Oslo'ya Dair Rivayetler Ve Gerçekler

-
Aa
+
a
a
a

Radikal15 Kasım 2004 

Portre: Arafat, Barış Süreci Ve Propaganda Makinesi 13 Eylül 1993'te Beyaz Saray'da tarihi nitelikteki Oslo süreci başladığında, İsrail Başbakanı İzak Rabin, Filistin lideri Yaser Arafat'ın elini sıkmaya güç bela razı edilmişti. Ama kutsal Kenan ülkesinin aynı soydan (Sami) gelen iki kanlı bıçaklı halkını barışa çekmeye çalışan ABD Başkanı Bill Clinton'a dönüp eklemişti, "Öpüşmek yok."

Clinton'ın 1999'da yayımlanan anılarına göre, Rabin, şovmen yanı hiç de yabana atılır olmayan Arafat'ın, Arapların geleneksel samimiyet kurma biçimi olan dudaktan öpmeye yelteneceğinden hayli kaygılıydı. Şöyle anlatıyor: "Arafat'ın eğer beni öpmezse, el sıkışmadan sonra Rabin'i öpmeye kalkışmayacağından emindim. Bu öpücüğün olmamasının Rabin için ne denli önemli olduğunu da biliyordum." ABD Başkanı'nın tek seçeneği, sol eliyle, Arafat'ın sağ elini tutup iyice kavramak ve olası manevrasını önlemekti.

O da öyle yaptı. Sonuçta Rabin, elini uzatmakta epeyce nazlanırken, Arafat hem öpücüğünden oldu, hem de ilk elini uzatan...

O tarihte hasmının elini kısa süreliğine tutan ama öpmeyi başaramayan Arafat, 20. yüzyılın büyük güçlerinin gayretleriyle vatansızlaştırılmış halkına bir devlet bırakamadan geçen hafta bu dünyadan göçüp gitti. Ve yokluğunun, Filistin halkına 'yepyeni' bir liderlikle barış getireceğinden söz edilip duruluyor şimdi. Hem de 10 yıllı aşkın süreçte denenmiş ve hüsranla sonuçlanmış Oslo ilkeleri üzerinden... Ama işte bunun ne denli beyhude bir çaba olacağını anlayabilmek için dönüp Arafat'ın nasıl ve neden 'başarısız olduğuna' tekrar bakmak gerekiyor.

Bir yanlışı düzeltmek Öncelikle işe yıllardır ısrarla yanlış telaffuz edilen bir şeyi düzelterek başlamak gerek. Beyaz Saray'da 1993'te imzalanan, resmi adıyla Oslo İlkeler Deklarasyonu (DOP), barış anlaşması değildi. Norveç başkentinde uzun ve hararetli tartışmaların ardından ortaya konulan bu deklarasyon, 'toprak karşılığı barış temelinde' akıbeti meçhule uzanan bir müzakere sürecinden öteye geçmiyordu. İsrail'in süreç sonunda BM Güvenlik Konseyi'nin 252 ve 338 sayılı kararlarına uyarak 1967'den beri Filistin topraklarında sürdürdüğü işgali sona erdireceğini vaat ettiği DOP kısaca şöyle özetlenebilir:

Oslo ilkeleri... İsrail, beş yıllık süreçte öncelikle işgal altındaki Gazze Şeridi ve Eriha'dan başlamak üzere Batı Şeria'da da miktarı belirsiz bazı topraklardan geri çekilir. Geri çekilinen topraklarda Filistin Özerk Yönetimi kurulur ve bir polis gücü oluşturulur. Filistinliler İsrail'in varolma hakkını tanır ve terörizmi önler. Bu temel üzerinde 4 Mayıs 1994'te tarihe Kahire anlaşması olarak geçen özerklik anlaşması imzalandı. Ne tesadüf ki, bu anlaşma daha başlangıçta İsrail'in geri çekileceği toprak parçası miktarını azaltıvermişti. İsrail Gazze'nin sadece yüzde 65'inden çekildi, Eriha'dan çekilmeyi sınırlandırdı. İşgalden 'kurtulan' bölgelerde Filistin Özerk Yönetimi kuruldu. Bu imzanın karşılığı ise iki lidere ekimde Nobel Barış Ödülü olarak döndü. Arafat 1 Temmuz 1994'te 27 yıllık sürgünden sonra Filistin topraklarına ilk kez ayak basıyor, Gazze'de özerk yönetimini kuruyordu. İsrail ve Amerika diplomatik zafer, Filistinliler de 'bir nebze nefes alma' fırsatıyla, bir de umut elde ediyordu...

