Son Iraklı Ölene Kadar...

-
Aa
+
a
a
a

Tel-Afer kentinin ABD ve koalisyon güçlerince ablukaya alınması sırasında, Sabah gazetesi diplomasi muhabiri Zeynep Tuğrul ile arkadaşı Kanadalı savaş muhabiri Scott Taylor rehin alındılar. Zeynep Tuğrul, telefonla katıldığı bir söyleşide bu olayın detaylarını, Açık Gazete’ye anlattı. Olayın travmatik etkisiyle halen mücadele eden Tuğrul, yaşadıklarının ardından ABD’nin en eski gazetelerinden The New York Times’a da bir röportaj verdi.

 

Ömer Madra: Irak’ta bir cehennemî ortamın oluştuğu uluslararası şahsiyetler tarafından belirtilirken biz de tam bu karanlık konuyu, Irak’ta rehine alınan Sabah gazetesi diplomasi muhabiri Zeynep Tuğrul ile konuşmak istiyoruz. Günaydın Zeynep Hanım.

 

Zeynep Tuğrul: Günaydın Ömer Bey, nasılsınız ?

 

ÖM: Sağ olun, bu haberlerin arasında mücadele vermeye çalışıyoruz. Siz kendi deneyiminizi aktarabilir misiniz lütfen ?

 

ZT: Tabii. 7 Eylül ( 2004 ) günü saat 09.30 gibi Habur sınır kapısından Irak’a giriş yaptım. Kanadalı, Scott Taylor adında gazeteci bir arkadaşım da vardı yanımda. Birlikte bazı planlarımız vardı; ilk başta Musul’a gidecektik. Buradaki Amerikan hava üssünde, Kanadalı teknisyenlerle görüşecektik.  Bu bağlantıyı da Scott ayarlamıştı. Ardından da iki seçenek vardı bizim için. Ya Tel-Afer’e gidecektik ve Tel-Afer’de iki haftadır Amerikalılar ve direnişçiler arasında süren çatışmaları izleyecektik. Ya da Kerkük’e gitmeyi düşünüyorduk. Türkmenlerin iddiaları var biliyorsunuz; sonra Mossad’dan ( İsrail İstihbarat Servisi ) gelenler var deniyor; Kürtlerden gelenler var... Ne yapacağımıza henüz karar vermemiştik. İşte ilk durağımızda Musul’a vardık. Hava üssündeki Kanadalı teknisyenlerle görüştük. Bize Striker marka askeri ciplerin ilk defa Tel-Afer’de deneneceğini söylediler. Teknisyenlerden Phil Atkins,  Amerika’nın şu anda Hummer’ın yanı sıra bir de ‘Striker’ marka araç kullandığını, ama bu araçlardan hangisi daha güçlü ise bundan sonra onun kullanılacağını, Tel-Afer’deki direnişçilerin elinde İran yapımı, uranyum içeren bazı RPG’ler bulunduğunu, ve bu Striker’ların bu akşam ya da ertesi gün Tel-Afer’de kullanılacağını söyledi. Biz de tabii, bunu duyunca bir anda dehşete kapıldık. Bir anda Tel-Afer halkının, resmen, zırhlı araç kullanımı konusunda kobay olarak kullanılacağını anlamıştık. Ve anında Kerkük’ü ikinci planda bırakıp Tel-Afer’e gitme kararı aldık. Ben buradan Ankara’yı, Irak Türkmen Cephesi’ni aradım. “Bizim Tel-Afer’e geleceğimizi, lütfen oradaki sorumluya iletir misiniz?” diye sordum. Ama saat 17.00’yi geçiyordu. Irak’ta ise hava 18.30’da kararıyordu. Bu yüzden biz de bir taksiyle oraya gitmek istedik. Aslında bize gönderilen aracı beklememiz gerekirdi, bu büyük bir hataydı. Ancak hiçbir taksi şoförü kesinlikle Tel-Afer’e gitmek istemiyordu. Elleriyle bize “deli misiniz?” işareti yapıyordu.

 

ÖM: Siz ne işareti yapıyordunuz karşılığında onlara?

Z. T.: Biz gülüyorduk açıkçası. Onlara “tamam tamam bu gitsin yallah, yallah” diyorduk. Yenisini arıyorduk. Zaten ben Irak’a daha önce sekiz defa geldim; yarım yamalak Arapça biliyorum; Türklerin de kullandığı ortak kelimeleri kullanarak biz de onları gönderiyorduk. En sonunda bir taksi şoförünü ikna etmeyi, onlara göre 30 Dolar gibi yüklüce bir para vererek ikna etmeyi başardık. Bizi bir saat 15 dakika sürecek bir yolculuğa çıkartacağını söyledi. Arabaya bindik, dediğim gibi ilerlemeye başladık. Ben daha önce Tel-Afer’e gitmemiştim. Arkadaşım gitmişti. Her şey yolundaydı. Tel-Afer’den ayrılan sivil haklı görüyordum. Kadınları, çocukları doldurmuşlar. Arabaların arkalarında hep şilteler vardı. Daha sonra bunların ne işe yaradığını ben de anladım. Hep şiltelerde oturuluyor; şiltelerde yatılıyor. Ve başka hiçbir şeyi olmayan arabalar Musul’a doğru giderken biz aksi yöne gidiyorduk.

 

ÖM: Bu terk etme durumu da ağırlıklı olarak Amerikan kuşatması ve bombardımanından ötürü meydana geliyordu öyle mi ?

 

Z T:  Evet, evet. Daha sonra öğrendik zaten; Tel-Afer halkı, Amerika’nın gireceği saate kadar biliyordu. Biz bu akşam ya da yarın diye orada ilerlerken, ertesi gün bizi rehin tutan aile, saat 01.00’de ABD’nin gireceğini söyledi bize.

