Ortada 'futbol' var, yandan geç!

-
Aa
+
a
a
a

48 yıl sonra kupaya katılma üzerine yapılan bin bir gece geyiklerinin dışında, hayatımda ilk defa bir dünya kupasında “mecruben” taraf olacağımı bilme ihtimali bende sevinçten çok, itiraf edeyim, büyük bir baskı ve stres yaratıyordu. Tamamen Türkiye gözlüklü yansıtılacak ve izletilecek şampiyonanın Dünya Kupası gibi dört yılda bir gönül kapımızı çalan resitali ne hale çevirdiğini görünce şüphelerimde ne kadar haklı olduğumu anlamış oldum. Tevellüt itibariyle ancak 1982’den beri kupayı takip etmekte olan bendeniz, 82’nin afili Brezilya’sını saymazsak, 1986’dan beri izlediğim (yani Maradona’lı kupa sonrası) en iyi kupa olduğunu gönül rahatlığıyla

Çinli rakibi Li Tie'nin yakasına yapışan Tugay (AP)

ifade  edebilirim. Kerametin sadece “fevernova” adlı Adidas firmasının ürettiği, rakiplerine atılmış enfes çalımlardan birinin imzası olan futbol topunda olduğunu söylemek herhalde çok fazla açıklayıcı ve insaflı olmayacaktır. Öte yandan modern futbolun gelişimi açısından, sürecin 2002 Dünya Kupası’nda böyle bir futbol oyunu ortaya çıkartacağı pek de umduğum bir sonuç değildi.

 

Yaşasın günde bir maç

 

Kupanın en yoğun maç trafiğini, yaklaşık 48 maçlık, grup maçlarını Türk ulusal takımının da ikinci tura yükselmesi vesilesiyle nihayete erdirdik. Az değil, son grup maçlarına kadar günde üç maç, son maçlarda da aynı saatlerde oynanması vesilesiyle, aslen dört maç ama görüntü itibariyle günde iki maçla geçiştirdik. Bir dünya kupası maçını en iyi ziyafet diye addederken, 15 günde, gün aşırı üç maça maruz kalmak, olayın ziyafet değil de çerez muamelesi görmesine neden oldu. Neyse ki maçlar o denli güzeldi ki, 86’dan beri geçen 16 sene vesilesiyle hayli moralimizi bozan gelişmeler, daha grup maçlarında izlediğimiz güzellik, yediğimiz çereze en azından şam fıstığı muamelesi yaptı. Yoksa bir futbolsever için bir günün çekeri ve besin ihtiyacı ancak bir maçtır ki, sindirimi kolay olsun, ağızda bıraktığı tatla bir gün boyunca keyif sürebilirsin; bir gün sonra başka bir lezzet tadılacağı bilinerek. Neyse, bu dünya kupası ve onlarca yıldır turnuva böyle yapılmakta, ve bir ayda bitirilmek zorunda. Artık bundan sonra günde bir maçla idare etmek zorunda kalacağız. İşte bu vesileyle bünyelerde oluşabilecek tahribata ve boşluğa engel olmak kaydıyla yukarıdaki gibi bir psikolojik destekte bulunmanın faydalı olacağı kanaatindeyim. Lezzeti hissetmek için, midede oluşacak deformasyonları gidermek için ve futbolun idraki, güzellemesi için “yaşasın günde bir maç.”

 

Sloganımızı attıktan ve bundan böyle maruz kalacağımız boşluğu, psikolojik olarak da ortadan kaldırdıktan sonra, dilimizde her daim tüy verimliliğine neden olan anlı şanlı medyamızı mevzubahis edeceğimiz bölüme geçebiliriz. Hiç merak etmeyin, son yıllarda gösterdikleri performansla ünlü Türk düşünürleri klasmanında ciddi sıralama değişikliklerine (!) neden olan spor basınımızın milli takım, oyun sistemi, Şenol Güneş ve Haluk Ulusoy nezdinde giriştiği sınır ötesi harekâta değinmeyeceğim. Lakin o yazının konusu futboldan öte, salgı bezleri üzerine bir hekimin yapacağı tıbbi değerlendirme alanına girebilir ancak. Bizim derdimiz ve kavgamız futboldur, ve yaptığımız sıradan bir sınır içi sivil müdahale olarak anlaşılsın.