Filistin'e kalanlar... Ardından Eylül 1995'te 'Oslo 2' diye anılan Taba anlaşması geldi. Bu anlaşma da işgal altındaki Batı Şeria'yı üç bölgeye ayırdı. İsrail 'A Bölgesi' diye anılan topraklardan tümüyle geri çekildi (Nablus, Cenin, Tulkarm, Kalkilya, Ramallah, Beytüllahim kentleri ve ancak taa iki yıl sonra 1997'de 400 Yahudi'ye karşılık 20 bin Filistinlinin yaşadığı El Halil'in yüzde 80'i) ki, buraların toplama oranı yüzde 3'tü. 'B Bölgesi' denilen ve yüzde 23 oranında toprağa tekabül eden bölgelerde ise Filistinliler belediye yönetimlerini üstlenirken, güvenlik ortaklaşa sağlanmaya başlandı. 'C Bölgesi' ise yaklaşık 150 yasadışı Yahudi yerleşiminin kurulu olduğu yüzde 74 oranındaki toprak parçasına tekabül ediyor ve İsrail'in mutlak egemenliğinde kalıyordu. Bu arada öpücük konduramadığı Rabin, 1995'te aşırı dinci bir Yahudi'nin kurbanı olarak hayata veda ederken, Arafat, bir yıl sonra 20 Ocak 1996'da yapılan seçimlerde halkı tarafından ezici bir çoğunlukla Filistin Özerk Yönetimi Başkanlığı'na seçiliyordu. Ama başkanlığı, Oslo sürecinin işlemesine bağlıydı.

Netanyahu faktörü Tabii İsrail'de siyaset kazanı kaynıyordu. Rabin'in halefi Şimon Peres'in yenilgiye uğradığı 1996 seçiminde başbakanlığa getirilen sağcı Likud Partisi'nin lideri Benyamin Netanyahu'yla işler kolay yürümüyor, anlaşmalar gereği Filistin Özerk Yönetimi'ne devri gereken topraklar verilmiyordu. Takvimler 23 Ekim 1998'i gösterdiğinde, İsrail'in Batı Şeria'dan yüzde 13.1 oranında toprağı Filistinlilere iadesini, Gazze'den Batı Şeria'ya güvenli geçiş koridoru açılmasını, Refah'ta havaalanı ve liman inşasını ve 750 kadar Filistinli esirin bırakılmasını öngören Wye River anlaşması imzalandı. Ama sürekli Filistin Yönetimi'ni güvenliği sağlayamamakla suçlayan Netanyahu, 1999'da erken seçime gideceğini ilan edip bu vesileyle anlaşmayı askıya alıverdi. Oslo sürecine en başından karşı duran ve Arafat'ın kontrol edemediği Filistinli örgütlerin intihar saldırıları da bu zorlu sürecin tuzu biberi oluyordu.

