18 Temmuz 2007Zaman Gazetesi
| |||
'Seçim' insanlık tarihinde çok, ama çok yeni bir uygulamadır. Bir ülke halkının bir araya gelip kimin tarafından yönetileceğine karar vermesi hiç de 'alışılmış' bir olay değil. İki yüz yıl önce bütün dünyada krallar, hanedanlar, aşiretlerle klikler, soylularla 'yetenekliler', tuttuğunu koparan askerlerle din adamları, kısacası güçlüler yönetirdi toplumları. Şimdi her birimizin elinde tek ve eşit bir oyla sandığa gidip liderlerimizi seçmemiz bir nimettir. Çıkacak sonuçtan bağımsız, seçimin kendisi çok güzel, çok mutlu bir olaydır. Değerini bilelim ve gönlümüzce tadını çıkaralım en başta. Ama yeni olduğu için de bu yöntemi hâlâ içlerine sindiremeyenler var. İster demokrasiye, ister cumhurun iradesine ya da halka güvenmeyenler deyin, bu halk şenliğinden rahatsız olanlar seçimlerden çıkan sonuçlardan hoşnut olmuyorlar. Darbeler, çeteler, komplolar, baskılar, yasaklar ve hukuk ihlalleri hep bundan. Ben de gençliğimde bu olumsuz 'elitist' anlayışa yakındım. Altmışlı yıllarda sol hareketin içinde olanlarımız 'devrimden' söz ederdi. Kastedilen 'ihtilaldi' tabii, 'evrim' ya da 'inkılap/reform' değildi. Seçimlere de kuşkuyla bakardık. Ama o zamanlar bu 'jakoben' ve başkaldırıcı yaklaşımın anlaşılır bir mazereti de vardı. Sol, sosyalizm ve komünizm yasak edilmişti; 'Seçim hakkı halkımıza yasak edildiğine göre başkaldırmadan başka yol kalmadı' derdik (aramızda tabii!). Halka güvenmeyen sol olabilir mi? Belki hepimiz değil ama sol devrimci hareketin içinde birçoğumuz aslında, dolaylı da olsa, halk iradesine inanırdı ve demokrasiye güvenirdi. 'Darbeci/ihtilalci' tutumun ikinci bir gerekçesi (ya da mazereti) de tam bu noktada dile getirilirdi: Halk eğitilmedi, beyni yıkandı, derdik, hele bir süre iktidarı elimize geçirelim, halkı da kısa sürede kendi yanımıza çekeriz. Özgürlükleri istememiz de bundandı. Halka güveniyorduk. Özgürlük olsa onları kazanacaktık. Günümüzde ise demokrasi karşıtı tutumu sürdürmek için her iki mazeretin geçerliliği kalmadı. Hem her türlü sol dünyanın hemen her yanında artık serbesttir, hem de yıllarca denenmiş olan bazı anti-demokratik rejimler halkı inandıramamış ve kendi saflarına çekememiştir. Sovyetler rejiminin yıkılışının en çarpıcı mesajı, 'hele iktidarı elimize geçirelim, onay arkadan gelir' felsefesinin ne denli yanıltıcı olduğuydu. Türkiye'de de toplum mühendislerinin anlamakta zorlandığı ve içlerine sindiremedikleri de, onlarca o denli 'mantıklı' olan rejimlerinin neden bunca yıl sonra halk tarafından desteklenmediğidir. Onlar hâlâ benim altmışlardaki havamda: Hele bir iktidarı alalım sonrası kolay... Demokrasiye (yani halka) güvenmeyen solun dünyamızda artık modası geçmiş, oldukça trajik, biraz da komik bir yanı var. Bundan dolayı ben kendime 'soldayım' demek istemiyorum. Yanlış anlaşılırım korkusunu taşıyorum. Piyasada sol diye geçinenlerle özdeşleşirim kaygısı yüzünden sağ/sol gibi tabelalarla değil, somut programlarla konuşmayı tercih ediyorum. Geçenlerde bir Avrupalı sosyalistler grubuna Türkiye'deki