Ses-Mekân

-
Aa
+
a
a
a

Eraslan Sağlam: Aykut Köksal'ı bu akşam ağırlayış nedenimiz Garanti Galeri'de 28 Ekim'e kadar sürecek olan "Ses-Mekân" adlı sergi. Serginin küratörlüğünü siz üstlendiniz. Ses-Mekân'ın projesinin oluşum süreci hakkında neler söylersiniz. Açık Radyo ile bire bir bağlantılı bir oluşum sürecinden geçti.

 

Aykut Köksal: Çok doğru, Açık Radyo dinleyicilerinin aslında çok da yabancı olmadığı bir konu bu. "Ses-Mekân" serginin üst adı, bir de alt başlığı var, aynı zamanda serginin içeriğini de antalan alt başlık: "Çağdaş Müzikte Mekânsal Çalışmalar" diye. Yani mekânsal müzikleri ele alan bir sergi bu. Müziğin sergisi olur mu? Oldu galiba.

 

ES: Özellikle şu andaki ilgiden de belli.

 

AK: Evet. Belki serginin ana konseptinden söz ederek başlamak yararlı olabilir.

 

ES: Açık Radyo'da yapmış olduğunuz programlar, bunu oluşturan bir süreçti diyebilir miyiz?

 

AK: Aslında çok daha uzun yıllara dayanıyor benim mekânsal müziklerle ilgilenmem. Ta 1970'li yıllara kadar uzanıyor, o yıllarda hep mekânsallık ekseni üzerinde farklı disiplinleri ele alırken, tiyatrodan tutun da sinemaya, edebiyata kadar, o arada müzik de ilgi alanımın içine girmişti. Daha sonra son 10 yıl içinde derinleşti, daha sistematik bir çalışmaya dönüştü. Tabii söylediğin son derece doğru, çünkü o çalışmanın ilk meyvesini Açık Radyo'da sunma imkânım oldu. Açık Radyo dinleyicileri belki anımsayacaktır, Minima Musica'da 28 program süren bir mekânsal müzik dizisi yapmıştım ve bu sergide olan yapıtlar ve onun yanısıra yaklaşık 110 mekânsal müzik örneğini Açık Radyo'da seslendirme imkânı olmuştu. Yine konsepte dönmekte yarar olabilir, "mekânsal müzik ne demek" sorusu hemen dinleyicinin aklına ilk gelecek olan bir soru.

 

ES: Veya bir sergi nasıl dinlenir?

 

