No.498 - Dünyayı Bekleyen Tehlikeler Üzerine Bir Konuşma

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra'nın Şalom gazetesi tarafından düzenlenen Perşembe Sohbetleri'nin konuğu olarak geçen hafta yaptığı konuşmanın tam metni:

 

Bugün, "Dünya Nereye Gidiyor?" ya da "Ne Olacak Bu Dünyanın Hali?" üzerine konuşacağız.  Konuşmalarıma, bana göre çağımızın en önemli düşünür ve siyaset bilimcilerinden biri olan Noam Chomsky ile başlamayı genellikle çok seviyorum. Onun 2001 yılında, 11 Eylül olayının hemen ardından, Hindistan'da, Madras'ta yaptığı bir konuşmanın giriş bölümüyle başlamak istiyorum. Konuşmanın başlığı "Dünya Nereye Doğru Gitmekte?" şeklinde.

 

Harvard Üniversitesi'nin ünlü evrim biyolojisi profesörü Ernst Mayr'ın, "dünya dışında zekâ ve hayat var mı?" konusundaki çok geniş araştırması henüz yayımlanmış. Bu konuşmaya atfen diyor ki Noam Chomsky; "Ernst Mayr'ın Harvard'daki arkadaşları ile beraber vardığı sonuç, dünya dışı zekânın bulunması ihtimalinin sıfıra yakın olduğu şeklinde. Yani, çok büyük bir ihtimalle sıfır. Çünkü şöyle bir muhakeme yürütüyor Ernst Mayr, 'Higher intelligence', yani 'yüksek zekâ' diye tanımlanan şeyi evrende bulmak pek mümkün değil." Zihni organizasyon açısından, özellikle insanların yaptığı zihni organizasyonlar açısından ve medeniyet açısından bakıldığında, kâinatta başka medeniyet kuracak zekâ olmadığı sonucuna varılmış.

 

Şöyle bir araştırma yapıyorlar; Dünya yüzünde, üç milyar altı yüz milyon yıldan beri yaşam olduğu tespit ediliyor... On iki küsur milyar yıllık bir kâinat içinde, dört buçuk küsur milyar yıllık dünya ve onun üzerinde de, üç buçuk milyar yıldan biraz fazla süreden beri yaşam var. Tabii ki bakterilerle başlamış olarak…  Yaşamın ilk  başladığı noktadan, Ernst Mayr'ın sözünü ettiğimiz araştırmayı yaptığı tarihe kadar, yeryüzünde elli milyar civarında -saymışlar üşenmeyip, tabii çok kabaca- türün varlığını tespit etmişler. Ve işte, bunlardan sadece bir tanesi, "medeniyet" dediğimiz bu organizasyonu kuracak zekâ özelliği göstermiş. 50 milyarda 1 türün medeniyet kurması, inanılmayacak kadar düşük bir olasılık! 

 

Ve Chomsky diyor ki; "Ernst Mayr, 'bu tip bir entelektüel zihni organizasyon biçimi, doğal ayıklanma tarafından desteklenen bir model değil' diyor. Çünkü, bugün dünyaya baktığımız zaman, 'zeki olmak aptal olmaktan daha iyidir' diyemeyiz." En azından dünya üzerindeki hayat türlerine baktığımız zaman, pek öyle görünmüyor; çünkü hayatta kalma becerisi açısından baktığınız zaman, hamamböceklerinin veya bakterilerin insana göre, çok daha uzun ömürlü oldukları görülüyor. Onlar yüksek seviyede bir organizasyon kuracak zekâya sahip yaratıklar değiller. Bilişsel örgütlenme düzeyinde basamakları tırmandığımız zaman, insanın yaşama şansının daha düşük olduğunu fark ediyoruz.

 

Çok tatsız bir hesap daha getiriyor Ernst Mayr. Elli milyar kadar oldukları tespit edilen bu türlerin, dünya üzerinde ortalama yaşam süreleri de yüz bin yıl olarak hesaplanmış. Bu tatsız bir haber, çünkü insan da yüz bin yıllık tahsisatının sonuna gelmiş olabilir diye bakabiliriz. Yani, insan hayatında öyle bir döneme gelmiş bulunuyoruz ki, artık "Akıllı olmak mı iyidir, aptal olmak mı?" sorusunu sormamız gerekiyor. Çünkü akıllı olmak, zeki olmak, bizim tanımladığımız şekilde, türün sürdürülebilirliğini sağlamaya yetmiyor gibi görünüyor.