İşçi Partisi'nin 'farkı' Bu arada Netanyahu döneminde işgal topraklarına inşa edilen Yahudi yerleşimleri almış başını gitmişti. O dönemde Dışişleri Bakanı olan Ariel Şaron, göğsünü gere gere, "Yahudi yerleşimleri, toprakta hak iddia edebilmemizin temelidir" diyordu. Likud Partisi de, aslında Filistinlilere Batı Şeria'da sadece yüzde 40 oranında toprak devredileceği, bunun da bölük pörçük olacağına dair haritaları basına sızdırıyordu. Kısa süre sonra dünya medyasının 'barışı getirecek adam' diye sunacağı İşçi Partisi'nin Rabin'in yerine geçen yeni lideri Ehud Barak ise bu haritaya temelde itirazları olmadığını söyleyebiliyordu! Eh zaten sadece Likud filan değil, bizzat İşçi Partisi-Meretz koalisyonu yönetimindeki 1992-1996 yıllarında, işgal altındaki Batı Şeria'daki yasadışı Yahudi yerleşimcilerin sayısı yüzde 36 oranında artıp 145 bine ulaşmıştı. Bu oranın da sadece yüzde 16'sı doğal üremeyle meydana gelmişti. Yani bir kısım Yahudi 'kuş olup işgal topraklarına inivermişti.' Yani Arafat'la el sıkışan Rabin'in yönettiği Yahudi devleti, işgal topraklarına ırk ve dindaşlarını yerleştirmeyi ihmal etmemişti. Tabii 'siyonizmin uç beyleri' olan bu yerleşimleri büyük kentlere bağlamak için otoyollar inşa edilmiş, bu yolla bir miktar toprak da 'iç edilmişti'. BM yasalarına göre işgal altında bulunan ve Arapların yaşadığı Doğu Kudüs'teki Yahudilerin sayısı da 22 bin artıp 170 bine yükselivermişti. Oslo süreci işliyordu ya, gerisinin önemi yoktu! Velhasıl, Netanyahu'yla işler yürümezken, Arafat'ın 'imdadına' İsrail'deki seçimler yetişti ve erken seçimde İşçi Partisi 18 Mayıs 1999'da bu kez Barak'la iktidara geldi. Dünyada 'barış çanları çalınırken', Clinton fırsatı kaçırmadı, 5 Eylül'de Barak'la Arafat'a nihai statü anlaşmasının yolunu açacağı düşünülen Şarm el-Şeyh memorandumunu imzalattı. Mart 2000'de İsrail, nihayet Filistin Yönetimi'ne Batı Şeria'da 6.1 oranında toprağı transfer edebilmiş, Filistin Yönetimi de bölgenin yüzde 40'ında hüküm sürmeye başlamıştı. Sırada nihai statüye hükmedilecek meşhur Camp David vardı.

Hep aynı hikâye Ama işte dönemin ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright'ın Arafat'ın itirazlarına rağmen alelacele organize ettiği Camp David zirvesinde her şey yerle bir oldu. Arafat, 25 Temmuz 2000'de ABD başkanlarının dinlenme mekânında düzenlenen zirvede, masadan kalkıp gidiverdi. 29 Eylül'de Şaron, tüm dünyadaki Müslümanlar için kutsal olan Harem-üş Şerif ziyaretiyle savaşın fitilini ateşliyor, 2. İntifada başlıyordu. 15 günün bilançosu, beşi İsrailli 100'ü Filistinli toplam 105 kişinin hayatını yitirmesiydi. Hepsi ama hepsi, Arafat'ın suçuydu. Camp David'de cazip önerilere 'Hayır' diyerek büyük bir hata yapmış, halkını da kendisini de yıkıma sürüklemişti Arafat!.. Temmuz 2000'den beri dünya bu hikâyeyi dinliyor. Hikâye, Ortadoğu'da elinizi sallasanız bir Arap monarkına çarpacak diktatörlük ve yolsuzluk soslarına bulanıyor. Sanki dünyada işgalci güçlere karşı bağımsızlık savaşları 'demokrasiyle' kazanılmış gibi!.. Sanki milletleri bağımsızlık ve özgürlüğe 'tek adamlar' taşımamış gibi!.. Ama asıl nokta gözden kaçırılıyor. 'Barış süreci', 'barış umudu' diye Filistinliler ve İsraillilerin önüne konulan Oslo sürecinin aslında ne menem bir şey olduğu... Tıpkı Camp David'de Arafat'ın önüne konulan 'cazip' öneriler gibi...