 

48 – 3 = 3

15 günde toplam 48 maç ve o kadar maça sığan onlarca şık hareket, gol, nümayiş ve mücadele. Ve o 48 maç içinde üç tane ulusal maç. En basit matematiksel işlem vesilesiyle 48-3=45, buna bağlı olarak da irdelenmesi gereken, TV-gazete programlarında / haberlerinde edinmeyi talep edebileceğimiz (ve buna da hakkımızın olduğu) 45 maçı içine alan futbol-oyun-sistem-gol-varyasyon vs. vs. değerlendirmesi. Ama olay İkitelli’den, onların Kore’deki (milli takımın maçlarını Kore’de oynaması yüzünden mazur kaldığımız Güney Kore edebiyatı o

 Haluk Ulusoy ve diğer yöneticiler, maç sonrası (AP)

kadar yoğun ki, kupanın Japonya ayağının da olduğu, iyi futbol izleyicileri dışında kalanlar için jenerikten ibaret) izdüşümlerinden pek öyle gözükmüyor, ve en basit işlem bile yanlış netice ile sonuçlanıyor. 48-3=3.

 

Mübarek, diğer maçlar sanki Türkiye maçlarına dekor olsun diye oynanıyor. Öteki takımlar sanki Türkiye’nin oynanacağı maç günlerinin devre arası kısa görüntüleri. Hoş hakkını yememekte fayda var, “dünya kupası TRT’de izlenir” sloganını sonuna kadar hak eden ve birkaç maç dışında (milli maçları saymıyorum, yılların düzey adamı futbol yorumcusu Ömer Üründül’ü bile özellikle gol sonrası Latin Amerikalı spikerlere çeviren hezeyan halleri oldukça anlaşılır) bir de yılların Orhan Ayhan’ının artık maç anlata anlata bünyesindeki bütün kelimeleri tükettiği ve kalan 30 kelimeyle de akıllara zarar performansını saymazsak, çok düzeyli ve kaliteli bir yayıncılık izlemekteyiz. Maazallah, olası bir özel kanal sunumu korkusu bile TRT’ye bağlılığımızı hak ettiğinden fazla güçlendirmektedir (NTV’yi kenarda tutalım).

 

Doğru düzgün oyun kurgusu ve sistemi bile olmayan Türkiye’nin sağanak halinde, ağız ishali vaziyetlerinde sistemi gün aşırı tartışılırken, bir Senegal, bir G. Kore, bir Japonya bir Meksika bir Danimarka hatta bir ABD (bu sonuncusu pek dokunmakta ama dünyanın jandarması dünya kupasında erat kontenjanından çıkmaya niyetli gibi gözüküyor) otantik tat muamelesi dışında başka da bir ilgi göremiyor maalesef, anlı-şanlı spor basınımızda. Koskoca adamlar sanki televizyonlara yılda bir çıkıyormuş da, zor söz hakkı alıyormuş gibi, basa bas Türkçe’nin dil zenginliğine ve gramerine ihanet hallerinde beş on kelimeye inanılmaz parendeler attırıyorlar. Normal bakıyorsunuz, şaşı bakıyorsunuz, hiç bir şey değişmiyor. Çin maçı sonrası gezindiğim dört, beş kanalda aynı yüzler, aynı cümleler aynı bakışlarla zapping hızımıza yetişemeyecek şekilde o kanaldan bu kanala geziyorlar. Meşhur görüntü arkası, tv’ye çıkma meraklısı şen vatandaş tiplemesi bile yetişemiyor hızlarına.

 

Hiç mi merak etmiyorlar, el alem nasıl oynuyor, nasıl kıvırıyor, nasıl yorumluyor son dönem futbol oyununu diye. Yahu, koskoca Arjantin, Fransa eleniyor, İtalya ve Portekiz can çekişiyor, grupdaşımız İsveç ölüm grubundan lider olarak çıkıyor, evsahipleri, otoriteleri şaşırtacak ölçüde keyifli ve iyi futbol oynuyor, bunlar nato mermer nato kafa, varsa yoksa Şenol Güneş, Haluk Ulusoy, milli takım niye şunu oynamıyor, bunu oynamıyor. Yapacağımız her türlü yorumun, analizin ve buna harcayacağımız mesainin “Sen de sen işit Reşit” gibi yalnızlık, anlamsız bir marjinallikle bitmesi, ne acı. Evet değişmeyecekler, asla. 1996’dan beri milli takım düzeyinde 2 Avrupa şampiyonası, 1 Dünya kupası görüp, son ikisinde (zor da olsa) gruptan çıkmamıza, kulüpler düzeyinde de Galatasaray’ın herkesçe bilinen UEFA ve Süper kupalarıyla süslü Avrupa düzeyindeki başarılarına rağmen birileri, hem de oldukça kalabalık olarak düzeylerini değiştirmemekte, zerre ilerleme kaydetmemekte kararlı.