 

Chomsky de diyor ki buradan hareketle: "En doğrusu, bu soruya hiç cevap vermemek. Çünkü kesin bir cevap verecek olursak, insanların bir tür biyolojik hata, 'anomali',  olduğu sonucu çıkar. İnsan türünün, kendisine tahsis edilmiş bulunan yüz bin yılı, başta kendileri olmak üzere, ne buldularsa yok etmekle geçirmiş olduğu sonucuna varıyoruz.  İnsan türünün, özellikle 20 ve 21. yüzyılda, yani şu içinde bulunduğumuz dönemde, ulaşmış olduğu yok etme kapasitesi, kâinatta bugüne dek ulaşılmış en yüksek yok etme kapasitesidir."

 

Amerikalı tarihçi Charles Tilly de, bir ekstrapolasyon yaparak, insanlığın son bin yıllık tarihini çok ayrıntılı bir şekilde araştırmış, gün be gün bir hesap çıkarmış. Son bin yıl içerisinde savaş veya savaş benzeri bir çatışma olmayan gün sayısını on bir olarak hesaplamış!

 

Tabii savaş deyince, bir başka büyük bir savaştan bahsetmek istediğimi de tahmin ediyorsunuz. Doğaya karşı da açılmış, olağanüstü bir savaşın çok ileri bir noktasına da geldik. Hayat dediğimiz şey anlamını doğadan alıyor. Doğa, hayatın bağlamı. İnsan, ona da, kendisine yakın karmaşıklıkta olan organizmaların tümüne karşı da, serinkanlı, hesaplı ve sistemli bir vahşetle saldırı halinde… Ve tabii ki kendi türüne karşı da…

 

Şimdi biraz daha Chomsky ile devam edelim; "bütün insanlık tarihinde görülmüş en büyük iki tehlike ile karşı karşıyayız" diyor. En az altmış yıldan beri dünyadaki olayları kesintisiz takip ve tahlil eden bir adam söylüyor bunu. "Şimdiye kadar hiç böyle büyük tehlike görülmedi" diyor. "İki büyük kriz var" diyor, ve bunların, gerçek anlamda insanın ve muhtemelen tüm canlıların varoluşunu tehdit altında tuttuğunu söylüyor.

 

Chomsky'nin sözünü ettiği bu iki tehlikeden biri nükleer savaş tehlikesi. Üzerinde hiç konuşulmuyor bu konunun. Türkiye'deki gazetelerde, Şalom'da, New York Times'ta, Washington Post'ta, ya da Britanya'daki büyük gazetelerde bunlardan söz edilmiyor. Televizyonlarda da bunu görmüyoruz. Ancak stratejik araştırmacılarının yazdıklarına, bunların makale ve konuşmalarına baktığımız zaman, ve istihbarat teşkilatlarının, CIA başta olmak üzere, İsrail gibi ülkelerin istihbarat teşkilatlarının raporlarına baktığımızda ortada son derece önemli bir nükleer sorunu olduğu görülüyor.

 

Dünyanın çok önemli stratejik araştırmacıları, soğuk savaşta, -yani 1945 ile 1990 arasını ele alırsak, bu 45 yıllık dönemde- herhangi bir anda görülenden daha büyük bir tehlike olduğunu, söylüyorlar. 1962 Küba füze krizi konusu var. 2002'de olayın 40. yıldönümünde Havana'da yapılan bir toplantıda, Kennedy'nin o zamanki en önemli danışmanlarından Schlezinger, ve başka önemli adamlar, bunu ele aldılar ve şu ortaya çıktı; Robert McNamara gibi Amerika'nın son döneminde çok etkili olmuş adamlarının da açıkça söyledikleri gibi, 1962 yılında dünya "direkten döndü". Meğerse olay tamamen bir Sovyet subayın, Vasili Aleksandroviç Arhipov'un  sağduyusuna ve vicdanına kalmış, Arhipov'un "hayır" demesi sayesinde korkunç bir son önlenmiş. Yoksa Kuzey Yarımküre'nin toptan ortadan kalkması işten bile değilmiş.