 

Evrim Altuğ : Yani bir tür, gerçek bombalarla tatbikat sahasına çevrilmiş orası, öyle mi ?

 

ZT :  Bomba değil de, Striker marka zırhlı araçların deneneceği söyleniyordu. Bu RPG’ler Hummer’lara zarar veriyormuş, Striker’lar daha dayanıklı çıkmış. Bundan sonra hangisini kullanalım da Tel- Afer’e gönderelim diye...

 

ÖM: Bir tatbikat gibi...

 

ZT:  Halkı kobay olarak kullanıyorlardı, inanılmaz bir şey. Tel-Afer sınırına yaklaştığımızı saate bakarak anladım. Bir de yol boyunca direnişçiler vardı; görüyorduk zaten. Son 15 dakika, yüzleri maskeli kalaşnikoflu kişileri görüyordum, ama hiç bir zaman bir korku yaratmadı bu bizde, çok normal, meşru müdafaa olarak görüyorduk. Bir de Tel-Afer’i Türkmen diye bildiğimiz için, “Ben Türkiye’den geldim, gazeteciyim.” dediğim zaman hiç bir sorun çıkmayacağına inanıyordum. En sonunda tam şehrin girişindeki kavşakta bekleyen bir polis vardı ve yolu ben sormak istiyorum dedim, Doktor Yaşar Terzi’nin, Irak Türkmen Cephesi’nin Tel-Afer sorumlusunun yerini sordum. Çok büyük bir şans eseri, her ihtimale karşı kendime uzun bir pardösü ve başörtüsü almıştım. İlk defa Türkçe konuşan bir polis görüyorum diye de heyecanlıydım açıkçası. Kendisine Doktor Yaşar Terzi’nin yeri nerede diye sordum; bana cevap vermeden bir eliyle taksiye git işareti yaptı, diğer eliyle de bazı insanlara “gel, gel” işareti yaptı. Bir anda, yüzleri maskeli üç kişinin silahlarıyla bize doğru geldiğini gördüm. O arada baktım; arkadaşım da arabadan inerek yanımıza geldi. O da panik olmuştu bu adamlar yanıma gelince. Bizi çok kibar bir şekilde; “korkmayın, Amerikalılar gelecek, sizi arabaya almak zorundayız..” dediler. “Ama kameralarımız arabada” deyince, “Hiç merak etmeyin, sizin malınız, bizim malımızdır” denildi.

 

ÖM: Arapça mı konuşuluyor?

 

ZT :  Hayır, Türkçe. Bunu özellikle söylemek istiyorum. Türkçe’yi tıpkı sizin gibi, benim gibi kullanıyorlar. Ben daha önce de Musul’a gittim, Kerkük’e gittim. Türkmence ile Türkçe arasında fark var. Mesela Kerkük’tekileri % 70 anlıyorum. Kelimeler ayrı, şive ayrı, aksan ayrı... Ama kesinlikle Türkçe konuşuyorlardı. Daha sonra bu kişiler bana Türkçe konuşan Araplar olduklarını söylediler.

 

EA: Peki bir toplu göç görüntüsü var mıydı ? Ya da kaçış ?

 

ZT: Kesinlikle. Kadın olduğum için benim üzerimi erkekler aramak istemedi. Ama benim üzerimi arayacak bir kadın bir gece boyunca bulunamadı. Ertesi gün sabah 10.00 civarında bir yaşlı bir kadın geldi, bu yaşlı kadının benim için dışarıdan getirtildiği söylendi. Geldi, üstümü aradı ve tekrar dışarıya alındı. Bizi arabaya koydular. Arkadaşımın yabancı olduğunu fark edince yanımızdaki maskeli kişi İngilizce konuşmaya başladı. Kesinlikle korkmamamız gerektiğini, Amerika’nın geleceğini, bizim kimliklerimize bakacaklarını, eğer dediğimiz gibi

Irak'taki Filistin Mülteci Kampında.

gazeteci isek bizi serbest bırakacaklarını, bu anlamda da korkulacak bir şey olmadığını söylüyorlardı. Ben, “Yaşar Terzi’ye geliyoruz” deyince gerçekten de o sırada korkmadık, ama gazeteci olarak heyecanlandık.  Bizi gördükleri zaman belki Tel-Afer’de bu insanların hikâyelerini yazabiliriz diye düşünüyorduk. Zaten hava da kararmıştı. Bizi bir evden içeri soktular ve dışarı çıktılar. Evde şiltenin üzerine oturmamız istendi. İki katlı bir evdi. İkinci kata dışarıdan uzanan bir merdivenle çıkıyordu ve bu merdivende elleri kalaşnikoflu insanlar vardı. Ben Ortadoğu’ya bakmama ve çoğu kez Arap ülkelerinde çalışmama ve Irak’a çok kez gidip gelmeme karşın hiçbir zaman bir savaş ortamı ya da bombardıman altında kalacağımı düşünmedim açıkçası.  Ama bu sefer Tel-Afer’in üzerinde pilotsuz Amerikan casus uçakları uçuyordu. Sadece vızıldayan sesleri duyuluyordu. Kanadalı arkadaşım savaş muhabiriydi. O anlattı: “Bu insanları görür, Iraklıları uyarmak lazım. Bu insanlar (Amerikalılar ) gece dürbünleri de kullanıyorlar, her tarafta büyük ateşler yakılırsa bunların radar sistemlerini bozacaktır.” diyordu. “Şu anda Amerikalılar bu insanları hedefteki ördekler gibi görüyorlar.” Benim için çok üzüntü verici ve hayal kırıcıydı. Musul’daki Amerikan askerlerini gördükten sonra, bu insanların elinde sadece kalaşnikofları vardı; ve zaten daha sonra da ‘kadife’ denen RPG’leri görecektim. Bize yemek ikram edildi, su verildi. O sırada rehine miyiz, misafir miyiz , bir türlü karar veremiyorduk. En sonunda sorduğumda, “sizin gidip gitmeyeceğinize ya da misafir veya rehine olup olmadığınıza Emir karar verecek” denildi...