AK: Ayrıca daha sonra da oraya gidebiliriz. Müziğin iki tane temel özelliği var, bir tanesi zamansallık yani ses ögelerinin zaman içinde ard arda dizilmesinden oluşan bir yapı gösteriyor, ki buna müzik yazısında "yatay eksen" denir. İkincisi ise mekânsallık, yani seslerin mekân içinde eşzamanlılık olanağı taşıması. Bu da müzikte karşımıza düşey eksenle çıkar. Bu iki özelliği de vardır, müzik mekânsallığı ile ve zamansallığı ile vardır. Yani mekânsallıktan söz ettiğimiz zaman, müziğe ilişkin bir özellikten söz ediyoruz. Yoksa dışarıdan müziğe taşınmış bir şey değil mekânsallık. Ne var ki, her nedenle bu müziğe içkin bir özellik de olsa, kompozitörün özellikle bu mekânsallığın üzerine giderek, bunu kullanarak müzik yazma durumu, 20. yüzyıla varana kadar örneklerini gördüğümüz ama sayısı da çok fazla olmayan bir durum. Örnekleri yine de yok değil, Mozart'ın 4 orkestra için yazdığı serenattan tutun da, Berlioz'un 19. yüzyılda büyük ses kütlelerini mekân içinde örgütlediği, başta Requiem olmak üzere büyük boyutlu yapıtlarına varana kadar örnekleri var bunun. Tabii daha önce de şunu da söylemek lazım; Batı müziğinin gelişim sürecinde bu mekânsallığın önemli bir rolünün de olduğunu görüyoruz. Mesela Gabrielli'nin 17. yüzyıl başı, 16. yüzyıl sonunda San Marco Kilisesi'nin içinde iki simetrik tribüne iki koro yerleştirerek, yani mekânın kendi imkânını kullanarak yazdığı müzikler, kanzonalar aslında konçertant yapının doğuşuna neden oluyor. O konçertant yapının doğuşu, yani iki sesin yarışması, iki sesin karşılıklı söyleşmesinin Batı müziğinde 12. yüzyıldan Rönesans sonuna kadar süren çok seslilikten çok farklı bir seslilik problemini gündeme getiriyor. Ve onun da zaten tonal armoniyi yarattığını, yani Gabrielli'nin kanzonalarından, Corelli'nin konçerto grossolarını da katabiliriz, büyük grupla küçük grubu, konçerto grosso ile konçertino grubunu karşı karşıya getirebiliriz. Yani, doğrudan doğruya bu mekânsallık, Batı müziğinin kendi gelişim serüveninde de belirleyici. Ama bu parantezi kapatıp bir kenara koymak lazım. Onun dışında, asıl bestecinin mekân üzerine gitmesi, bunu kullanarak mekânsallık özelliğini kullanarak müzik yazması ağırlıklı olarak 1950 sonrasında rastladığımız bir durum. Bunun da tabii çok anlaşılabilir nedenleri var; bunlardan biri müziğin temel parametreleri içine yer parametresinin belirgin olarak, artık üzerine söz edilecek bir parametre olarak, 1950'lerle birlikte girmesi, ki Stockhausen' 50'lerde yazdığı yazılarda bunun altını çizer. Daha önce, 12 ton yazısının, yükseklik parametresinin dışında, diğer parametrelere taşınması, tını parametresine, gürlük parametresine, süre parametresine taşınması, 46-50 arasında özellikle Batı müziğinde o bütünsel örgütlenme düşüncesinde önemli bir dönüşüme yol açmışken, yeni bir parametre 50'lerle birlikte müzikte hakim paradigma konumuna geliyor. İşte bu da yer parametresi, yani aslında sesin mekân içindeki yeri, yani müziğin mekânsallık özelliği. 1950 sonrasının bütün önemli kompozitörleri, bu sergide de eserleriyle tanışma imkânı bulanabilecek olan Pierre Boulez, Carl Heinz Stockhausen, Yannis Xenakis, Edgar Varese, Luigi Nono. Bunların hepsi 50 sonrasının önemli bestecileridir, hepsi mekânsal müzik yazmaya doğru yöneliyorlar. Serginin ana çerçevesini de bu müzikler oluşturuyor.

ES: Bunun pratik karşılığına bakacak olursak, sergi bu meselenin üstünde ayağa kalkan, yani altında bu meselelerin olduğu bir sergi, sizin küratörlüğünüzle de bu bir yerleşim biçimine ve bir dinleme önerisine de dönüşüyor aynı zamanda. Bu pratik öneriyi de biraz açar mısınız?

 

AK: Çok doğru. Önce serginin ana çatısını oluşturan bir sınıflandırma var, bu benim öneri olarak getirdiğim bir sınıflandırma, mekânsal müzikleri dinleyicinin katılımı bağlamında iki ana gruba ayıran bir sınıflandırma. Çünkü mekânsal müzik demek aynı zamanda, sadece sesin mekân içindeki yerini değil, sesle dinleyicinin ilişkisini ve dinleyicinin mekân içindeki yerini de bir parametre olarak müziğe dahil eden müzik demek. Bu da, dinleyicinin, ki özellikle belirli mekânsal müziklerde, artık o müzikal yapının belirleyici unsurlardan biri olmasını getiriyor. Bunun üzerine oturan bir sınıflandırma var ve 7 tane alt kategori çıkıyor. Sergide her kategoriden en az bir yapıt var, bu zaten sergiyi okurken de çok rahatlıkla görülebilir, bazı kategorilerde birden fazla yapıt var ve sonuçta 10 tane yapıt sergileniyor.