 

Şimdi ise durum ondan daha kötü. Daha küçük, ancak çok berbat bir olasılık da bu silahın teröristlerin eline geçmesi. 15 kiloya kadar indi, bir çantaya konulabilecek kadar küçüldü. Bir "kirli bomba" imal etmek artık hiç de zor değil. Nükleer değilse de, radyasyon yaratacak hale gelmiş durumda. Peki "kirli bomba" denilen şeyin patlaması halinde neler olabilir? Bunu kestirmek güç. Her şeyi bilgisayarlar yönetiyor. İnsan inisiyatifi ile verilecek karar, dört ile sekiz dakika arasında kısıtlı kalmış. Gerisi tamamen bilgisayarlarla... Onlar değerlendiriyorlar. Dolayısıyla, küçük bir kirli bomba bile atılsa, bir nükleer savaş hemen başlayabilir.

 

Bu tip  bir nükleer stratejiye İngilizce'de MAD diyorlar, açılımı, 'Mutually Assured Destruction', yani 'karşılıklı garanti edilmiş yok oluş.' Burada, yok oluş karşılıklı olarak garanti ediliyor. Yani size bir tane atılıyorsa yok olmanız garanti, bunu önleyecek gücünüz yok, ama, "öyle mi? o zaman ben de seni yok ederim" mantığı söz konusu. Biraz ilkel bulabilirsiniz, ama ne yazık ki bu böyle. Onun için MAD diyorlar, işte onun için de insanın biyolojik bir hata olup olmadığı tartışmalı.

 

Kısaca, fiili nükleer bir saldırı olması halinde de ne olabileceğini kimse kestiremiyor. Ancak, tehlikenin artmakta olduğunu gösteren birçok makale var. Bu noktada uluslararası hukuk devreye giriyor. Uluslararaası hukuk kurallarını devletlere karşı kullanmakla yükümlü bir tek merci var, o da Lahey'de bulunan Uluslararası Adalet Divanı. Ben bir uluslararası hukukçu olarak bunu tek merci olarak tanırım. Bu mahkeme, bugüne dek, bir tek devleti, A.B.D.'yi, illegal kuvvet kullanmak suçunu işlemekten, Nikaragua'ya  karşı 1983 yılında giriştiği hareketten dolayı mahkum etmiştir. Limanlarının mayınlanmasını, gemilerinin batırılması ve ondan sonra kuvvet çıkarılması...  Tabii Nikaragua küçük bir devlet, ne yapsın, şikâyet etti Uluslararası Adalet Divanı'na, ve sulandırılmış da olsa bir karar çıktı. Elimizdeki tek örnek, tek belge bu, uluslararası hukukta terör tanımı ile ilgili. "Bir başka devlete karşı illegal kuvvet kullanılması" demek, "terör" demektir. İşte bir türlü yapılamayan o meşhur tanım, terörizm tanımı, dolaylı olarak, Uluslararası Adalet Divanı tarafından yapılmıştır.

 

Peki sonuç? Amerika bu kararı kabul etmedi. New York Times gazetesi de manşet attı, "Uluslararası Adalet Divanı bize hasım olan bir forum" ("hostile forum") dedi, yani Lahey'deki Uluslararası Mahkemeyi hasım olarak tanımladı. Önemli değil, ama dünyada terörle savaşacaksak, her yerde terörist arayacaksak, en önce bunları yapmamayı öğreneceğiz.

 

Sonuç olarak, Irak gibi bazı bölgeleri, yanlış politikalarla terör merkezi haline getirebiliyorsunuz. Bu terörün nedenlerini anlamak, bunu önlemek için gerekli. Usame bin Laden'in dünyadaki en güçlü müttefikinin bugünkü Amerikan yönetimi olduğunu söylemek için herhangi bir engel yok. Usame Bin Ladin'in en çok istediği şey, öncü bir güçten destek almak ve kendi etrafındaki cihadilerin, veya adları her neyse onların, artmasını sağlamak. Bunun için de Amerikan yönetimi elinden geleni yapıyor, ve terörizm çok büyük bir tehlike olarak dünyada yerini alıyor.