 

EA: Döndüğünüz zaman kendinizi ne olarak hissettiniz ?

 

ZT: Valla, direnişçiler tarafından kaçırılmış, kimliği anlaşılana kadar da  zorla misafir edilmiştim orada. Ama Musul’da bence kesinlikle teröristlerin elindeydik. Arada çok büyük bir fark vardı...

 

ÖM: Peki bu Emir denen kişi kim?

 

ZT: Emir bir sıfat. Adının Abdullah olduğunu söylüyorlardı. Tel-Afer Emiri, Tel-Afer’in lideri demek...

 

ÖM: Evet Tel-Afer’in lideri ama herhalde bir kabileden çok oradaki mukavemetin liderliği kastediliyor herhalde.

 

ZT: Evet, direnişçilerin lideriydi.

 

 

EA: Türkmen miydi ?

 

Z. T. : Bunu sorduğum zaman bana: “Bizleri Türkmenlerle karıştırma” dedi. Ben Türkçelerine hayret ediyordum. “Türkmenler Erbil, Kerkük, Musul’da yaşar, anadilleri Türkmence, bizim anadilimiz Türkçe’dir. Bizler Arabız dedi. Ben ömrümde ilk defa böyle bir şey duydum. Ama kendilerini daha sonraki evde de böyle tanıttılar.

 

EA: Peki bir Kürt kitlesi var mıydı?

 

ZT: Kesinlikle yok. Kürtlerden nefret ediyorlar. Zaten bana, yapılan sorgulamada sürekli, “Niçin Kürtlerin bulunduğu Diyarbakır’dan Irak’a geldin, de Arapların olduğu Mardin’den gelmedin ?” diye sordular.

 

ÖM: Bu çok ciddi bir sorgulama anlamına geliyor öyle değil mi ?

 

Z. T. : Kesinlikle. Orada, yakınlarda Sincar Kürtleri varmış ve bunlar Yezidî imiş, bunlarla müttefik olduklarını ve Barzani ile Talabani’den farklı olup Türkmenlerin yanında bulunduklarını söylediler. Bunları ayrı bir yerde görüyorlar, ama Sincar Kürtlerinin dışındakilerin düşmanları olduklarını söylüyorlar. Hatta benim nereli olduğumu sordular. Ben Ankaralıyım dedim, o sırada kimlik kartıma filan bakıyorlardı. Annemin babamın nereli olduklarını sordular. Ben Sinoplu deyince rahatladılar.

 

EA: Peki dini vecibelerinizi yerine getirip getirmediğinize dair soru sordular mı?

 

ZT: Şimdi ben ilk tutulduğumuz evde ezan okunduğunda, “Müslüman’mışsın, ezan okunuyor, namaz kılmak istersen, çekinme, bak istersen su da burada” dediler. Ben namaz kılarken, çamaşır ipinin üzerine bir battaniye gerdiler ve kimse bana bakmadı. Ben iki rekât namaz kılmayı biliyordum, açıkçası namazı kıldım kılmasına ama yanlış bir şey yapmaktan ve bunu anlamalarından korkuyordum. Daha sonra öğrendim ki, Kanadalı arkadaşım onları görmüş, bana bakmamışlar bile. 

 

ÖM: Peki o sırada Kanadalı arkadaşınız ne yapıyordu ?

 

ZT:  O şiltenin üzerinde oturuyordu. Biz epey bir oturduk. Sonra durup dururken kalaşnikoflu insanlar arkadaşımın yanına geldiler. Ayağa kalkmasını istediler. Üzerini aramak istediler. İleriye doğru yürüttüler. Arkadan silahı doğrulttular o sırada gerçekten çok korktum, “tamam” dedim, “biz öldürülüyoruz”, “Lütfen, onun bir oğlu var!” diye bağırdım. O sırada onlar da şaşırıp, durdular. “Hayır, sadece arıyoruz” dediler. Ama o anda ne oldu, neden öyle bir heyecana kapıldılar bilmiyorum. Ardından yine kapı çalındı. Sesinden bizi alan kişi olduğunu, sandığım kişi geldi. Yanıma oturdu ve “Zeynep bak, ben seni buradan götürmek zorundayım, burası bu gece bir çatışma alanı olacak ve bir kadın için hiç güvenli değil, çok tehlikeli, seni kadınlarımızın yanına götüreceğim.” dedi. O anda inanılmaz derecede korktum ve ayrılmak istemedim. Hiç savaş tecrübem yoktu. “Lütfen arkadaşımdan beni ayırmayın, birlikte gidelim.” dedim. O anda bana söz verdi: “Bak, sana Müslüman sözü veriyorum. Sadece birkaç soru soracağım, sonra arkadaşını da getireceğim.” diye söz verdi bana. Bu arada gözlerimi bağladı. Başıma bir maske geçirdi. Ama bu kişi son derece kibar biçimde sürekli bana  “Bak canım, korkma, sen korkarsan benim kalbim acır; eğer seni kırarsam ben hayatta kendimi affetmem. Bırak o kâfiri, bak, seninle Müslüman Müslüman konuşalım, sen benim canım kardeşimsin. Ben sana bir Müslüman ağabey gibi soru soracağım, ikimiz konuşalım, sonra da senin arkadaşını yanına getireceğim.” dedi, sonra da sözünde durdu. Beni başka bir eve götürdü. Orada kadınlar olur diye düşünüyordum ama kimse yoktu. Kadınlar odası olduğu belliydi; bir komodin ve dikiş makinesinin dışında hiçbir şey yoktu. Şiltenin üzerinde oturduk, bana bazı sorular sordu, “Sen Müslümansın, senin gibi birinin o Yahudi casusla ile ne işi var ?” diye sordu. Ben “O Hıristiyan” deyince, “Ne fark eder ki ?” diye cevap verdi. “Bir Amerikalı ile Kanadalı arasında da bir fark olmadığını” söyledi. “Biz mücahidiz. İslam için savaşıyoruz. Irak için savaş ikinci sırada geliyor dedi.”

