklarıyla [medeni haklarla] siyasal haklarından yararlanmasına, özellikle kamu hizmet ve görevlerine kabul edilme, yükseltilme, onurlanma ya da çeşitli mesleklerde ve is kollarında çalışma bakımından, bir engel sayılmayacaktır.(MD.39) 

 e) Herhangi bir Türk uyruğunun gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiç bir kısıtlama konulmayacaktır (MD.39).

f) Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe'den başka bir dil konuşan  Türk uyruklarına , mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düsen kolaylıklar sağlanacaktır. (MD.39)

 

Yukarıda belirtilen hususlar, azınlıkların haklarının korumasında da dikkate alınması gereken tüm Türk uyruklarına da zaten uygulanacak , tabiatıyla da  Müslüman olmayan azınlıklara da  uygulanacak genel prensiplerdir. Buraya kadar olan mutabakatın devletle birey ilişkileri üzerine, bireysel haklar üzerine olduğu görülmektedir.

 

Bu genel haklara  ilaveten, sadece ''Müslüman Olmayan'' azınlıklar için özel ''kolektif hakların'' da olduğu kabul edilmiş ve Antlaşma maddelerinde bu kolektif hakların da neler olduğu net olarak zikredilmiştir : 

a)     Müslüman-olmayan azınlıklar, bütün Türk uyruklarına uygulanan ve Türk Hükümetince, ulusal savunma amacıyla ya da kamu düzeninin korunması için, ülkenin tümü ya da bir parçası üzerinde alınabilecek tedbirler saklı kalmak şartıyla, dolaşım ve göç etme özgürlüklerinden tam olarak yararlanacaklardır. ( MD.38)  

b)     Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, Müslümanların yararlandıkları aynı yurttaşlık [medeni] haklarıyla siyasal haklardan yararlanacaklardır (MD.39)

c)     Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem hukuk bakımından hem de uygulamada, öteki Türk uyruklarıyla ayni işlemlerden ve ayni güvencelerden [garantilerden] yararlanacaklardır. Özellikle, giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapmak konularında eşit hakka sahip olacaklardır ( MD.40) 

d)     MD.41-44 arasında tamamen '' Müslüman Olmayan '' azınlıklarla ilgili mutabık kalınan hususlar imza altına alınmaktadır.

Lozan Antlaşması ait olduğu dönem itibarıyla , o döneme ait azınlık yaklaşımlarına da bir örnek teşkil eder. Eşitlik haklarına vurgu yapmakta, ama yine de özel olarak  kolektif azınlık  haklarını da düzenlemektedir. Lozan, örneğin Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Milletler Cemiyeti'nin 1922 yılında aldığı  tavsiye kararında azınlıkların hakları korunma altına alınırken , azınlıkların bağlı oldukları devletlere sadakatinin de şart olduğunu vurgulayan  yaklaşım ile uyumludur.

Bu dönemin yaklaşımı bir yandan  genel eşitlik haklarını savunurken, öte yandan yine de azınlık hakları verilebileceğini savunulmasıdır. Ama bu durumun da devlete bağlılığı zedeleyeceği kaygısıyla, devlete bağlılığı arayıp, bir sentez yaklaşımı oluşturmaya çalışmaktadır.

Bu yaklaşım İkinci Dünya Savaşı'nın getirdiği yıkım, ve Musevilere uygulanan soykırım sonrasında terk edilmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, özellikle Avrupa'da görülen Musevi katliamı neticesinde, esas olanın, azınlık olanları "azınlık" olarak tanımlayıp, özel haklara sahip olmalarını sağlamaya çalışmak olmadığı, herkesin, her kim olursa , bireysel anlamda eşit muamele gördüğü bir düzenin yaratılması olduğu görülmüştür.