 

Bu akşam televizyonları açın bakın, Amerika'nın öncülüğünde BM Güvenlik Konseyi diyor ki, İran'a, "30 günün var!"  Derhal durdur uranyum zenginleştirme işini, yoksa yalnız kalırsın." Amerika'nın öncülüğünde, Fransa ve Almanya da katıldılar bu sefer, Çin ve Rusya da olayı sulandırarak bir karar kabul ettiler. Burada politikacıların düpedüz yalan söyledikleri bir durum var. Irak'ta da böyle oldu. Kitle imha silahlarından söz ettiler ve oraya girdiler. Sonuç ortada! Şimdi diyorlar ki; Kuzey Kore'de de aynı durum var, İran'da da… Açıkça tehdit ediyorlar. İran'ın bombalanması gündemde. Ne yapmasını bekliyoruz İran'ın? Boğazını uzatıp, "işte buyurun şuradan kesin" demesini mi?

 

ABD dünyadaki askeri harcamaların yarısını tek başına yapıyor. 38 Kuzey Amerika şirketi, dünyadaki silahların % 60'ını üretiyor. Bunlardan bir tanesi Kanadalı, diğer 37'si çokuluslu Amerikan şirketleri. Dolayısı ile, Amerika'nın uçakları ve silahları ile baş etmenin hiçbir şekilde imkânı yok. Askeri olarak karşı koymak söz konusu değil. Ne yapabilirsiniz o zaman? Ya nükleer silah kullanabilirsiniz varsa, ya da teröre başvurabilirsiniz, başka bir ihtimal yok. Bunları söylerken, terörü ya da nükleer savaşı savunuyor değilim. Beni öyle anlamadığınızı ümit ediyorum. Bu tehdit inanılır bir tehdit. Yani Amerika İran'ı vuracağım dediği zaman, gerçekten de vurabileceğini biliyorsunuz. Daha önce Yugoslavya'yı nasıl bombaladığını biliyoruz. Afganistan'ı taş devrine çevireceğiz dediler, Afganistan'ı, zaten taş devrinde olduğu söyleniyordu, yerle bir ettiler. Irak diğer bir örnek olarak önümüzde duruyor. Sonuçta, Irak'ın işgalinden sonra, Irak belki de 900 sene sonra yeniden intihar komandolarının karargâhı haline geldi.

 

Şimdi nükleer silahı nasıl önleyebiliriz ? Eğer sorun nükleer enerji üretmekse, sivil ihtiyaç için, örneğin elektrik enerjisi üretmekse, şöyle bir öneri vardı; "bir banka kurulsun, nükleer santraller için 'fission' yolu ile yapılan gerekli maddeler bu bankada toplansın ve uluslararası denetime verilsin." Yine uluslararası hukuk yolu yani. Bunun benim saplantılarımdan biri olduğunu anlamışsınızdır herhalde. Bu bankanın kontrolü uluslararası camianın, mesela BM'nin denetimine verilir. İsteyen devletin talebi de karşılanır. Barışçı enerjiyi İran mı istiyor, garanti ederse verirsiniz. Bu projeyi kabul etmediler. Bunu bloke eden devlet ABD idi. "Niye?" diye sormuyoruz artık. 1993 yılında bu öneriyi bloke etti ABD bloke etti bunu da Amerika. Nihayet, bundan 11 yıl sonra, 2004'te BM Genel Kurulu'na tekrar geldi konu.

 

Chomsky'nin söylediğine göre, bu, Birleşmiş Milletler tarihinin en önemli oylaması idi, çünkü dünyadaki en önemli tehditlerden birinin ortadan kaldırılması ile ilgiliydi. 175 ülke katıldı oylamaya ve bunlardan 172 ülke olumlu oy verdi, dedi ki; "Tamam bu nükleer meselesini denetime alalım ve ortadan kaldırılalım, bu beladan kurtulalım." Buna bir ülke karşı çıktı, o da ABD. İki de çekimser ülke var; bunlardan bir tanesi İsrail, diğeri de İngiltere.