 

EA: Herhangi bir örgüt adı belirtti mi?

 

ZT: Daha sonra, bu Emir öldü, kardeşi bize, “İslam el- Ensar” olduklarını, ama mücahitlerin “üstte” olduklarını söyledi. El – Ansar mücahidin altındadır, birçok örgüt vardır dedi.

 

ÖM: İslam el-Ansar, sizi rehin alan ve elinde tutan örgütün adı mı?

 

ZT: Evet. Ayrıca bana daha sonraki günlerde de Usame Bin Laden hakkında da ne düşündüğüm soruldu. Çok dikkatli yanıt vermek zorundaydım. Olumlu ya da olumsuz ne düşündüklerini kestiremiyordum. “O adam Afganistan’daydı değil mi ?” dedim. Bu cevap onlara yeterli geldi. Evet, dediler. “O, bizim Afganistan’da savaşan kardeşimizdir.” Gazetemizde çıkan haberlerde “Ürdünlü terörist Zerkavi tarafından öldürülen rehineler..” gibi tabirler geçiyordu. Hayır, dediler.. “ Zerkavi de bizim Ürdün’de savaşan kardeşimizdir. Herkesin kendi alanı ve savaşı vardır. Herkes İslam için, için kendi bölgesini kurtarır, Irak ya da Tel-Afer’de sadece biz varız ve başkasına da ihtiyacımız yok.” dediler.

 

ÖM: Peki o, “Kadınlar Odası” dediğiniz yerde ne kadar kaldınız ?

 

ZT: O geceyi orada geçirdim. Benim sorgum yapıldı. O sırada bir el feneri ile tüm eşyalarımız didik didik arandı. Paraların sahte mi, gerçek mi olduğuna dahi bakıldı. Ardından bir elektrik kesintisi oldu. Bir kalaşnikof sesi duydum ‘takk’ diye.. Ben “arkadaşım öldürüldü” diye paniğe kapılıp bağırınca, maskeli ve silahlı iki kişinin yanına giderken bana “Hayır” dedi Emir, burada benim emrim olmadan kimse öldürülmez” ve arkadaşımı da yanıma getirdiler söz verdiği gibi. Sonra ikimize de tekrar sorular sorulmaya başlandı. Neden Musul’daki üsse gittiğimiz soruldu. Emir giderken söylediklerimizi kontrol edeceğini ve geri dönüşünde, doğruyu söylüyorsak bizi serbest bırakacağını söyledi. İkimiz de hâlâ haber ve gazetecilik heyecanı içinde olduğumuz için, Emir’in yüzünü gördük orada, hâlâ Tel-Afer’de kalırız diye umutlanıyorduk. O geceyi uykusuz geçirdim. Arkadaşım ise horul horul uyudu. Ertesi gün bizi başka bir eve getirdiler. Yine yüzümüz maskelendi, ağzımız bantlandı. Ama bu sefer kesinlikle o eve götürülürken korkmuyordum. Alışmış oluyorsunuz. Çok fazla sert davranmıyorlar. “Sizi öteki eve götürüyoruz, burası tehlikeli” dediler. Orada iki Arap görünümlü insan vardı. Teki fazla konuşmuyordu. Yine üzerine gri bir entari giyen Türkçe konuşan bir Arap görünümlü adam ile 15 yaşında bir erkek çocuğu daha vardı. Kendisi söylemişti yaşını... Daha sonra gece boyunca beni bekleyen ve bizi ilk kaçıran arabada bulunan çocuk olduğunu öğrendim. Tartışmalar gece de sürdü. “Gece ne yaptılar?” dediler, öbürü “Kız gece boyunca uyumadı” deyince öteki Arap görünümlü adam “Uyumaz tabii, o gazeteci, arkadaşı da casus olduğu için uyumuştur.” dedi.

 

Üçüncü bir eve getirildik. O gün boyunca fazla bir şey olmadı. ABD ise akşam Tel-Afer’i bombaladı... O gün boyunca Emir geri geldi, önce ailemi aramak isteyip istemediğimi sordu. Ben sabah erken olduğunu ve daha sonra arayacağımı söyledim ve Emir de İnternette hakkımızda araştırma yaptığını anlattı. “Bu İnternette olanları inceliyorum. Kararımı incelemem bittikten sonra vereceğim.” Dedi. Ardından tekrar gelerek bize inandığını, hatta yazdıklarımızı çok beğendiğini filan anlattı.  Siz doğruyu söylüyorsunuz ama hava karardı ve sizi serbest bırakamam. Ama yarın serbestsiniz.” dedi. Bunu gruptakiler de duydu. Bana nispeten daha iyi davranılıyordu, ama arkadaşımın da aynı yerde, zeminde, sofrada hep birlikte yemesine izin verildi. O akşam ABD bölgeyi bombalamaya başladı. Ben çok sıcak olduğu için dışarıda uyumak istedim, zaten bana izin de veriliyordu.  Gece saat 01.00 civarıydı ve ilk kez bir bombalama olayı yaşıyordum. Dışarıdan sürekli tekbir sesleri ve RPG’lere ait “Krakk - bomm” gibi sesler geliyordu. Daha sonra o sesler nereden geliyorsa, aynı yerden ABD bombalarının sesleri yükseliyordu.  Sabah saat yaklaşık 05.30 – 06.00 ya kadar sürdü bu. Bizimle aynı evde kalan Arap görünümlü kişiler de RPG’lerini alarak dışarı çıkmışlardı. Bahçede de hiç bir anlam veremediğim kocaman bir kamyon vardı. Ben bu kamyonun neden orada durduğunu anlayamamıştım. Meğer tüm RPG’ler orada ve bizim hiç girmediğimiz bir odada saklanıyormuş. Onları dışarı taşırken bizden de yardım istendi. Elden ele hep beraber RPG’ler sürekli olarak dışarıya taşındı. Ardından, sabah 06.00 gibi sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi birdenbire bir sessizlik kapladı ortalığı. Bizden de yardım istediler, ettik... Ardından yine bahçede yatıp uyuduğumu bile hatırlıyorum.