Peki Camp David? Camp David'de ele alınan ama Clinton'ın müzakerelere katılan danışmanı Robert Malley'in daha sonra dile getirdiği gibi asla kâğıda dökülmeyen konular ana başlıklarıyla şöyleydi: Toprak iadesi, Yasadışı Yahudi yerleşimleri.Sınırlar. Kudüs. Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı. Barak, Filistin lideriyle nadiren yüz yüze geldiği, ipleri Clinton'a bıraktığı zirve sonunda, Filistinlilere yüzde 91 oranında toprak iadesini içeren emsalsiz bir teklifte bulunduğunu, Arafat'ın ayağına gelen fırsatı teptiğini öne sürdü. Amerikan ve İsrail propaganda makinesi, dünya kamuoyunu yönlendirmek için seferber oldu. Barak, 'hiçbir İsrailli siyasinin veremediği tavizleri vermişti.' Clinton da İsrail televizyonuna çıkıp suçu Arafat'ın üzerine attı, Filistin liderini devlet ilan etmeye kalkarsa ABD büyükelçiliğini Tel Aviv'den Kudüs'e taşımakla tehdit etti.

Yüzde 91 miydi? Peki gerçekte ne olmuştu? Barak'ın sözünü ettiği yüzde 91, aslında İsrail'in müzakereye açtığı orandı ve üstelik sadece Batı Şeria'yı kapsıyordu. 1967'deki Arap-İsrail savaşı sonrası işgal edilen, Doğu Kudüs ve Gazze ile uzun vadede İsrail'e 'kiralanacak' topraklar da düşüldüğünde Barak'ın önerisi topu topu yüzde 50'ye denk geliyordu. Bu da 1948'de İsrail kurulduğunda BM'nin Filistinlilere verdiği toprakların yüzde 22'siydi. Üstelik İsrail önerisi, Filistin topraklarını 'Kuzey Batı Şeria, Merkez Batı Şeria, Güney Batı Şeria ve Gazze' olmak üzere dört kantona bölüyordu. Bu toprakların etrafı İsrail tarafından çevrilecek ve kontrol altında tutulacaktı.

Bantustans misali! Yani Filistinliler, kendi memleketlerinde İsrail iznine bağlı seyahat edecekti. Filistinlilerin kontrol altında tutabilecekleri sınırları, hava sahaları ve su kaynakları olmayacaktı. Ortaya çıkacak ucube devlet, Güney Afrika'daki ırkçı Apartheid rejiminin bir zamanlar siyahlara sunduğu 'Bantustans'tan farksızdı. Zirvenin başarısız olmasının en önemli nedeninin, sembolik önemi büyük, kutsal kent Kudüs olduğu zannedildi. Tabii İsrail, Doğu Kudüs konusunda da taviz vermemişti. Filistin Yönetimi, sadece halihazırda Filistinlilerin yaşadığı Doğu Kudüs'teki birkaç mahalleyi ve Mescid-i Aksa'yı kontrol edecek, civar köylerdeki Filistinlilerin buraya ulaşabilmesi için bir yeraltı tüneli inşa edilecekti. Bu arada Doğu Kudüs'teki Filistinlilerin devletleriyle bağları olmayacaktı. Barak, zirvede Clinton'a söz verdiği halde, Kudüs'ün burnu dibindeki üç Arap köyünden çekilme ve Filistinli esirleri bırakma vaadini de geri çekti. Hatta bu yüzden ABD başkanını öfkelendirdi.