 

 

                                                              - 5 -

 

Bu döneme damgasını vuran en temel sözleşme , 1966 yılı Uluslar arası Sivil ve Siyasi Haklar Sözleşmesi'dir. Sözleşmenin giriş kısmından itibaren yapılan vurgu hep 'birey' içindir. Bu sözleşme eşitlik hakları üzerine bir sözleşmedir. Örneğin, sözleşmenin 26.maddesi der ki;

 

"Herkes kanun önünde eşittir ve hiçbir ayrım gözetilmeksizin kanun tarafından eşit surette korunma hakkına sahiptir. Bu bakımdan kanun her türlü ayrımı yasaklar ve herkesin ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal yahut başka herhangi bir duruma dayanan ayrıma karşı eşit ve gerçek surette korunmasını güvence altına alır".

 

Bu sözleşme ile azınlık hakları dahil tüm hakların eşitlik hakları üzerinden güvence altına alınması anlayışı  kabul edilmektedir.

 

20. yüzyılda  İkinci Dünya Savaşı sonrası, dünyanın karşılaştığı  3. önemli kırılma noktası ise  soğuk savaşın son bulması ve demir perdenin yıkılmasıdır. Yeni dönem, yine azınlıklara bakışta değişimlere neden olmuştur.

05.11.1992 tarihli Avrupa Konseyi Bölgesel ve Azınlık Lisanları Sözleşmesi ile tekrar,  geleneksel, bölgesel ve azınlık dilleri, belli bir bölge veya belli bir grubun geleneksel lisanı olmaları kaydıyla, azınlık hakkı olarak korumaya alınmış ve okul öncesi eğitimden başlayarak bu dillerin okulda da öğretilmesinden başlayan, en az  bir televizyon ve radyo kanalının bu lisanda yayın yapmasına kadar çeşitli  haklar getirilmiştir.

 

Görüleceği üzere, soğuk savaş sonrası dönemde, eşitlik hakları yine yeterli görülmemiş ve  yine Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde var olan anlayış çerçevesinde eşitlik hakları sağlansa da topluluklara, topluluk bazında haklar verilebileceği anlayışı yeniden o kadar da aykırı bir arayış olarak görülmemeye başlamıştır.

  

1992 tarihli  bu sözleşmede oluşmaya başlayan anlayış, 1995 tarihli, AB'nin "Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve" sözleşmesinde de devam etmiştir. 1995 tarihli bu sözleşme;

 

"Kendi topraklarında, ulusal azınlıkların mevcudiyetini korumaya kararlı olarak; ulusal azınlıkların korunmasının istikrar, demokratik güvence ve bu kıtadaki barış için gerekli olduğunu,Avrupa tarihindeki kargaşaların ortaya koyduğunu dikkate alarak..."

 

"Yasalar çerçevesinde, devletlerin toprak bütünlüğüne ve ulusal egemenliğine saygı göstererek, üye Devletlerde ve bu belgeye Taraf olacak başka Devletlerde ulusal azınlıkların ve bu azınlıklara mensup fertlerin hak ve özgürlüklerinin etkin korunmasını sağlamak için dikkat edilecek ilkeleri ve onlardan doğan yükümlülükleri tanımlamaya kararlı olarak.."

gibi giriş cümleleriyle başlayıp taraf devletler için ön mutabakatı belirleyerek, sonrasında 

 

"Taraflar ulusal azınlıklara mensup her ferde kanun önünde eşitlik hakkını  ve kanunlarca eşit olarak korunma hakkını güvence altına almayı taahhüt ederler." ( MD.4/1) ''

 

maddesi ile eşitlik haklarına vurgu yapmakta ama sonra kalkıp esasında tüm yurttaşların  eşitlik hakları olması gereken, dilini,dinini, geleneklerini koruma, dini inancını uygulama, kendi dilini topluluk önünde kullanma, toplanma, dernek kurma özgürlüğü  ,basın yayın organı kurma, kullanma gibi temel bazı hakları , ayrıca azınlık hakları olarak tanımlamakta ve bu konuda sözleşme taraflarına yükümlülük getirmektedir.