 

İsrail zaten ABD'yle hep aynı yönde oy kullanıyor. İngiltere ise, "174'e 1 çok dengesiz dururdu, ondan çekimser kaldım" diyor.

 

Bunlar medyada çıkmıyor. Oysa bunların konuşulması ve yazılması gerekiyor. Yalnız internette değil, yazılı basında da, örneğin Şalom'da da bunlar çıkmalı, çünkü tehdit çok büyük.

 

İkinci büyük tehdit olan küresel ısınma üzerine hiç konuşmayacağıma söz vermiştim başta, onun için bu konuyu geçiyorum. Ama terör olmasın istiyorsanız, birinci şart olarak terörü kışkırtmayacaksınız, ikincisi de siz kendiniz devlet terörü yapmayacaksınız.

 

Uluslararası hukuk, uğraşmak durumunda olduğumuz çok önemli bir olgu. 1968'lerde doruk noktasına ulaşmış insan hakları hareketi ile ilgilenmeliyiz, özellikle azınlık hakları, kadın hakları, eşcinsel hakları ve çevre hakları ile. Bunların hepsi 68 hareketinin mirası olarak ve yükselerek günümüze geldi. Ben de kendimi bu hareketin bir parçası olarak görüyorum. Dünyadaki vicdan, adalet ve hukuk hareketinin bir parçası olarak görüyorum. En önemlisi de insan hakları kültürünün.

 

15 Şubat 2003'te, 30 milyon insan Irak'taki haksız savaşın karşısında yürüdü. Bu, daha önce dünyada hiç görülmemiş boyutta bir şeydi. Bu hareketin bu hukuksuzlukları önleyecek ölçüde olması gerekiyor. Bunun bir parçası olarak da, elimdeki gerçeklere ve olgulara dayalı bilgileri paylaşarak, 10 yıldır bir yayını gerçekleştiriyorum. Bundan başka bir şey yapabileceğimi de düşünmüyorum. Uluslararası hukukun ve insan hakları hukukunun, kısacası insan hakları kültürünün hayati önemini koruduğunu, başka da bir çaremiz olmadığını düşünüyorum.

 

***

Ömer Madra'nın konuşmasının ardından Şalom gazetesinde yapılan soru-cevap bölümünün tam metni:

 

Şalom : İran'dan ve Amerika'nın İran'a olan bakışından söz ettiniz. İran'da demokratik yollara seçilmiş Cumhurbaşkanı Ahmedinecat var, ve onun söylemlerinden biri İsrail'i yok etmek. Nedir bu söylemle ilgili görüşünüz?

Ömer Madra :  Burada iki noktayı vurgulayabiliriz. Birincisi, bu hiç de Ahmedinecat'a özgü bir söylem değil. Ondan çok daha önce, Rafsancani de söylemişti, hatta 1980'lerin başına, Humeyni dönemine kadar geri yürütebiliriz. Meselede yeni olan hiçbir şey yok. Hatta Ahmedinecat'ın söyleminin daha 'hafif' ve iç politikaya dönük olduğunu söylemek mümkün. Evet, Ahmedinecat demokratik olarak seçildi, ancak çok zorlandı; bunu da söylemek mümkün. Dolayısıyla, söylemde yenilik yok.

Burada çok daha önemli olan nokta, ikincisi bence; İran krizi, Ahmedinecat'ın söyledikleri ile hiçbir bağlantı taşımıyor. Kayıtlara bakarsınız, nasıl Irak'ın istilası Mart 2003'ün 17 ay öncesinden, belki de daha öncesinden planlanmışsa, İran ile ilgili ABD'nin tutumu da belki 2 sene önce belirlenmişti. Dolayısıyla, bunların arasında hiçbir bağlantı yok. İran'ın rejimini beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz, ama nükleer silahların yayılmasını önleme anlaşmasının taraflarından biri İran, yani uluslararası antlaşmayı imzalamış ve onaylamış bir ülke. Oysa, bu antlaşmayı, en azından kendisi açısından yürürlükten kaldırmak isteyen de ABD. Bush yönetimi, "bu antlaşma bizi bağlamaz!" dedi. Uluslararası hukukta böyle bir lâf kabul edilemez. İran'ın nükleer silah yapmak gibi bir niyeti var mıdır, yok mudur, bunu bilemem. Ama çok tehdit altındalar bölgede, dolayısıyla, yapmak da isteyebilirler. Ama, sivil enerji amacıyla uranyum zenginleştirme hakkı, uluslararası antlaşmadan doğan bir hak olarak, 1970'te yürürlüğe giren NPT antlaşmasına göre İran'ın egemen bir devlet olarak hakkıdır ve hiçbir kuvvet bu hakkını elinden alamaz. Zaten İran da bunu söylüyor…