 

Ertesi sabah sürekli kapı filan çalındı. Bu 15 yaşındaki çocuğun yüzü biraz değişikti. Garip bir sessizlik olmuştu. Çocuk bana baktı ve “Emir şehit olmuş” dedi. Emir bu yüklenilen bombaların hepsini bir ABD aracına çarpmış ve intihar bombacısı olmuş. Çok değişik bir duyguydu. Dediler ki, “Çok mutlu olmalısın, Emir cennete gitti. İnşallah bir gün hepimiz de onun gibi cennete gidecek ve şehit olacağız. ”

 

ÖM: Yani Emir diye tabir edilen adam intihar saldırısı yapmış.

 

ZT: Evet. Evet. Ama ben Emir’i gördüğümde sürekli gülümsüyordu. Bu insanlar o kadar sakinlerdi ki... Yemek yiyorlar ve “şehit oluruz”diye bekliyorlardı resmen. Hiçbir şey onları etkilemiyordu.  O insanlar için ölmek çok korkunç bir şey değil, hiçbir şey gerçekten umurlarında değil. O arada hiç korkmadıkları için çok normal yemek yiyebiliyor, uyuyabiliyorlar. Arkadaşlarıyla iletişim kurabiliyorlar. Onlara göre bu, şehit olmak, beklenilen bir an...

 

ÖM: Bu, ABD ve diğer işgalciler (“uluslararası güç”) için pek iyi bir haber sayılmaz.

 

ZT:  Kesinlikle. Bir tarafta bir yandan ailesine dönmeyi beklerken para karşılığı savaşarak bunu bir iş olarak gören bir insan, öteki tarafta ise “Şehit olmadan önce ne kadar çok kâfir öldürürsem o kadar sevap olur” diye yaşayan  ve yaşam mücadelesi veren insanlar. Allah onun canını almayı kabul ederse bunu memnuniyetle kabul edecek. Öte yandan şunu söyleyeyim. Tabii Tel-Afer’deki sivil halk dışarı çıkarılmıştı. Herkes annesiyle, babasıyla akrabalarıyla zaten vedalaşmış, akıllarında onlar yoktu. Ben orada anneme telefon açmak istiyorum diye ağladığımda, sözlerini tutmayınca, bu bir sembol olunca bana “sen anneni aramıyorsun diye ağlıyorsun ama bizim annelerimiz bizi şehit olmaya gönderdi” diyorlar ve anlayamıyorlardı.

 

ÖM: Son derece tuhaf bir deneyimden geçtiğiniz anlaşılıyor. Kurtuluşunuz nasıl oldu peki ?

 

ZT:   Bize o evde iken sürekli “kapıyı kimseye açmayın, saklanın, pis insanlar sizi görmesin” diyorlardı. Ancak biz bazı gruplar tarafından görülmüşüz. Emir öldürülünce anladığımız kadarıyla bir yönetim boşluğu oluştu; kapı çaldı, içeri bir adam geldi, “Bu casusları bize verin” dedi. Çocuk bizden özür diledi ve “Ama korkmayın, Emir’in sözüdür. Dışarı çıkarılacaksınız.” dedi. Ama arkadaşıma İngilizce ve sert bir şekilde “Kalk ayağa, Amerikan piçi” diyorlardı. Başka bir eve götürüldük, bu arada yine benim yüzüm gayet nazikçe bağlandı. Gittiğimiz evde birtakım kadınlar vardı. Sanıyorum anneleri vardı. Türkçe konuşuluyordu. Arkamız dönük oturtulmuştuk. İş bölümü yapılıyordu. “Bugün şehit olmadınız, ne zaman şehit oluyorsunuz, beni toprağımdan çıkaramayacaksınız, buradan çıkmayacağım” diyordu.

 

ÖM: Anneleri öyle mi ?

 

ZT:Daha sonra bu kadındır, günahtır yüzünü açalım deyip ağzımı açtılar. Yanımızda bir kişinin daha olduğunu fark ettim, ardından kendisinin UNICEF için çalışan bir Iraklı olduğunu ve bu kişilerce casuslukla suçlandığını söylediler. Bir anda kendime geldim ve “bakın” dedim, “biz gazeteciyiz.” Bu adamı tanıyıp tanımadığımı sordular. “Hayır ilk defa görüyorum.” dedim. Yanındaki kişi kim dediler, onun da Kanadalı ve gazeteci olduğunu söyledim. Onun da ağzını açtılar. Kimliklerimize bakmak istediler. Onlara Emir’in evinde tutulduğumuzu ve başımızdan geçenleri anlattık. Biri Emir’in evine gitse de, o gece ev çoktan harabeye dönmüştü. Hiçbir şey bulunamayınca bize ne