 

Tüm sözleşme boyunca, esasında  hepsi eşitlik hakları olan tüm benzer haklar nerdeyse teker, teker azınlık hakları olarak sayılmakta ama buna karşın sözleşmede, kimlerin hangi şart altında azınlık kabul edileceğinin cevabı ise verilmemektedir. Sadece 30. maddede denilmektedir ki;

 

"Her devlet, imza esnasında veya onay, kabul, uygun bulma veya katılım belgesini tevdi ederken işbu Çerçeve Sözleşmesinin uygulanacağı, uluslararası ilişkilerinden sorumlu olduğu toprak veya toprakları belirleyebilir."

 

Sözleşme de taraf devletlere sözleşmeyi uygulayacakları "toprak ve toprakları belirleyebilir" diye ifade edip, bu anlamda başkaca bir şey dememektedir. Neticede de tüm bu  temel  ve tüm yurttaşlar için geçerli olması gereken eşitlik haklarını, sanki azınlıklar da yurttaş grubuna girmezmişçesine, azınlıklara verilmesi gereken haklar olarak sayıp,  aynen Birinci Dünya Savaşı sonrası anlayışına uygun bir söylemle, bu hakların sözleşmede sayılmasının, azınlıkları bağlı oldukları devlete sadakatlerini zedelememeye de davet etmektedir.

"İşbu Çerçeve Sözleşmesinin hiçbir hükmü, uluslararası hukukun temel ilkelerine ve özellikle, Devletlerin egemen eşitliği, toprak bütünlüğü ve siyasal bağımsızlığı ile ters düşen bir eylem yapmak veya bu tür bir faaliyete girişmek hakkının mevcut olduğunu ima edecek şekilde yorumlanamaz."                                                            

Avrupa Birliğinin , 1966 yılı sözleşmesinden sonra tekrar Birinci Dünya Savaşı sonrası anlayışa dönüp, eşitlik haklarını istemek yetmez, azınlık toplulukları için bu hakları ayrıca istemek gerekir anlayışının çağdaş liberal eşitlik hak anlayışı ile ilgisi olduğunu savunmak zordur.

 

Avrupa Birliği , 1992 ve 1995 yılında gündeme getirdiği sözleşmeler ile, örneğin kendi bünyesinde bulunan ve ikamet eden milyonlarca ayrı dil, din ve etnik kökene sahip vatandaşını veya göçmeni, -1992 tarihli sözleşmesinde açıkça "geleneksel olarak bir grup tarafından veya  belli coğrafyada konuşulan diller" ifadesi kullanarak-,  azınlık olarak görmediğini de ifade edebilmektedir. Bu kişiler için,  herkes için geçerli olan mevcut eşitlik hakları herhalde yeterli görülmektedir, ama buna karşın 1992 ve 1995 tarihli sözleşmelerle mevcut eşitlik hakları, geleneksel azınlık dilleri ve azınlıklar için yeterli derecede kuvvetli bir teminat olarak görülmeyip, bu eşitlik haklarının kuvvetlendirilmesini talep etmek yerine doğrudan azınlık haklarına girilmesine de çağdaş demokrasi anlayışında yer  bulmak oldukça zordur.

 

Buraya kadar, azınlıklar konusunun yakın tarihsel süreç içinde ne tür yaklaşımlarla ele alındığını irdelemeye çalıştım. Bu yaptığım analizin gösterdiği, bugün ortak değerler sistemini üzerinde bina edilen Avrupa Birliği'nin birkaç yıl öncesine kadar benimsediği, azınlık sorunlarının çözümüne getirdiği temel yaklaşımların,  tarihsel süreç içinde gözlemlenen yaklaşımlardan temelde fazlaca bir değişiklik getirmediği, hatta geriye dönüş olarak bile adlandırılacak bir bakış açısıyla  geçen yüzyıl başlarında benimsenen yaklaşımlarla benzer bir yapıya sahip olmaya başladığıdır.