Şalom : Konuşmanızdan anlaşılan şu; "Teröristleri sakın kızdırmayın fena yaparlar." Terörün hedefi olan ülkeler hep demokratik ülkeler oluyor. Vietnam'da, Çin'de veya Küba'da bir terör eğilimi olduğunu görmedim. İşi sıkı tutan Çin gibi bir ülkede terör yok. Demek oluyor ki, demokratik ülkeler teröre muhatap oluyor, ya da Rusya gibi demokratikleşmeye çalışan ülkeler…  Dolayısı ile yaptığınız değerlendirmeye katılmıyorum… 

ÖM : Burada ufak bir düzeltme yapayım. Ben "teröristleri kızdırmayın" diye bir şey söylemedim. Bunu düzeltmek isterim. "Teröre yol açan olayları, şartları anlamak zorundayız" dedim. Bu ikisi çok farklı şeyler.  

Şalom : Yani, "teröristlerin mazeretlerini ortadan kaldırmak gerek" diyorsunuz. Peki nasıl kalkacak bu ortadan ?

ÖM: Onu da düzeltmem gerek, "nasıl?" sorusuna da cevap vermeye çalışayım. Terör ortamına yol açan mağduriyetleri anlamak zorundayız. 11 Eylül bir terör eylemiydi. Buna karşı iki şey yapılabilirdi. Ya, "neden oldu?" sorusu sorulabilirdi, ya da "teröristleri gördüğümüz yerde vuralım" denilebilirdi. İkinci yol seçildi ve bugünkü durum ortaya çıktı. CIA diyor ki, "biz anlamazsak ve sadece vurursak, her yerde terör artar" diyor ve öyle de oldu. Her yerde de böyle olmuştur. Büyük bir ekonomik adaletsizlik var, neo-kolonyal baskılar oluyor dünyada, serbest ticaret adına büyük adaletsizliklere yol açılıyor. Şimdi biz, "globalizm ve serbest piyasa ekonomisi böyle emrediyor" dersek,  sonucu da böyle olur işte. Bir de, büyük bir aşağılama var: yalnız Müslümanlara değil, bütün üçüncü dünya ülkelerine karşı. Bu aşağılanmayı kabul edersek yanlış yaparız. ABD bunu anlamadığı için terör arttı. Bali'de, Karaçi'de, İstanbul'da, Madrid'de, Londra'da vb. bunları yaşadık…

Şalom : "İran'ın, daha doğrusu Ahmedinecat'ın beyanı ilk değil" dediniz. Bu daha kötü, yani bu söylem bir devlet politikası demek. Bu sizce de daha kötü bir durumu göstermez mi ?

ÖM: Olabilir, daha kötü bir durumu gösterebilir. Ancak, bunun nükleer tehdit ile bir ilgisi yok.

Şalom: İran uranyum zenginleştirme işini yaparken teknolojiyi bir yerlerden aldı. Bu devletlerin arasında Rusya da var. Rusya bu durumdan kendini bir miktar sorumlu tuttu ve uranyum zenginleştirme işleminin kendi topraklarında yapmasını teklif etti İran'a. Daha sonra, muhtelif ihtiyaçları için zenginleştirilmiş uranyumu alabilecekti Rusya'dan. Ancak İran bunu kabul etmedi. Demokratik olmayan ülkelerin elinde olan nükleer silahların demokratik olan ülkelerin elinde olan nükleer silahlara göre daha tehlikeli olduğunu düşünüyorum. İran demokratik bir ülke değil. İran'da görülen nükleer faaliyet, ihtiyacı olan elektrik kapasitesinin çok üstünde bir sonuç verecek gibi.