Ve tarihini hazin mağlubiyetler ve şerefli yenilgilerle geçirmiş bir ülkenin yazarları olarak... oturmuşlar, neredeyse adamı (Şenol Güneş’i) dünya şampiyonu olacak takımı sabote etmekle suçlayacaklar.

 

Akıl-sistem-mücadele

 

Yok Şenol Güneş şöyle oynatmalıymış, böyle oynatmalıymış, yok 5-4-1 mi olmalıymış, 4-4-2 mi ya da 3-1-4-1-2 mi? Mübarekler, yıllardır kuruyorlar kadroları, yapıyorlar takımları, yenilince demiştik, yenince bilmiştik. Bu arada Kostarika mahalle takımı oluyor, Çin Türkiye liginde bile yer alamıyor, asıl Brezilya’nın bizden korkması gerekiyor. Peki bu adamlar nasıl oynuyor, ve nasıl kurguluyorlar oyun sistemlerini? Sahip oldukları kudret, basınlarındaki gaz potansiyelinden mi kaynaklanıyor, yoksa elinde bulunan futbolcularıyla yapabildikleri ve becerebildikleri ölçüde sahada sergilemeye çalıştıkları akıl-sistem-mücadele’den mi.

 

Daat daaaat... Burası da Frankfurt, Almanya (AP) 

El insaf, 1-1’lik maç sonrası Kostarika’nın nüfusu puan kaybına ağlamanın önemli nedenlerinden biri oluverdi. Yok 3,5 milyonluk Kostarika, 70 milyonluk Türkiye’yle nasıl berabere kalır! Aman saklayın bu yorumları, çocuklarınıza ve torunlarınıza anlatırsınız, yalnız uyuması için gece anlatmayın, çocuk gülmekten uyumayıp sizi sabahlatacağı gibi, gülmekten altına kaçırma vesilesiyle başınıza bir de çarşaf yıkama problemi çıkartabilir. Hayır geçtim, adamlar nasıl oynuyor, hangi ülkelerin takımları, hangi oyun sistemleri ve yetenekleriyle ön plana çıkıyor, kupanın arka planında nasıl bir şenlik

yaşanıyor (keza, bir tek bizim milli takım sahada gösterdiği sinir ve stres potansiyeli ile bunun farkında olmasa da, dünya kupası uluslararası sportif-kültürel bir festivaldir) gibi konularından bahsetmelerinden, bari en azından bu vesileyle neslimize birazcık coğrafya bilgileri sunsalar da, bu kadar izlenmelerinin ufak da olsa bir faydası olsa körpe beyinlere.

(Nasıl yaptı ama Murat Belge Radikal’deki köşesinde; futboldan hazzetmediği halde, sayesinde Kostarika’nın ordusunun olmadığını ve yıllar önce feshedildiğini öğrendik).

 

Fena mı olurdu, Senegal’i, Kamerun’u, Meksika’yı, Paraguay’ı tanısak. Belki de o zaman Gençlik Spor Bakanlığı kadar Milli Eğitim Bakanlığı’nın da ilgisini çekerlerdi. Neyse, bizde söylenecek söz sepet, lakin bu adamların ne susmaktan ne bağırıp-çağırmaktan ne de görüntü kirliliği yaratmaktan usanacakları yok. Fazla de ekmek paralarına mani olmamak lazım.