 

Peki bu yapıtlar nasıl sergileniyor? Müzik nasıl sergileniyor? Her yapıtla ilgili dinleme istasyonu diyebileceğimiz bir standı var her müziğin, bir o müzikle ilgili, onun üzerine oturduğu ana konsepti aktaran bir kısa metin. Bunun yanısıra o müziğin üzerine oturduğu mekânsal kurguyu aktaran bir çizim ve bir video var. Her yapıta aynı zamanda bir video eşlik ediyor. Her yapıtta farklı videolar var, kiminde icraların kayıtları var, örneğin Boulez'in  çok önemli iki önemli mekânsal çalışmasının, hem Repons hem de Dialogue de l'ombre double, icra kayıtları var. Aynı şekilde Stockhausen'ın Gruppen başlıklı çalışmasının üç büyük orkestra için, dinleyiciler için yazdığı 57 tarihli çalışmasının video kaydı var. Bunun yanısıra belirli yapıtlar üzerine üretilmiş belgeseller var. Aynı zamanda bazılarında da o yapıtlara eşlik eden video çalışmaları var; kimi 1958'de Le Corbusier ile Xenakis'in birlikte Philips pavyonu için yaptıkları Poème Électronique çalışmasında olduğu gibi, o pavyonun içinde müziğe eşlik eden görüntülerin sergilenmesi.

 

ES: Bunları birer video art olarak da gezebiliyoruz aynı zamanda.

 

AK: O sözü pek kullanmak istemem ama diyelim, peki ama video çalışması demek daha doğru. Kiminde de o yapıtlar üzerine yapılmış video ya da film çalışmaları var. John Cage'in 103'ü üzerine Cage'in kavramının peşinden giden bir film vardır. Cage'in o yapıtının seslendirilmesine o film eşlik eder. Nitekim 1993'te ben Paris'te 103'ü dinlediğimde o film eşlik ediyordu yapıta, burada video çalışması olarak o filmi görüyoruz. Yani her bir yapıta kendisi ile ilgili, ya icra kaydı veya onun üzerine yapılmış olan bir video çalışması eşlik ediyor. Böylece 10 ayrı dinleme istasyonunda, 10 ayrı videoda, 10 ayrı çizimin eşliğinde bu yapıtlarla tanışma olanağı ortaya çıkıyor.

 

ES: İstasyonların dışında, sergi mekânına adım atar atmaz bizim karşımızda patlayan başka bir şey var.

 

AK: Paul Valéry'nin Eupalinos ya da 'mimar' başlıklı diyaloğundan bir alıntı. Gerçekten o alıntının da benim dikkatimi çekmesi 1970'li yıllara gider ve 1921'de yazdığı bir metindir Valéry'nin. Sanırım bu mekânsal müziklerin ve giderek bu serginin de ruhunu en iyi aktaran metinlerden biri olduğunu düşünüyorum. Dilerseniz metni okuyayım?

 

ES: Lütfen.

 

AK: Sokrates'e şunları söyletiyor Valéry "Görkemli bir şenliğe katıldığında, bir şölende yerini aldığında, orkestranın salonu sesler ve hayaletlerle doldurduğunu saptamadın mı? Önceki mekânın yerini anlaşılır ve değişken bir mekânın aldığını, daha doğrusu zamanın kendisini her yandan çevrelediğini farketmediğini, enginliğini ruhu olan bir ruhun dönüşümlerine tümüyle kendini vererek hareketli ve sürekli yenilenen, kendisini yeniden inşa eden bir yapının içinde yaşamıyor muydun? Ve bu anlar ve onların süsleri, dansçısı olmayan bu danslar, gövdesi ve yüzleri olmayan ama yine de özenle çizilmiş bu heykeller, seni, müziğin genel varlığının tutsağı olan seni, çevreler gibi görünmüyor mu?" Valéry, 1921.