Mülteciler kozu Barak, komşu ülkelerde mülteci hayatı yaşamak zorunda kalan 4 milyon Filistinliden sadece 100 bininin, ailelerin birleştirilmesi planı çerçevesinde geri dönmesini önerdi. Filistin tarafı, vatanlarını hiç göremeyecek olanlara tazminat ödenmesini istedi. 1949'da Filistinlilerin İsraillilere bırakarak kaçıp gitmek zorunda kaldığı mülkleri için Britanya, Fransa ve Türkiye'den üçlü komitenin biçtiği değer 124 milyon sterlin, bugünün parasıyla milyarlarca doları buluyordu. Ama İsrail tarafı, böyle bir parayı uluslararası toplumun yaratması gerektiğini, kendilerinin küçük bir katkı yapabileceğini belirtip bu fondan ayrıca 1948 sonrası Mısır, Fas ya da Yemen gibi Arap ülkelerini terk etmek zorunda kalan Yahudilerin de yararlanmasını istedi. Ki böylece bu sorun da Filistinlilere karşı koz olarak kullanılırken, söz konusu Yahudiler zaten mülteci değil 'siyonist göçmenler' sıfatıyla çoktan İsrail'e gidip Filistinlilerden kalma evlere yerleşivermişti. Bu arada İsrail'in yüzbinlerce Filistinlinin mülteci konumuna düşmesi yüzünden özür dilemeyeceğini hiç saymıyoruz.

'İsrail önerisi yoktu' Kısacası Camp David'de olan biten, işgalin allanıp pullanıp yeniden sunulmasından başka bir şey değildi. Malley'in zirve konusunda Arafat'ın eski danışmanı Oxford St. Antony's College'dan Hüseyin Agha ile New York Review of Books'ta yayımlanan makalesindeki ifadeleriyle, "Aslında ortada İsrail önerisi yoktu." Nitekim İsrail basını, sonra Barak'ın kabul edilemez öneriler ortaya atıp suçu Arafat'ın üzerine yıkma taktiği izlediğine dair komplo teorilerine yer verdi. Bu, 'Filistin tarafından muhatap alınabilecek kimse yok' şeklindeki eski İsrail deyişine pek bir denk düşüyordu.

Şaron sahnede Ama tabii 'Clinton tuttu, Barak pişirdi, Arafat yiyemedi'. Filistin lideri daha sonra üzerindeki baskıyı anlatabilmek için, "Beyrut'taki iki aylık kuşatmadan bile beterdi" diyecekti. Zirve tarafların çabalarını sürdüreceğine dair kısa açıklamayla sona erdi. Arafat Filistin'in yolunu tutarken, Likud lideri Şaron harekete geçmişti. Barak, 'çok ileri gitmesinin' bedelini, yeniden başlayan çatışmalar ve Filistinlilerin intihar saldırılarının etkisiyle Şaron'a sarılan İsrail halkı tarafından iktidardan edilerek ödedi. Şaron, 2001 başında seçildiğinde, Beyaz Saray'da artık Clinton değil, Cumhuriyetçi George W. Bush vardı. İsrail Başbakanı, işe, hemen, radikal Filistin örgütlerinin lider kadrolarına suikastlar düzenlemekle başladı. Aldığı yanıt, bir başka intihar saldırısı oluyordu. O güne kadar intihar saldırılarına bulaşmayan Marksist örgütlerin lider kadrosu bile hedef alındı. ABD'yi vuran 11 Eylül 2001'deki saldırılarsa Şaron'un eline bulunmaz bir fırsat verdi. Çünkü Filistinli örgütlere yönelik 'önleyici saldırı' doktrinine dünyanın süper gücünün başındaki Bush sahip çıkıyordu artık... Arafat 2002'ye Ramallah'taki karargâhı Mukata'ya hapsedilerek girdi. Ve 29 Ekim 2004'te ölüm kalım mücadelesi vereceği Paris'e götürülünceye dek orada kaldı. Yaşamının son iki yılında kendisini 22 kez Beyaz Saray'da ağırlamış olan Clinton'ın aksine, Bush, onu 'terör destekçisi' ilan ediyor ve bir kez bile görüşmüyordu. Bush, ayrıca Gazze'ye gidip Filistin Parlamentosu'na hitap eden Clinton'ın dış politikasının gözbebeği Filistin sorununa dair çözüm çabalarını toprağa gömüyordu. ABD, AB, Rusya ve BM'nin Oslo'nun 'ucubik versiyonu' olmanın ötesine geçemeyen 'yol haritasına' sözde destek vermekle yetiniyordu. O 'yol haritası' ki, reddeden taraf, Arafat değil, bizzat Şaron'du!

