Savaşın ardından: Avrupa'nın yeniden doğuşu

-
Aa
+
a
a
a

Jacques DERRIDA & Jürgen HABERMAS

İtalyan Repubblica'da Umberto Eco, La Stampa'da Gianni Vattimo, İsviçre'de Neue Zürcher Zeitung'da Adolf Muschg, İspanyol El Pais'de Fernanod Savater, Alman Süeddeutsche'de Richard Rorty... Bu ay bir grup tanınmış entelektüelin saygın gazetelerde Avrupa'nın geleceğiyle ilgili makaleleri yayımlandı, yayımlanıyor. Girişimin sözcüsü Jürgen Habermas'ın Jacques Derrida ile ortak kaleme aldığı denemesi, Britanya ve İspanya liderliğinde sekiz AB üye ve aday devletinin Amerikan dış politikasına desteğini duyurduğu 31 Ocak'taki "Sekizlerin Mektubu"na karşı önerisi. İki filozofun bu yazısının tamamı ilk Frankfurter Allgemeine Zeitung ve ardından Liberation gazetelerinde yayımlandı.

İki günü unutmamalıyız; gazetelerin şaşkın okuyucularına, İspanya Başbakanının AB muadillerininarkasından diğer savaşa istekli Avrupa hükümetlerini de çağırarak Bush’a sadakat açıklamasını duyurduğu günü... ve, aynı şekilde 15 Şubat 2003’te Londra, Roma, Madrid, Barselona, Berlin ve Paris’te bu hamleye karşı kitlelerin sokaklara dökülmesini. II. Dünya Savaşı’nın bitiminden beri bu en geniş, ezici gösterilerin eş zamanlılığı, geriye doğru baktığımızda, Avrupa kamuoyunun doğuşunun işareti olarak tarih kitaplarına geçebilir.

 

Irak savaşının patlamasından önceki huzursuz aylarda, ahlaki açıdan müstehcen bir işbölümünü karmaşık duygularla karşıladık. Durdurulamayan dev lojistik operasyonun askeri yığınağı ve insani yardım kuruluşlarının canhıraş yoğunluğu, çarkların dişlileri gibi incelikle birbirine geçiyordu. Olaylar, her türlü inisiyatifi gasp edilen –kurbana dönüşecek- halkın gözleri önünde cereyan ediyordu. Hiç kuşku yok ki, duyguların kudreti Avrupa yurttaşlarını hep birlikte ayağa kaldırdı. Ama bu savaşla Avrupalılar aynı zamanda, ortak dış politikalarının çok önceden belirginleşen çöküşünü idrak etti. Milletlerarası hukukun hiçe sayılması, tüm dünyada olduğu gibi Avrupa’da da uluslararası düzenin geleceği hakkında tartışma başlattı. Ama bizi bölen argümanlar çok daha derinden yaraladı.

 

(...)

 

Gelecek Anayasa bize bir Avrupa Dışişleri Bakanı armağan edecek. Ancak hükümetler ortak bir politikada anlaşamadıkça, yeni bir kurum neye yarar? Unvanı değişen bir Fischer de, Solana gibi etkisiz kalırdı. Anlaşılan şimdilik, henüz yalnızca çekirdek Avrupa’nın üye devletleri, Avrupa Birliği’ne bir devlete özgü bazı nitelikler kazandırmaya hazır. Peki ama “kendi çıkarlarımızın” tanımında yalnızca bu ülkeler birleşebilirse, ne yapmalıyız? Eğer Avrupa’nın parçalanmasını istemiyorsak, bu ülkeler Nice zirvesinde kararlaştırılan “güçlendirilmiş işbirliği” mekanizmasını harekete geçirmeli ki “farklı hızların Avrupası”nda ortak dış-, güvenlik- ve savunma politikasının temeli atılsın.

 

Burada, diğer üyelerin –öncelikle Avro bölgesinde- uzun dönemde sıyrılamayacağı bir çekim gücü oluşacaktır. Gelecekteki Avrupa Anayasası'nın çerçevesinde ayrılıkçılık olmamalı, bölücülüğe izin verilmemeli. Öncü olmak dışlamak anlamını taşımaz. Avrupa’nın avangart çekirdeği bir Küçük Avrupa olarak kemikleşmemeli, -defalarca yaptığı gibi- lokomotifi olmalı.

 

(...)

 

Bu dünyada politikanın, aptalca olduğu kadar çok da pahalıya malolan “ya savaş, ya barış” alternatiflerine indirgenmesi kimseye fayda getirmez. Avrupa, ABD’nin hegemonyal tek taraflı iddialarını dengelemek için uluslararası alanda ve BM çerçevesinde ağırlığını koymalı. Dünya ekonomi zirvelerinde ve Dünya Ticaret Örgütü’nün kurumlarında, Dünya Bankası’nda ve IMF’de geleceğin dünya iç politikasının tasarımına nüfuz etmeli.

 

(...)