Tarık Aziz'le birlikte

yapacaklarına uzun süre karar veremediler. Sonra bir ara bizi canlı kalkan olarak kullanmak istediler. Sonra biri vazgeçerek İngilizce konuşmaya başladı ve Kanada’da bir arkadaşının olduğunu söyledi. “I saved you” diyerek bizi kurtaracağını söyledi. Bizi dışarı çıkardılar. Çölde ilerlemeye başladık.Yaklaşık 15 dakika sonra Türkçe olarak birisi ağzımı, gözlerimi açmak istediğini söyledi. Ben de aynını arkadaşım için de yapılabilmesini istedim. Zaten sonra o kişi bize, “İslam el Ensar’ız “ dedi. Arabada ilerlerken Usame bin Laden hakkında ne düşündüğümüzü sordu. Çölde, arkada dört araç halinde ilerlerken yandaki otobanda, sağımız solumuzdan Strikerlar Tel-Afer’e doğru geçiyor ve tepemizden ABD helikopterleri filan geçiyordu. Kim olduğumuz çok belliydi. Bir ara çölde duruldu. İki araba daha yaklaştı. İçlerinde bizi kurtardıklarını söyleyen gençler de vardı. Arabanın içi boştu, bizim bagajlar açıldı, yeni gelen iki arabaya RPG’ler, el bombaları, silahlar filan taşınmaya başladı. Bir cephaneyle ilerlediğimize inanamıyorduk. Kesinlikle bir ABD bombardımanında öleceğimize inanıyorduk.

 

ÖM: Çok da yakınından, ucundan dönmüş olduğunuz anlaşılıyor.

 

ZT: Kesinlikle. O gün yanımızdaki adam bize Emir’in kardeşi olduğunu, abisinin son vasiyetinin bizi serbest bırakmak olduğunu bildiğini, evdekilere de bunu söylediğini, ama abisi öldüğü için hakkımızdaki son kararı yeni Emir’in vereceğini, bu arada da kendisi hakkımızdaki her şeyi anlatacağı için yanımızda olduğunu anlattı. Araçlar bir evin yakınında durdu. Yeni insanlar geldi. Bedevi evlerinden çıkan bu insanlar sürekli olarak bizi nasıl öldüreceklerini anlatmaya başladılar. Bunların elinde kaldık. Bizi birbirimizden ayrı tuttular.  Bu arada Iraklı casus dedikleri kişi de bizimleydi. Arada Emir’in kardeşi de ortadan kayboldu ama akşama doğru dönerek korkmamamız gerektiğini bize söyledi. O geceyi çölde, dışarıda geçirdik. Burada epey bir zaman geçti. Başka bir eve gittik. O geceyi, çöldeki o evde ve yine çölde geçirdik. Sabah Musul’a geri döneceğimizi düşünüyorduk ki, Emir’in kardeşi, Mübaşir, bize geri dönemeyeceğimizi ve ABD’lilerin yolları kapattığını anlattı. Bu arada Mübaşir de hastalandı. Bunun üzerine de kendisi bizim sorumluluğumuza kaldı. Bütün günü orada geçirdik. Ne yapacaklarını bilemediler. Beni kaçıran Bedevilerden biri kardeşiyle evlenmeye razı olursam kurtulabileceğimi, arkadaşımı da Müslüman yapabileceklerini söylediler. Daha sonra akşam saatlerine kadar Musul yolunun açılmasını ve Mübaşir’in iyileşmesini bekledik.  En sonunda Musul’a girdik. Sürekli ev değiştirdik ama şunu söylemek isterim, Irak polisi yol boyunca bu insanları tanıyordu. Görmedim, görmedim ifadesiyle olanlara izin veriyordu. Bize, “Bu insanlar bizlerle birlikte paraları, ABD parasını alıp bize iletiyorlar.” dendi.

 

ÖM: Geçici Yönetim ve onun başı Allawi için de ikinci bir kötü haber bu...

 

ZT: Kesinlikle, birkaç kez de umutlandık, hatta kaçma planlarımız bile vardı ama en büyük korkumuz Irak polisinin eline geçmek ve onların bizi direnişçilerin eline yeniden teslim etme olasılığıydı.

 

ÖM: Resmi makamlarla da herhangi bir temas kurmanız da söz konusu değil sanırım...

 

ZT: Yok asla... Program süresi nedeniyle olabildiğince kısa tutmaya çalışıyorum ama şöyle, canlandırarak bizi nasıl öldüreceklerini anlatıyorlardı. O sırada bize yemek veriliyor ve her seferinde “Bu sizin son yemeğiniz. Bunu yiyin, sizi birazdan geberteceğiz. İslam’da esirlere iyi davranılır.” dendiği bile oluyordu.

 

ÖM: Fakat tüm bu dehşet verici ortama rağmen de, o kadar gerçeküstü ki, belki de çok korkuya kapılmadığınızı düşünüyor insan ...

 

ZT: Yok, kesinlikle öyle değil. Şu anda psikologa gidiyorum. Ve diyor ki  “Beyin, vücut, kendini korumak için her zaman olayların komik tarafını görür. Korkunun tarafları korkuyu inanılmaz derecede bastırır.” Travma sonrası orada, ölmek üzereyken, insan kendini boş gibi, yukarıda gibi hissediyor. Beni dövdükleri anda mesela, yaşadığımı, günler sonra anladım, vücudumu fark ettiğim çünkü. Çok garip bir duygu diye düşünüyordum ki, aslında çok normal bir tepkiymiş bu. Dövdükleri zaman “iyi ki vurdular ki, kendime geldim” diye düşünüyordum.

 

Çok farklı bir duygu, bu olayı yaşamadan önce düşünüldüğü gibi olmuyor hiç bir şey. Sonra evlere götürüldük. Bir Emir’in evi dendi ama Mübaşir döndüğünde yüzü bembeyazdı. “Emir Tel-Afer’e şehit olmaya gitmiş. Burada da sizle kimse uğraşmak istemiyor. O yüzden sizi güvendiğimiz insanlara götüreceğiz” diyordu. Ama o ev, başımıza gelebilecek, olabilecek en kötü şeydi. İçerideki insanlar Arapça konuşuyorlardı. Mübaşir Türkçe konuştuğunda anlasalar da Arapça cevap veriyorlardı. Sonra bizi ayırıp önce arkadaşımı sorgulamaya başladılar. Ben, “İnşallah Musul’a gittiğimizi söylemez” diye dua ediyordum. Çünkü bu insanlarda o mantığın olmadığı çok belliydi. Beş dakika geçiyor, “Sizi öldüreceğiz, dua edin” diyorlardı. Yine bir beş dakika sonra yeniden geliyor ve “öleceğinize inanın, dua edin” diye konuşuyorlar, yine bir beş dakika sonra gelip “Serbest bırakılacaksınız” diyorlardı.