 

Türk’ün Türk’ten başka dostu, varmış

 

Son söz niyetine de, maç öncesi, maç sırası ve maç sonrası seyirci profillerine dair yapılan güzellemelere değinmekte ciddi fayda var. İzleyen görmüştür; bu kupada Türk’ün Türk’ten başka dostu da olduğunu gördük. Her ne kadar İtalya’nın İtalyan’dan başka, Fransız’ın Fransız’dan başka, Paraguaylı’nın Paraguaylı’dan başka, Senegalli’nin Senegalli’den başka ve diğerlerinin de el cümle dostu olduğu gibi. Hem Kore’de hem de Japonya’da sanki hükümetin aldığı karar vesilesiyle, ve de bazı kurum ve kuruluşların da katkıları ile her ülke takımına bayraklı ve formalı çekik gözlü taraftarlar kazandırılmış. Lakin iş o denli fabrika çıkışlı olmuş ki, orijinal taraftar bin bir renklilik, dağınıklılık ve cümbüş içersindeyken, yerel taraftarlar tümenler halinde, üst-baş aynı ellerinde bölgeye özgü sopalı minik bayraklar (diğer elde de kameralar) her daim sırıtkan çehreleri ile işin gerçek yüzünü, birilerine olmasa da bizim gibi dikkatli izleyicilere gösterdi. Ama bizim spikerlere kalsa, bütün Güney Koreli’ler sanki 50 küsur yıldır bir şekilde borçlarını ödemek için bu günü bekliyorlarmış gibi, işi gücü bırakmış yeri göğü ay-yıldız yapmakta karalılar.

 

Brezilya-Türkiye maçını rezalete çeviren hakemlerini, bir bıraksak, K. Kore’ye şutlayacaklar. Hayır bir şey değil, memleketten giden taraftar üvey evlat, mikrofon paso, Korelilere gidiyor (bu arada mikrofonla beraber, en az 15-20 kişilik bir erkek kafilesi elle-kolla Koreliyi kündeye getiriyor ki, bıraksalar bir Kore'yi tekrar kurtarabiliriz), hem de öyle bir hezeyanla, zıvanadan çıkmışlıkla gidiyor ki, adam neredeyse bilet parasını, yol parasını falan bırakıp tabana kuvvet tüyecek... Bu arada Korelilerin neden bizi tuttuğu da sürekli vatandaşa açıklamak istercesine, Kore savaşı hatırlatılıyor, adamların iki ülkenin ayrılığı vesilesiyle yaşadığı yeisi Türk milli takımı vesilesiyle adeta bir şölene döndürdüğü havası yaratılmaya çalışılıyordu. Hatta iş o kadar abartılıyordu ki, maçların başlamasına bir kaç gün kala, spikerin “Bu arada sayın seyirciler, G. Korelilerin milli takımımıza gösterdikleri ilgi inanılmaz boyutlarda” haberi sonrası kamp yerinin önünde futbol hastası bir kalabalık beklerken, öğretmenleriyle beraber 30 kişilik ilkokul öğrencilerini ellerinde küçük Türk bayrakları, suratlarında yöreye has gülücükleri “turkıyeee” diye bağırırken görünce, olan biteni bir dost sıcaklığına olan hasretimizdir diye anlamlandırmaya çalışıyorduk. Aksi halde gülmekten bir tarafımızın patlaması an meselesiydi.

 

Birazcık uzun kaçan son sözden sonra, gerçekten Şenol Güneş yetersiz mi, Türk ulusal takımı şu ana dek sahip olduğu en iyi kadro ile daha fazlasını yapamaz mıydı, Arjantin ve Fransa nasıl elendi, Senegal daha nerelere gider, kupa nasıl geçiyor gibi hayati meseleler bir başka yazıya bırakıp, sizleri Türkiye’nin öteki maçına kadar yine bir Türkiye endeksli, prangalı kupayla yalnız bırakıyoruz. Her şeye rağmen, bu kupa gerçekten iyi bir kupa, aman kaçırmayın, eğer kaçırdıysanız hala şansınız var. Herhalde bir dört sene daha bekleyecek olmanın stresi yeter de artar her futbol tutkulu bünyeye, alabildiğine asılmak için bundan sonrasına.

İyi seyirler...

Zorunlu iki not:

·        Şenol Güneş’in oyun kurgusuna ve takım kuruşuna ben de katılmıyorum.

·        Radikal ve Milliyet gazetesi muhabiri Mehmet Demirkol’u yukarıdaki zevattan özellikle ayırmak istiyorum. Sebebi Radikal’in arka yüzü.