 

Avrupa yurttaşlarını acısını ortak yaşadıkları ve siyasi kaderlerini birlikte şekillendirmeye itecek tarihsel deneyimleri, gelenekleri ve başarıları var mı? Geleceğin Avrupası için çekici -ve evet bulaşıcı- bir “vizyon” gökten zembille inmiyor. Bugün sadece, çaresizliğin tedirginlik verici duygusundan çıkabilir. Ancak biz Avrupalıların kendi başımıza olduğumuz durumdaki sıkışıp kalmışlığımızdan doğabilir. Ve çoksesli bir kamuoyunun karmaşık kakofonisinden şekillenmeli. Eğer bu konu şimdiye dek gündeme bile gelememişse, biz aydınlar başarısız olmuşuz.

 

Bağlayıcılığı olmayan konularda uzlaşmak kolay. Barışçıl, işbirlikçi, diğer kültürlere karşı açık ve diyaloga hazır bir Avrupa’nın resmi hepimizin gözü önünde. 20. yüzyılın ikinci yarısında iki soruna örnek teşkil edecek çözüm bulan Avrupa’yı kutluyoruz. AB bugünden, post-ulusal düzende ekol yaratabilecek, “ulusdevletin ötesinde bir yönetim biçimi” olarak karşımızda. Avrupa’nın diğer refah yönetimleri de uzun süre örnekti. Ulus devlet düzeyinde bugün savunmaya düşmüş durumdalar. Ama gelecekteki, sınırlarından arınmış bir alanda kapitalizmin ehlileştirilmesi politikası da, koydukları sosyal adalet kıstaslarının gerisinde olmamalı. Bu boyuttaki iki sorunla başetmiş bir Avrupa neden yenisini, uluslararası hukuka dayanan kozmopolit bir düzenin rakip tasarımlara karşı savunulması ve ilerletilmesini, göğüsleyemesin.

 

(...)

 

Avrupa’da uzun süre etkisinden kurtulamadığımız sınıfsal ayrımların mağdurları bu kaderin ancak kolektif bir çabayla üstesinden gelebilmiştir. Böylece işçi hareketlerinin ve Hıristiyan-sosyal rivayetlerin bağlamında dayanışmacı, eşitlikçi, “daha fazla sosyal adalet” için mücadeleyi amaçlayan ethos, ileri derece sosyal eşitsizlikleri göze alan başarı adaletinin bireyci ethos’una baskın çıktı.

 

Bugünkü Avrupa, 20. yüzyıldaki totaliter rejimlerin ve holocaust’un – Nasyonal Sosyalist rejimin fethettiği ülkelerin toplumlarını da bulaştırdığı, Avrupalı Yahudilerin yokedilmesi-  deneyimleriyle damgalanmıştır. Bu geçmişle yapılan özeleştirel hesaplaşma politikanın ahlaki temellerini akıllara getirdi. Kişisel ve bedensel dokunulmazlığın ihlallerine karşı yüksek hassasiyet örneğin Avrupa Konseyi’nin ve Avrupa Birliği’nin üyelik için idam cezasından vazgeçilmesi koşulunu koymasında yansımasını bulur.

 

Geçmişteki saldırganlık bir zamanlar tüm Avrupa uluslarını kanlı çatışmalara sürüklemişti. Askeri ve düşünsel birikimlerini birbirlerine karşı kullanmanın sonucu edinilen deneyimlerden II. Dünya Savaşı’nın sonunda, işbirliğinin yeni ulusötesi biçimlerini geliştirme yönünde ders alındı. Avrupa Birliği’nin başarı öyküsü, Avrupalıların, devlet şiddetinin uygulanmasının küresel düzeyde de karşılıklı sınırlandırılmasına ihtiyaç olduğu düşüncesini güçlendirdi. 

 

Büyük Avrupa uluslarının her biri emperyal gücünün yükseldiği bir dönemden geçti ve şimdiki bağlamda daha önemli olan, bir imparatorluğu kaybetmenin deneyimini atlatmak zorunda kaldı. Düşüşün getirdiği bu deneyim pek çok vakada kolonyal alanların kaybedilmesiyle birlikte yaşandı. Emperyal yönetim ve kolonyal dönemle aramızdaki mesafenin artmasıyla, Avrupa’daki güçler aynı zamanda kendilerine karşı da tepkisel bir mesafede durma fırsatını elde ettiler. Böylece mağlup olanın perspektifinden bakarak kendilerini, zorla dayatılmış ve köklerinden koparılmış Modernleşmenin şiddeti için hesap sorulan, galiplerin kuşkulu konumunda algılamayı öğrenebildiler. Bunlar, örosantrizmden dönüşü hızlandırmış ve dünya iç politikasına doğru Kantçı umudu kanatlandırmış olabilir...

 

(Metnin tamamı 31 Mayıs 2003'te Frankfurter Allgemeine Zeitung'da, ardından Liberation'da yayımlandı.) 

 

Çeviri: Editörden