 

Daha sonra ağzınız yüzünüz bantlı başka bir odaya götürüyorlar. Sizi merdiven altlarına soktukları ve öldürüleceğinize inanmış bir haldeyken yeniden belirip “ Ahh, seni serbest bıraktık, çık dışarı” diyorlar, tam o halde iken yeniden kızıp, “geç içeri kâfir” diye aşağılıyorlardı. Tam bir psikolojik işkenceydi. Arkadaşımın sorgusu sırasında ben kendimi kaybettiğim için, beni başka bir odaya aldılar ve bu çok ilginçtir, beni İngilizce olarak sorguladılar. “Lütfen, ben Türkçe konuşuyorum diyordum” onlara, ama beni İngilizce sorgulayan adam cevaplarımı basit bir Türkçe’ye çeviriyordu. Bir başkası da cevaplarımı yine Türkçe olarak not alıyordu. Bana İnternet üzerindeki haberlerimi sordular. Ondan sonra hiçbir haberim, o korku içinde hiç birinin başlığı aklıma gelmedi. Ve yine, Tuğrul – Irak yazın dedim. Son derece sinirlendi ve “Senin salak hikâyelerinle mi uğraşacağız, geberip gideceksin” dediler. O sırada odada otururken zincir ve sopayla birlikte kimi inilti sesleri duymaya başladım.

 

Sonra anladım ki arkadaşım dövülüyordu. Daha sonra birden bire odaya girdiler. Ardından yeniden yüzüm maskelendi ve bantlandım. Başıma kan gitmeyecek şekilde bantlandım. Bir merdiven altına götürüldüm. Orada bir Iraklıyı dövdüklerini biliyor ve öldürdüklerine inanıyordum. Orada beni dövmeye başladılar. “Arkadaşın her şeyi itiraf etti. Sen de itiraf et de rahatla” diyorlardı. Kemerle dövüyorlardı. Ağzımı her açtıklarında, “Ben gazeteciyim. İtiraf edecek hiçbir şeyim yok. Ben sizin için geldim” dedim. En sonunda, tabii dövüldükçe kendinize geliyorsunuz. Son olarak ağzımı açtıklarında, “Benim sizin gibi insanlara söyleyebilecek tek bir sözüm yok, gebertin isterseniz” dedim. Ondan sonra  doğru söylediğime kanaat getirerek dövmeyi kestiler.

 

Gözümü nasıl açtığımı hatırlamıyorum, ellerimi de onlar açmışlardı. Kendime geldiğimde arkadaşımın ayakkabılarını ve ceketini gördüm. Kapı açıldı. “Arkadaşını boğazladık, seni serbest bırakıyoruz” dedi bir çocuk, Türkçe olarak. O sırada panikliyorsunuz tabii, ben de hiçbir şey olmamış gibi, o ayakkabıları düzgünce nasıl yerleştireceğimi düşünüyor ve ikide bir  ceketini düzgün tutmaya çalışıyordum.Tek derdim oydu o sırada.

 

Açıkçası, beni de öldüreceklerine inanıyor ve bir an önce de ölmek istiyordum. Bu arada para saydılar, gelirken ne kadar param olduğunu sordular gelirken. “Bizde haram para olmaz” dediler. Hiç önemli değil ama, zorla bu parayı bizden alacaksın dedikleri, bizden aldıkları 300 Dolar’a karşılık 7 Dolar tutarındaki 10 bin Dinar’ı verdiler.  Benim Müslüman olduğuma kanaat getirdiklerini, Mollaların evine bırakabileceklerini ama o geceyi Mollanın abisinin evinde geçirmem gerektiğini söylediler.

 

Bir başka eve girdim, evin sahibi erkek kapıyı çaldı. İçeride birkaç kadın vardı. Beni altı yedi kadının arasına soktular. Bir anda deliler gibi titremeye başladım ve Türkçe olarak, “Sizin oğlunuz, babanız her kimse, benim arkadaşımı öldürdü!” diye bağırmaya başladım. Çok şaşırdılar. Anlaşılmaz gözlerle bana baktılar. Ben, çok bozuk Arapçamla, ellerimle “Eni Habib” diyerek, baş kesme hareketi yapıyordum. Ardından kadınlar dışarı çıkarak adamla tartışmaya başladılar. Ve içeri çok büyük bir sevinçle dönerek “Hayır hayır, Kanada zengin ülke, arkadaşın serbest bırakılacak, para alınacak” dediler. “Seni korkutmaya çalışmışlar” diyerek, para alınabileceğine inanıyorlardı. O sırada çok rahatladım ve günler sonra ilk kez yemek yedim.

 

Ertesi gün beni nereye bırakabileceklerini sordular. Bağdat Büyükelçiliği’ne, Irak’ın güneyine indiremeyeceklerini belirttiler. Bense arkadaşımı bırakıp Türkiye sınırına dönmeyi istemiyordum. Musul’a, Irak Türkmen Cephesi’ne bırakın deyince beni oraya bıraktılar. Ondan sonra arkadaşımın ailesine Internet üzerinden ulaştım. Aileme, herkese telefon ettim. Ondan sonra nereye gittiğimize dair sorular sorulmaya, evlerin yerini hatırlayıp hatırlamadığımı merak etmeye başladılar. Ardından korkunç bir bekleyiş başladı. Telefonlar açılıyordu.. Sorular soruldu.. Ama Musul’da Internet sürekli çöktüğü için Erbil’e giderek gerekli telefonları ve Internet bağlantısını kurabildim. Akşama doğru arkadaşımın serbest bırakıldığı haberini aldım. Ama onu gördüğüm zaman da falakaya yatırıldığına şahit oldum. Şunu söylemeliyim ki, her zaman için Müslüman’a ve kadına farklı davranılıyor.