siyasi yelpazeyi anlatmaya çalışırken 'tabelalara değil, siyasilerin bazı somut durumlar karşısındaki önerilerine ve tutumlarına bakın' diyordum. Somut sorunlar var, ordunun son on yıllarda üstlendiği siyasi girişimler, Kürt sorunu, Avrupa Birliği'ne uyum sağlamak, insan hakları ve özgürlükler ve herhalde bu kapsamda görülmesi gereken İslam ve inanca saygı gibi. Partilerin kendilerini nasıl nitelediklerine bakmayın, bu alanlarda ne yaptıklarına bakın, diyordum. Somut tutumlara bakarsanız o zaman kendine muhafazakarlar diyenlerin radikal ve liberal olduklarını, solcuların sağcı ve hatta aşırı bağnaz milliyetçi olduklarını göreceksiniz. Benim solculuğumdan canlı kalan bir yanım hâlâ var. Bu da insanlar arasında eşitliğin gerekliliğine tercihimdir. Bu eşitlik çok yanlı. Yasa karşısında eşitlik en başta ve hemen arkasından fırsat eşitliği ve yaşam standardı alanındaki eşitsizliklerin mümkün olduğu kadar azalması. Eşitliğin eşit bir oy hakkı gibi işlemesi bana yetmiyor (yetene de aşk olsun diyorum!). Hele çocuklar düzeyindeki eşitsizlik bana vahşet gibi geliyor: Doğdukları an kimileri imtiyazlı, kimileri mahkum! Ama ülkeler arasında, milletler arasında, toplumlar arasında, din grupları arasında da ayrımcılığı içime sindiremiyorum. İsteyen bunu solun evrensel yanına yorabilir, isteyen aydınlanmanın hümanist yanına, ya da dinlerin cihanşümul (ekümenik) mesajına. Neden Baskın Oran? Baskın Oran'ı kendime çok yakın hissetmemin nedeni 'solculuğundan' değil, saydığım, demokrasiden eşitliğe, bütün bu değerleri kendi yaşamında ve eyleminde yaşıyor olması. Yıllarca ve hele milletvekilliği ya da başka bir çıkar gözetmeden bu değerler için, huzurunu da feda ederek çalıştı, didindi. Dürüst davrandı. Haksızlığa uğrayanların yanında bulundu hep. Din, dil, sınıf farkı gözetmeden. (Bu Anayasa gereğidir; ama kim gözetiyor ki!) Düşünce ve ifade özgürlüğünü savundu, bizden/onlardan demeden azınlıkları, zayıfları, horlananları savundu. Çoğunluğun oylarını dilenmedi, azınlıkların esirgenen hakkını aradı. Popülist olmadı ve güçlülere karşı çıktı. Modası geçmiş solculuk da yapmıyor. Altmışları değil bugünü yaşıyor. Bu açıdan AB'den yana, ekonomi alanında arkaik saplantıları olmayan biri. Baskın Oran AKP'ye de rakip değil. Tam tersine AKP'nin tereddütlü olduğu alanlarda destekleyici ve itici olacak bir kimse. Türkiye'nin imajını düzeltecek, insan haklarına inananlara güven ve moral verecek bir insan. Bağımsız bu tür 'sol' bir adayın varlığı, eski moda solun tesviyesini de hızlandıracak, yeni bir anlayışın doğmasına neden olacak. Böylesine somut bir gündemle karşımıza çıkan bir politikacı, Baskın'ın deyimiyle, kimilerinin ezberlerini bozacak. Baskın Oran ve onun yoldaşları bağımsız adayların Türkiye'nin siyaset dünyasında yeni bir rüzgâr estireceklerine inanıyorum. Yelkenleri açmak seçmenin elinde. Ben oy tercihimi belli etmekle okuyucuya saygılı davrandığıma inanıyorum. Baskın dostumdur diye de yazmıyorum bunları, tersine böyle bir insan olduğu için dostumdur ve bundan da gurur duyuyorum. |