  

21.yüzyılın başlarında ise tarihsel sürecin, insanlığı çağdaş demokrasi anlayışında getirdiği nokta geçen yüzyılın demokrasi anlayışından oldukça farklıdır.

 

Çağdaş demokratik anlayış birey merkezlidir. Birey hak ve özgürlüklerine verdiği önem kadar bireye sorumluluklar da yükler. Bu sorumluluklardan en  başta geleni ise, toplumsal her alanda katılımcılığı talep etmesidir. Örneğin, çağdaş demokrasilerde bulunması gereken en önemli unsurlardan biri, katılımcı demokrasi anlayışıdır. 

Katılımcı demokrasinin bireyden toplum geneline benimsenmiş olması, birey-devlet ilişkilerinde, eşitlikte adaletin sürdürülebilir olarak var olmasının yegâne teminatıdır. Eşitlikte adaletin  her daim var olmasının ön koşuludur demokratik katılımcılık sorumluluğunun birey ve toplum tarafından üstlenilmesi.

 

Bu anlayış, ve her bir bireyin toplumsal süreçlere ve yönetime doğrudan katılımı ve karşılıklı etkileşimi,  birey hak ve özgürlüklerinin eşitlik hakları çerçevesinde devlet tarafından yasal teminat altına alındığı bir toplum düzende var olabilir, yeşerebilir

                                                  

Vatandaşların esasen  kendi temel bireysel  hak ve özgürlüklerini, ancak  kendilerini ait gördükleri topluluklar üzerinden ve kendilerini ait gördükleri  topluluklar dışındaki  çoğunluğa karşı mücadele vererek,  taviz sonrası bir uzlaşma noktasında bulaşarak elde edebileceklerini kabul eden ve artık geçen yüzyıla terk edilmesi gereken bir yaklaşımın çağdaş demokratik dünyada yeri olmadığı açıktır.

 

Tüm ülke vatandaşları için, kendi ile bütünleşmiş olarak gördüğü tüm unsurların, eşitlik hakkı da dahil olmak üzere, birey olmanın getirdiği tüm hak ve sorumluluklarının, her türlü ayrımcılığa karşı eşitlik haklarının yasal güvence altına alınıp devlet tarafından  garanti edildiği  bir demokratik düzen, toplumsal ve demokratik  eşitlikte katılımcılık zemininin oluşturulması,  katılımcılığın teşvik edilmesi, azınlık sorunları olsun, çoğunluk sorunları olsun tüm ülke vatandaşlarının bu eşitlikte katılımcılık ortak paydasında buluşturulması yeni yüzyılın yeni yaklaşımı olarak sahiplenilmelidir.

 

Türkiye, önümüzdeki dönem içinde yürüteceği tam üyelik müzakerelerinde, AB'nin yukarıda bahsi geçen iki sözleşmesi üzerine savunacağı görüşleri oluşturmak durumunda kalacaktır.

 

Türkiye'nin bu konularda AB ile ilişkilerinde duruşunun yukarıda tarif edilmeye çalışılan bireysel eşitlik, hak ve sorumluklar üzerinden olması ve bunu da tüm yurttaşları için  hem yasalarda hem de uygulamada zaten yerine getirmekte olduğunu  göstermesi son derece önem arz etmektedir. Esasında, Türkiye hem dönemin şartlarına göre çok büyük bir coğrafyada bireylerin eşitlik haklarını öncelikle gözetmeye çalışan Osmanlı İmparatorluğu gibi büyük bir imparatorluğun mirasçısı olarak , hem de kendi kuruluş anlaşmasında dahi zaten kendi topraklarında ikamet eden herkes için eşitlik haklarına saygısını teyit etmekte hiç bir mahsur görmemiş bir büyük ülke olarak, bu yazıda savunulan çağdaş anlayışı uygulamak için yeterli olgunluğa fazlasıyla sahiptir.