 

ÖM: İnsanın ne diyeceğini çok kolay kestiremeyeceği bir durum bu doğrusu. “Geçmiş olsun” gibi boş bir lafla yetinmek istemiyorum. Zeynep Hanım, yanılmıyorsam dün de The New York Times gazetesi bu olayla ilgili olarak bir röportaj yaptı sizinle. Onların, yani Batı medyasının meseleyi ne kadar kavradığı konusunda ne düşünüyorsunuz? Irak’ta savaş, işgal, rehinelik, esaret, ölüm ve özgürlük konusunda konuşma fırsatı veren olağanüstü bir deneyimi naklettiniz. Sizce savaş, işgal olayları, Irak ve bölge nereye doğru gidecek ve Batı medyası bunu nereye kadar kavrayabiliyor ?

 

ZT: Batı medyası, bir kere her türlü detayı bilmek istedi. “Nasıl oldu da serbest bırakıldım, nasıl oldu da Kanadalı bir gazeteci serbest bırakıldı?” sorularının yanıtını arıyorlar. Ne yaptınız, nasıl davrandınız da serbest kalabildiniz diye sordular. İkinci olarak da ben Amerika’nın bu işgaline başından beri karşıyım. Bana düşüncelerimin değişip değişmediğini sordular. Şunu söylemek istiyorum ki, ne olursa olsun düşüncelerim kesinlikle değişmedi. Bu görüşlerime BM Ambargosuna ilişkin tavrım da dahil. Savaştan önce de Irak’taydım, halkının nasıl olduğunu biliyordum. Tamam, içlerinde bir öfke vardı, yabancılara, herkese karşı, ama derler ya, “uyuyan yılanı uyandırdılar.” İşte Amerika’nın yaptığı da bu oldu. Ve bu anlamda kesinlikle Demokrasi getirebileceklerine inanmıyorum. Benim gördüğüm, Irak’ta bir an önce seçimlerin olması gerekiyor. Seçimler sırasında çok sayıda patlama olacaktır, eminim, çok sayıda insan ölecektir. Ama zaten her gün çok sayıda insan ölüyor. Patlamalar oluyor. Irak halkı, bir an önce kimi istiyorsa, kendi özgür iradesiyle – eğer bu insanlar İslamcı ise İslamcı olsun – her ne ise, kendi özgür iradeleriyle bir insanı seçmeliler. Bu, Amerika’nın getirdiği kişilerle olacak gibi değil.  ABD’nin getirdiği bu insanlar da yine direnişçiler için çalışıyor, savaşıyor. Güvenlikmiş, polismiş, ABD kendi kendini kandırıyor. Çöldeki her Bedevi evindeki herkes direnişçi. Bakın gözlerimle gördüğümü söylüyorum. Yedi sekiz yaşındaki çocuklar, çölde, o sıcakta,  ellerinde sularla bekleşip direnişçilere su veriyorlar. Herkesin eşi bir kap yemek fazla pişiriyor. Eğer burada direniş olursa, eğer buradan bir sivil geçerse diye. Kesinlikle, son Iraklı ölene kadar Amerika bunu başaramayacaktır.

 

ÖM: Durumun zaten, bir gerilla savaşına dönüşmekte olduğuna dair de çok sayıda yorum ve haber de okuyoruz. Iyad Allawi’nin de son açıklaması, “Saddam’ı idam etmek, direnişi kıracaktır” şeklinde ki, şimdi sizin yaptığınız bu açıklamalar karşısında buna gülmekten başka yapılacak bir şey yok. Bir de tabii, İngiliz seçmenlerinin % 71’inin, İngiltere’nin bu ülkeden çekilmesi için tarih belirlenmesini istedikleri kaydediliyor ki, bu da son derece dikkate değer bir durum.

 

ZT: Kesinlikle, hatta ben bir ara çok hayal kırıklığı içinde, “Haberlerimi de gördünüz. Bana bunu nasıl yaparsınız?” dedim. Musul’daki Araplarla iletişim kurmanın imkânı yok Irak’ta. Ama Tel-Afer’deki insanlar, “özür dileriz” dediler. Onlar her zaman için çok kibar oldular. “Sen iyi niyetle bile burada olsan, yazdığın her şey istihbarat ve casuslar tarafından kullanılacaktır. ABD gitsin. Ondan sonra gel” dediler. Kimseyi istemiyorlar. Bir Şii gelsin, Sünni bölgesindeki direnişinize “Ben de Iraklıyım, destek oluyorum” desin, onu da istemiyorlar. Bölgeler, dışarıdan da başkasını istemiyorlar. Şu anda tamamen bölünmüş durumda Irak. Bundan da ABD sorumlu.

 

ÖM:  Evet. ABD ve işgal kuvvetleri. Zeynep Hanım,  çok teşekkür ederiz. Zaman zaman tüyler ürpertici açıklamalarınızla da, başınızdan geçen olağanüstü bir şeyin hayatımızın da bir parçası haline geldiğini üzülerek belirtmemiz gereken bir dünya hali...

 

ZT: Anlatma fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Hiçbir şey Batı gazetelerinde, hatta Türk gazetelerinde yazıldığı gibi değil. Anlatma fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim.

 

ÖM: Bizi gerçek dünyaya geri döndürdüğünüz için de biz teşekkür ederiz.

 

Deşifre Eden: Evrim Altuğ(21 Eylül 2004 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)

 

Escape from death - Scott Taylor (The Halifax Herald Limited)