 

ES: İzninizle dinleyecilerimize hemen küçük bir ipucu vermek istiyorum, sergiye gitmeden önce biraz genişçe bir vakit ayrılması gerektiğini hissettim ben gezdiğim zaman. Çünkü bir çırpıda gezilebilecek bir sergi değil, özellikle parçaları ciddi bir konsantrasyon içinde dinleyip, her bir istasyonda durup dinlerken aynı zamanda aşağıdaki çizimle, yukarıdaki videoya da bakmak gerektiğini düşünüyorum. O yüzden bir parça bol zamanla gezilmesi gereken bir sergi olduğunu düşünüyorum.

 

AK: Şunu söylemek gerekli, bu sergi ile birlikte bazı etkinlikler var, bütün bunların olmasına imkân sağlayan Garanti Galeri'nin de altını çizmek istiyorum. Eğer Garanti Galeri'nin sunduğu bu ortam olmasaydı herhalde bu sergi ve bu etkinlikler olmazdı başka bir yerde de zaten. Böyle bir sergiyi düşünemiyorum, bunun altını çizerek söylemek lazım, özellikle serginin koordinasyonunda çalışan Pelin Derviş'in büyük katkısı, serginin tasarımını yapan Bülent Erkmen'in olağanüstü katkısı ile sergi varoldu. İki tane etkinlik sergiye eşlik ediyor, bunlardan birincisi bu sabah (14 Ekim) başlayıp, yarın tamamlanacak olan bir atölye çalışması, bestecilerle mimarları buluşturan bir atölye çalışması, bestecilerin getirdiği mekânsal müzik konseptlerine mimarların yanıt araması, mimarların tasarımcı olarak ona yanıt araması kısaca. Dört grubun her birinde, bir besteci ve iki mimar var, dört grubun yaptığı çalışmalar yarın (15 Ekim) ortaya çıkacak ve bu çalışmaların sunumu izleyiciye açık olarak gerçekleşecek. 15 Ekim'de  saat 15.00'de Bankalar Caddesi'ndeki Osmanlı Bankası Müzesi'nde izlenebilecek bu sunum. Aynı zamanda değerlendirmeler yapılacak, üzerinde tartışılacak.

 

İkinci etkinlik ise, bir konser, çünkü mekânsal müzik, az önce de söylemeye çalıştım, dinleyicinin ancak o mekânda deneyimleyebileceği bir müzik aslında. Bu sergide, sadece mekânsal müziğin temsilleri ile karşı karşıyayız, tabii ki kendisiyle değil. O yüzden bu deneyimleme olanağını ortaya koymak için bir konser düzenledik, bu konser 26 Ekim Çarşamba günü saat 19.00'da İstanbul Teknik Üniversitesi'nin Maçka Kampüsü'ndeki G Amfisi'nde gerçekleşecek. Burada aynı zamanda 5 tane yapıt yer alacak, 3'ü Türk bestecilerinin yapıtları, Mehmet Nemutlu'nun İshak Meseli, Mete Sakpınar'ın Contre-Value ve en önemlisi de İlhan Usmanbaş'ın Bassclarinet X Bassclarinet başlıklı yapıtı. Bu yapıtı 1977'de Usmanbaş yazmış, çok ünlü bir bas klarnetçi için, Harry Sparnaay için yazmış. Harry Sparnaay pek çok konserinde dünyada pek çok kez seslendirmiş. Sparnaay kendisi geliyor, 77'den bugüne dek Türkiye'ye hiç gelmemiş ve Türkiye'de hiç seslendirilmemiş bu yapıt. Türkiye'de kendisi seslendirecek Usmanbaş'ın bu eserini, ki bu yapıt mekânsal müzik üretimine Türkiye'den yapılmış çok önemli bir katkıdır, bunun altını çizerek söylemek istiyorum.

 

ES: Heyecan verici.

 

(14 Ekim 2005 tarihinde Açık Radyo'da Açık Dergi programında yayınlanmıştır.)