ÖM: Dünyada sadece demokrasilerde oluyor terör demiştiniz. Ama Çin'de de terör var. Orada devlet terörü var. Sudan'a, Nijerya'ya bakmak gerek. İsterseniz Afrika'yı bir kenara koyalım. Bu anlamda İran'da devlet terörü yok. Ayrıca, İran'ın Rusya topraklarında uranyum zenginleştirme yapma zorunluluğu, uluslararası hukuk açısından yok.

Şalom: Terörü insanların uğramış olduğu mağduriyete bağladınız ve bunun çözümlenmesi gerektiğini söylediniz. Ancak terörün temelinde yalnız ekonomik ve politik mağduriyetler yok, bir de önyargılar var. İnsanlar koşullanma ile birilerini düşman görüp onlara karşı çıkıyorlar. Bizim cemaatimizin bazı üyeleri sırf Yahudi oldukları için öldürüldüler. Bu böyle oldu çünkü bunların kafalarına bir takım önyargılar ekilmişti. Burada medyanın da biraz sorumluluğu var. Önyargı teröre yol açabiliyor kanısındayım. Yasef Yahya adlı bir arkadaşımız vardı, ve bu arkadaşımız yalnızca Yahudi olduğu için öldürüldü. Katil bunu bir önyargı ile yapmış. Burada medyanın bir sorumluluğu vardır, bunu söylemek istiyorum. 

ÖM: "Önyargı" dediğinizde haklısınız elbette. Elbette medyanın da sorumluluğu var. Ama, başka bir şey daha var; şunu anlatmakta zorluk çekiyorum: Şiddet dediğimiz olay, önyargılara dayanan feci bir şey. Ama terörün kökünü anlamaya çalışmadığımız sürece buna karşı başarılı olamayız. "Teröristler iyidir" dediğimi düşünmüyorsunuz umarım! Hele, "Açık Radyo bu gibi önyargılara yol açtı" derseniz, bir hayli üzülürüm, beni dinlemediğiniz ortaya çıkar. "Cihadî" dediğimiz adamlar azılı terör yapıyor!  Ama, niye ortaya çıkıyorlar bunları neden yapıyorlar, bunu anlamazsanız, ve sadece güvenlik tedbirleri alarak terörle mücadele edeceğinizi, kökünü kazıyacağını sanırsanız, yanılırsınız. "Teröre karşı savaş!", bu yeni bir hikâye değil. 25 yıl öncesine gidin bakın: Reagan'ın tüm konuşmalarında bu var. Kelimesi kelimesine bu lâfları kullanıyordu. Gördüğünüz gibi, çeyrek yüzyılda fazla bir şey değişmedi, üstelik bu durum giderek kötüleşiyor!

Şalom : Amerika şu anda dünyaya egemen bir ülke konumunda. Ancak tarihte her zaman egemen ülkeler olmuştur. Bu bin yıl önce, hatta ondan da önce böyleydi.

ÖM: Buna çeşitli açılardan bakılabilir. A.B.D.'nin konumu özellikle 2. Dünya Savaşı'ndan sonra gayet net. Bütün belgeleri de görülebilen, belki de dünyadaki tek ülke, en açık toplum olduğu için, bunu söylemek mümkün. Burada her şeyi görüyorsunuz. 60 yıllık bir planlamaya ulaşabiliyorsunuz. Daha savaş bitmeden önce stratejik plan yapanlar, örneğin George Kennan gibi çok uzak görüşlü planlayıcılar, enerji yollarına dikkat çekmişlerdi, petrol gibi. Neden? Çünkü bir yanda Avrupa var, bir yanda Asya ülkeleri.

Bunları kontrol edecek esas güç petrol. Petrol bir araçtır, bunu da kendi planlarına koydular. "ABD'nin eli petrol vanasının üzerinde olmalıdır ki, dünya yönetiminde her zaman 'veto' hakkı olabilsin." Böyle diyordu Kennan gibi plancılar. Bunun sonucu olarak olayları yorumlamak gerekiyor. Bu dünya hegemonyası meselesidir. Daha önce Roma İmparatorluğu döneminde de bu böyle oldu. "ABD bir imparatorluktur" demek istemiyorum mutlaka, ama belki de öyledir. ABD, Ortadoğu petrolünü stratejik silah olarak kullanma ve dünyayı yönetme anlamında çok başarılı oldu.