İşgal ve demokrasi Ramallah'ta tecrit edilen Arafat'ın payına düşense ABD ile İsrail'in 'böl-yönet' politikası gereği 'demokrasi' sosuna bulandırılmış yetki paylaşımı dayatmasına boyun eğip, özerk yönetimine başbakan atamak oluyordu. Elbet, atadığı başbakanın Oslo sürecine karşı çıkan Filistinli örgütlerin intihar saldırılarını önleyememesinin sorumlusu da yine Arafat'tı! Uluslararası kamuoyu, işgal altında demokratik kurumların nasıl işleyebileceği üzerine kafa yormadan, ulusunun liderliğini savaş alanlarında elde eden Arafat'a 'diktatör' derken, Filistinli milletvekilleri İsrail izin vermediği için parlamentolarına bile gidemiyordu...

Ve bedeller... Filistin halkı çoluk çocuk, Oslo sürecinin bedelini İsrail'in ABD yapımı Apache helikopterlerinden atılan füzeler ve Merkeva tanklarının ateşleriyle çok ağır ödedi. Oslo'yla başlayan Camp David'de noktalanan 10 yılı aşkın süreçte, kimse ortaya çıkıp, 'Önce güvenlik, sonra devlet' tezini tersyüz etmedi, kimse 'Önce işgal bitsin, Filistin devleti kurulsun, bu devlet güvenlik vaat etsin' demedi. Oysa İsrail, 'Araplar bizi kovmak istiyor' nakaratını söylerken, Oslo'yla umutlanan Filistin halkının ezici çoğunluğu 1988'de FKÖ'nün aldığı İsrail'in varoluş hakkını tanıyan kararını zaten benimsemişti.

Kıbrıs'ı ananlar... Veya Kıbrıs'ta Türk ve Rum halklarını bir arada yaşamaya iknaya çalışanlar, kutsal topraklarda dipdibe yaşayan 6.5 milyon İsrailli ile 3.5 milyon Filistinli için 'Tek bir devlet çatısı dışında çözüm olmaz' demedi. Oslo süreci İsrail işgalini 'meşrulaştırırken', Yahudilerin vaat edilmiş topraklara iyice yayılmalarını sağladı. Filistinlilere ise kısa süre rüya görme fırsatı verip, kâbusa uyandırdı. Daha yoksul ve daha nefretle bilenmiş halde... Ve şimdi, Arafat 12 Kasım'da hayalini kurduğu devletini göremeden Filistin'den çok uzaklarda, Paris'te ölüp giderken, onun başaramadığını yeni bir liderliğin yapabileceği söyleniyor. Hem de aynı Oslo'yla...

Yoksa Şaron'un planı... Şaron'un yeni planıysa akıllara başka şeyler getiriyor. İnsan düşünmeden edemiyor, İsrail Başbakanı, 'Neden Gazze Şeridi'nden çekilme konusunda kamuoyu baskısına göğsünü bu denli siper ediyor' diye... Yoksa yaşı bir hayli ilerleyen Şaron'un aklında, baş düşmanı Arafat gibi ölüp gitmeden önce, Filistinlileri Yahudilerin asıl 'vaat edilmiş toprağı' olan Batı Şeria'dan topyekûn sürüp, Gazze Şeridi'ndeki minnacık 'Flistin devleti'yle yetinmeye zorlamak mı var? -------------------------- (Kaynaklar: Robert Malley-Clinton'ın Arap-İsrail sorunları danışmanı ve Camp David'deki arabulucu ekibinden, New York Review of Books'ta Hüseyin Agha ile birlikte yazdığı makale/BBC/Amnon Kapeliouk, Le Monde Diplomatique (İngilizce versiyonu)/Robert Fisk, The Independent/Joel Beinin, Stanford Üniversitesi. Middle East Report'taki makalesi/Edward Said