Ancak ABD'nin uluslararası hukuka, uluslararası insan hakları hukukuna aykırı hareketlerine de karşı çıkmak zorundayız. İsrail için de aynı şey söz konusu. Hukuk İsrail'in yaptığını işgal olarak tanımlıyor ve "1967 öncesi sınırlarına çekilmesi gerekir" diyor. Ayrıca Duvar İsrail sınırları içinde olsaydı güvenliğe ve hukuka pekâlâ uygun bir durum olurdu. Ancak Duvar Filistin tarafında yapılıyor. İşgal altındaki topraklara bir milim bile kayarsanız bu hukuka aykırı bir durumu ifade eder ve karşı çıkılması gerekir. Zaten Lahey Uluslararası Adalet Divanı da,  İsrail Yüksek Mahkemesi de Duvar'ı illegal sayan kararlar aldı.

Şalom: Sizce antisemitizm ile anti İsrail arasındaki çizgi nerede ?

ÖM: Şimdi söyleyeceğim sizi biraz üzecek belki, ama bu konu beni zerrece ilgilendirmiyor. Benim ilgi alanım çok daha farklı. İdeolojik tavırlarla, kavram kargaşaları ile, sıcak meselelerle bir ilgim yok. Ben Türkiye'deki şeriat meselesi ile Kürt meselesi ile de o kadar ilgilenmiyorum. Ben insanlık genel olarak nereye gidiyor, nereye götürülmeye çalışılıyor, ona bakmaya çalışıyorum.

Şalom : Türkiye'de basında her gün yetmiş kadar yazı İsrail ile başlıyor ve Yahudi ile bitiyor. Bu da bir kamuoyu oluşturuyor. Siz Açık Radyo'daki programınızda İsrail'in hukuk dışı davranışlarını eleştirdiğiniz gibi, antisemitizime yol açan adaletsizlikleri de dile getiriyor musunuz? Ya da getirmeyi düşünüyor musunuz? Bunu düşünmüyorsanız, niye düşünmüyorsunuz ?

ÖM: Açık Gazete programı için konuşacak olursam, İsrail konusuna da, genelde Ortadoğu konusuna da, her konuda olduğu gibi, olgusal (factual) olarak bakmaya çalışıyorum. Yani İsrail meselesini ele aldığımız her zaman, uluslararası metinler ve kararlara dayanarak hareket ediyorum. İdeolojik şeylerle ilgilenecek vaktimiz yok. Buna başladığımız zaman sonu gelmeyecektir çünkü.

Şalom: Peki bunu bir de böyle araştırmak ve ortaya koymak bir aydın için doğru olmaz mı?

ÖM : Olabilir, ama ben aydın değilim. Ben kendimi hiçbir zaman böyle görmedim. Biz, Açık Radyo'da birer yayıncı olarak, sadece haber vermek ve analiz yapmak istiyoruz. Örneğin Holokost'la ilgili bin bir türlü şey söylenebilir. Ancak Holokost'un endüstriye dönüştürülmüş şeklini dikkate almıyoruz. Naziler ve yaptıkları korkunçluklar konusunda bizim kadar yayın yapmış başka bir yayın organı yoktur herhalde, Türkiye'de.

Çok kuvvetli bir anti faşist ve anti Nazi olduğumuzu rahatlıkla söyleyebilirim ve bunu yayın kayıtlarından da bulmak her an mümkündür. Ancak olayların manipülatif tarafına da hiç yer vermemeye çalışıyoruz.

 

Şalom : Bütün bunları bir tarafa koyalım ve Türkiye'deki nefreti ele alalım. Siz Açık Radyo bir yana, üniversitede ders veriyorsunuz ve öğrenci yetiştiriyorsunuz. Genel anlamda nefrete de karşısınız herhalde. Bazı gazeteler yıllardan beri nefret söylemini yayıyor. Yalnız Yahudilere karşı değil, ataları dönme olan Türkiye Cumhuriyeti'nin İslam vatandaşlarına da karşı yazıyorlar. Bunları görmemek mümkün mü ?

ÖM: