No. 499 - Bir Kolaj Denemesi: Nereye?

-
Aa
+
a
a
a

Ey okur, sadece 22 – 25 Nisan tarihleri arasında yayımlanan Milliyet, Sabah, Akşam, Radikal, Yeni Şafak, Zaman gazeteleri ve Radikal 2 Eki'nde, Türkiye'nin önde gelen gazeteci ve yazarlarından bazılarının kalemlerinden çıkmış 8 yazıdan yapılmış alıntılardan oluşan bir "kolaj - tefrika" okuyacaksın bu sefer, durumu değerlendirip anlayabilmek için... 

 

*** 

Çetin Altan yazıyor:

 

"Petrolün varilinin 80 dolara doğru tırmandığı bir sırada, 240 bin kişilik askeri bir kuvvet, hava desteğiyle birlikte güneydoğu sınırlarına doğru mobilize olmuş durumda... Gerek Güneri Cıvaoğlu'nun [...] yazısı, gerek eski bir uzmanın SKY-Türk'teki değerlendirmeleri; böylesi büyük bir gücün, salt şiddet eylemlerini durdurmak için hareketlenmeyeceğine çekiyordu dikkati. [...]

 

Topları, tankları, piyadeleri ve lojistik donanımıyla, 240 bin kişilik askeri bir gücün, güneydoğu sınırlarına doğru kaydırılmasının gerçek amacını bilmiyoruz...

75 milyon insanın hayatını ve belki de geleceğini, derinden etkileyecek bir olay bu...

Önümüzdeki yılın 22 Nisan'ına kadar kim bilir neler yaşanacak, neler olup bitecek?

Dileriz, koskoca bir ülkenin tüm dokularıyla oksijenini etkileyecek kararlar, maskeli bir kurnazlıktan çok, saydam bir akılla birleşerek iliklemektedir düğmelerini... "

 

(Çetin Altan, "Kurnazlıkla Aklın Hızlanan Düellosu", Milliyet, 22 Nisan 2006)

 

* * *

Mehmet Altan yazıyor:

 

"Aslında bu kadar kaba saba, ilkel bir baskı ile ortaya çıkan tablo karşısında, yazı fazla zarif kalıyor. Şemdinli'de güpegündüz bomba atanların yakalandığı andaki görüntülerden birini "yorumsuz" olarak büyütüp koymak gerek.

 

Bu tür o kadar sahne gördük ki, hepsi örtüldü... Belli ki, gözlerimizin önünde cereyan eden Şemdinli olayı da Susurluk gibi kapatılacak. Meslekten atılmaya çalışılan savcının iddianamesinde öne sürülenlerin üstü örtülecek. Bomba atanları oraya kim gönderdi? Ast-üst ilişkisinde bu kimin sorumluluğuna girer? Bu sorular cevaplanmayacak. Tüm bunlar "nasıl olsa unutulur", "unutmazlarsa zorla unuttururuz" refleksine tâbi kılınacak. Ama 'ya savcı haklıysa' sorusu hep zihinlerde canlı kalacak. [...]

 

Hepimiz için yazılan onca tutarsız iddianame hiçbir ceza almaz iken, söz konusu asker olunca gösterilen tepki de rejimin niteliğini ortaya koyan son belge olarak tarihe geçecek.

AB müzakere sürecine girmiş bir ülkede, iddianamenin mahkemede çürütülmesi gerekmez miydi? Sivil olanlar için böyle olmuyor mu? Asker olunca neden farklı olsun? Galiba temel soru da bu. Asker olunca neden farklı? Hani Anayasa'ya göre herkes eşitti? HSYK'ya Adalet Bakanı katılmamış. AB üyeliği için çabalayan bir hükümetin üstelik de "Adalet'ten Sorumlu" üyesi toplantıya katılsaydı, bir AB ülkesinde rastlanmayacak böyle bir skandal karşısında ne yapardı? Hukuku mu savunurdu, güç dengesini mi gözetirdi? Evrensel hukuku içselleştirmek yerine kentlere karşı taşranın Haçlı Seferleri'ni yürütür gibi eşi başörtülü olmayanı yok sayan bir anlayış peşinde koşturdukları için iktidarlarında mahkemece benimsenen iddianame nedeniyle savcı ihraç ediliyor, bakan ağırlığını koymuyor.

Geçen hafta söylediğim gibi, yaşama "temel hak ve özgürlükler" üzerinden bakmak yerine "türban" üzerinden bakmanın AK Parti'yi getirdiği nokta bu işte. Benim anlamadığım şey "askeri cumhuriyet" olmamıza rağmen neden yalan söylendiği? Devlet doğrudan ve dürüstçe "Biz askeri bir cumhuriyetiz" desin, bizler de yorulmayalım. Bunu inkâr edip, fiilen buna uygun yaşanınca, garip bir durum ortaya çıkıyor. Biz de "demokratik hukuk devletinin" bu olmadığını anlatmakla ömür tüketiyoruz.

 

Bence 'bombacıları' da savcı yapalım. İki yüzlülükten iyice kurtulalım."

(Mehmet Altan, "Bomba Atanları Savcı Yapın", Sabah, 22 Nisan 2006)

 

* * *

Ergun Babahan yazıyor:

 

"Bugün 23 Nisan. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Egemenliğin kayıtsız, şartsız ulusa ait olduğunu vurgulayan bir günü, ulusun egemenliğinin gölgelendiği bir ortamda kutluyoruz.

Ulus egemenliği yine emir komuta zincirine bağlanıyor çünkü. Şemdinli Savcısı kararı, Susurluk'ta olduğu gibi, bir takım karanlık ilişkilerin üstünün örtülmesi, egemen olduğu söylenen ulusun, ülkesinde olup bitenleri öğrenmesinin engellenmesi anlamına geliyor.

 

Akşam Gazetesi'nde Şakir Süter'in kaleme aldığı iddialar [Şakir Süter, 'Şifahi Muhtıra', 22 Nisan 2006] doğruysa, karar Genelkurmay'ın doğrudan talebiyle alınıyor.

Avrupa standartları diyerek çıktığımız yolda yine kişi hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasını, sivil yönetime militarist baskı iddialarını tartışıyoruz. [...]

 

Siyasi iktidar yürek ve direnç ister.

 

İlk gerilimde, ilk yüksek tansiyonda, temsil ettiği demokratik değerleri bir kenara atan, kendine vazgeçilmez hedef koyduğu Avrupa Birliği standartlarını bir kalemde silmekten çekinmeyenlerle daha çağdaş, daha demokratik bir Türkiye'ye ulaşmak hayaldir.

İktidar, bu güven vermeyen, sivil, demokratik cumhuriyete sahip çıkmayan tutumuyla toplumun liberal, demokrat kesimlerinin güvenini ve desteğini yitirmiştir.

Demokratik reformlarıyla övünen bu iktidar, ilk başı sıkıştığında 'Bu özgürlükler bize lüks, hukuk reformları yüzünden terör azdı' savunmasını yapanların yanında yer almıştır.

İktidar, son dönemdeki söylem, tavır ve eylemleriyle hukuk devleti alanında elde edilen kazanımlardan çok kolay vazgeçmeye hazır olduğu mesajı vermiştir.

 

Güneydoğu'daki soruna önce 'Kürt Sorunu' adını koymuş, ardından bölge halkının tamamını terörist konumuna sokacak bir Terörle Mücadele Paketi'ne sahip çıkarak, Kürt Sorunu ile Terör Sorunu'nun iç içe geçmesine yol açacak bir gelişmeye imza atmıştır.

 

Özgürlükler Türkiye'ye bol gelmemiştir ama iktidar sorumluluğu bu hükümete açıkça bir numara büyük gelmiştir. Ulusal Egemenlik Bayramı'nız yeniden kutlu olsun."

 

(Ergun Babahan, "Ulusal Egemenlik Bayramı Kutlu Olsun!", Sabah, 23 Nisan 2006)

 

* * *

 

Yıldırım Türker yazıyor:

 

"Hayatımızın asla güldürmeyen koskoca bir şakaya dönüşmüş olmasına alışmadık mı daha? Öyleyse bugün, derin bir içtenlik, kavi bir inançla kutlamış olduğumuz Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ertesi, oturup halimize bir bakalım. [...] Yoksa bilmeyen var mı? Bu memlekette hiçbir savcı hiçbir rütbeli asker hakkında korkarak ya da korkmayarak hiçbir işlem başlatamamıştır. Başlatabileceği koşullar da işte bu son askeri darbeyle ileri bir vakte ertelenmiştir. [...]

 

Kimi yazan, işaret edeni kafayı askerle bozmuş yaftasıyla hastalıklı bir takıntıya bağlayanlar durmadan tehdit-küfür-şikâyet-ihbar faaliyetinde. Evet. Elbette. Bütün nüfusun askerleştirilmesinin dünya için, insan için, ağaçlar kuşlar için korkunç bir felaket olduğuna inanıyorum. Hayatımızı silme seferberlik olarak yaşamamız için tepemizde apolet şakırdatanlara karşı koymadığımız zaman her Türk gibi asker doğmakla kalmayıp gerçekten de asker öleceğiz. Şahadetin dışında bir onur, bayrağa sarılı tabut dışında bir ikbal düşünemeden.

 

(Yıldırım Türker, "Geriiii Marş!", Radikal, 24 Nisan 2006)

 

* * *

Ali Bayramoğlu yazıyor:

 

"Bir süreç tetiklendi. 'Süreci tetikleyen olay' Şemdinli iddianamesidir...

 

'Sürecin kısa vadeli hedefi' [...] özetle 'siyasi alanı daraltmak'tır...

 

Bu sürecin 'ilk aşaması' tamamlanmış, bir çok noktada inisiyatif üstünlüğü ve kontrol askere geçmiştir [...]

 

Bir tehdit unsuru olarak gösterilen siyasi iktidarın 'gardının düşmesi' gelişmelerin aslında en vahimidir. Dokunacak kadar yakın durdukları, uzaktan bakmayı düşünmedikleri, ne olduğu hakkında fikir yürütmekle yetindikleri nesnenin bir filin bacağı olduğundan haberdar değildir hükümet ve çevresi...

 

Van Savcısı'nın meslekten men edilmesi, bu şematik ve kaba tabloyla tam uyum içindedir...

 

Böyle bir karar, göze parmak sokarak işlem yapmanın, kabalığın, dayatmanın hem fiili hem sembolik uç noktasıdır.

 

Evet bir süreç tetiklenmiştir.

 

Bunu, 'Şemdinli süreci' olarak adlandırmak yanlış olmaz...

 

Bunu, siyasi sahayı aktörlerden ve temalardan hareketle daraltma, tehlike mantığından yola çıkarak dizayn etme operasyonu olarak da tanımlayabiliriz [...]

 

Asker, kendisine yönelik bir iddianameyi hazırlayan savcıyı görevden aldırmıştır... Daha önce aleyhine konuşan polis müdürünü aldırdığı gibi...

 

[...] Terörle Mücadele Yasası'nda değişiklik tasarısı ve bu tasarının taşıdığı farklı anlamlar (karar mekanizmasında askerin galebe çalması, toplumsal sorunların asayiş olarak tanımlanması, insan hakları ve demokrasiden verilen ciddi tavizler) bu açıdan bir dönüm noktası oluşturmaktadır.

 

Asker Güneydoğu'da bu yolla siyaset defterini tümüyle kapamış ve bu bölgenin açık siyasi yöneticisi haline gelmiştir... Buradan hareketle daha önce de olduğu gibi güvenlik arayışı ve güvenlik politikaları tüm ülkeyi kaplayabilir...

 

Bundan sonra hedef belli ki yeni kellelerdir, örneğin Başbakanlık Müsteşarı'dır. Yargıda temizlik talepleridir. Bunları sağlayacak yeni yasa değişiklikleridir...

 

Hükümete gelince...

 

Hükümet elbet bir gün fili görecek.

 

Ancak görünce kaçacak yeri kalmayacak..."

 

(Ali Bayramoğlu, "Şemdinli Süreci", Yeni Şafak, 22 Nisan 2006)

 

* * *

Tarık Ziya Ekinci yazıyor: 

"Türkiye, AB üyeliği için önemli değişiklikler yapmış olmasına karşın, hukuk devleti uygulamasında 1950'lerin gerisine düştü. Devlet adına işlendiği söylenen cinayetler soruşturulmuyor.... Çetelerin cana ve mala kasteden eylemleri örtbas ediliyor. .[...] İkili devlet yapısı tedirginlik yaratıyor. Hukukun dışında kalan ve kontrol edilemeyen derin devletin varlığı ve kamu adına yapıldığı söylenen hukuk dışı eylemler adalet duygusunu zedeliyor. Bu olaylar karşısında hükümet çaresiz ve TBMM ilgisiz.Oysa 1950'lerde bile hukuk dışı eylemler Meclis'te sorgulandı ve sorumlular adalet önüne çıkarılarak cezalandırılabildi. Örneğin, Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın 1943'te Van'ın Özalp ilçesinde rast gele toplanan 33 vatandaş için "...sorgu ve mahkeme ne oluyormuş, hepsini öldürün, diğerlerine ders olur" emrini verip infaz ettirmesi olayı 1956'da Meclis'te incelendi ve toplanan deliller adalete intikal etti. Yargılama sonunda suçu sabit görülen Muğlalı'ya verilen idam cezası, yaşlılık nedeniyle 20 yıla indirildi ve hükümlü cezaevinde öldü.

Ne var ki, Demirel'in son kez iktidara geldiği 1992'den itibaren Türkiye'de devlet adına cinayet işlemenin meşru sayıldığı bir dönem başladı. Demirel "...devletin bayrağı için savaşan insanlara 'Korkmayın, ikinci bir Muğlalı olayı yaratmayız' güvencesini verdikten sonra" Türkiye'de 'faili meçhul cinayetler!' için yol açıldı. [...] 1990'a kadar birkaç olayla sınırlı kalan faili meçhul cinayet sayısı, 1992'de âni bir sıçrama yaparak 732'ye çıkmış, 1993'te 540 olan bu sayı 1994'te aynı yönde yürüyen Çiller döneminde binleri aşıyor. 1996 sonu itibarıyla yalnız Diyarbakır DGM Başsavcılığı'na intikal eden faili meçhul dosya sayısının 11.699 olduğu belirtiliyor.

Failleri devlet tarafından korunduğu için takipsiz kalan bu cinayetlerin örtbas edildiği, Başbakan adına görevli Kutlu Savaş'ın resmi raporuyla sabittir.

 

[...] Demirel'in açtığı yolda yürüyen derin devlete bağlı çetelerin eylemleri bugün de devam ediyor. Şemdinli'de suçüstü yapılan olayların bile örtbas edilmesi isteniyor. [...] Adalet tarihinde savcıların yaptığı bir soruşturmadan ve hazırladıkları iddianamelerden dolayı suçlandıkları ve haklarında soruşturma açılarak [meslekten] ihraç kararı verildiğine ilişkin bir örnek yoktur. [...] Van Savcısı hakkında hazırladığı iddianame nedeniyle soruşturma açılarak hakkında ihraç kararı alınması açıkça yargıyı denetim altına alma ve yönlendirme anlamına gelen anayasayı ihlal suçudur.

 

[...] Genelkurmayın sayal yetkisini kullanarak suç duyurusuna konu olan askerler hakkında kovuşturma yapılmasına izin vermemekle yetinmeyip, hükümetin savcı ve arkasındaki 'çarpık zihniyet' sahipleri hakkında işlem yapmasını istemesi, siyasi iktidarı, yargı erkine müdahale etmek suretiyle, anayasa suçu işlemeye zorladı. Bir hukuk adamı olan sayın Cumhurbaşkanı'nın da anılan iddianameyi dolaylı biçimde eleştirmesi Türkiye'de hukuk devleti olgusuna ilişkin kuşkuları büsbütün artırdı.

 

[...] Yıllardan beri devam edegelen hukuk dışı bu tür uygulamaların, teşhir edilerek Türkiye'nin hukuk devleti çizgisine getirilmesi bir zorunluluk haline geldi. Ne var ki, demokratik hukuk devleti yandaşlarının dağınık ve etkisiz olmalarına karşılık, ordu üzerinden siyaset yapan demokrasi karşıtı güçler hem yaygaracı hem de etkindir. Bu nedenle Türkiye hukuksuzluğun egemen olduğu çağdışı bir ülke konumuna düşürüldü.

Türkiye'de meşruluk sorunu yaratan hukuksuzluğun son bulması, ancak, toplumun ilerici, antimilitarist ve demokratik hukuk devletinden yana tüm güçlerinin AB perspektifi içinde, ortak bir demokrasi programında bütünleşerek iktidara gelmeleriyle gerçekleşebilir."

 

(Tarık Ziya Ekinci, "Hukuk Dışılık Meşruiyet Sorunu Yaratır", Radikal İki, 23 Nisan 2006)

 

***

 

Şahin Alpay yazıyor:

 

"Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Şemdinli olayıyla ilgili iddianamesinde, sanık olmadığı halde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'la ilgili iddialara yer vererek "mesleğin şeref ve onuru" ile bağdaşmayan davranışta bulunduğu gerekçesiyle Van Savcısı Ferhat Sarıkaya'yı meslekten ihraç kararı aldı.

TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın bu kararla ilgili, 'Vicdanları yaralayan, adalet duygusunu zayıflatan... Ölçüsüz ve orantısız bir ceza.' şeklindeki sözleri, sanıyorum kamuoyundaki genel eğilimi yansıtıyor. [...]

 

Sayın Arınç şu sözlerinde de tümüyle haklı: 'Eğer Şemdinli iddianamesi hakkında Cumhurbaşkanı'nın, siyasetçilerin ve Genelkurmay Başkanı'nın yaptıkları konuşmalar sonucunda savcı meslekten ihraç edildi diye bir kanaat sokaktaki vatandaşa hakim olursa, bundan Van Cumhuriyet Savcısı kadar yargı da büyük ve ağır bir darbe almış olur.'

Şemdinli davası gibi, Terörle Mücadele Kanunu'nda yapılması tasarlanan değişiklikler de Türkiye'de hukuk devleti için yeni bir sınav. PKK terörünün yeniden azdığı bir ortamda terörle mücadeleyi etkinleştirecek önlemler gerekli olabilir. Ama terör suçunun "gasp, kapkaç, fuhuş, uyuşturucu kaçakçılığı, çocukların cinsel istismarı, çevrenin kasten kirletilmesi, insan ticareti, ihaleye fesat karıştırma, kasten orman yakma, izinsiz araştırma, kazı ve sondaj yapılması ve yurtdışına çıkarma" suçlarını da kapsayacak şekilde genişletilmesinin terörle mücadele adı altında polis-jandarma devletine giden yolu ağzına kadar açması tehlikesi vardır.

 

[...] TMK tasarısıyla getirilmek istenen 'terör' tanımının, bırakın AB'nin Kopenhag Siyasi Kriterleri'ni ve AİHM kararlarını, BM İnsan Hakları Komisyonu önünde dahi kabul edilmez bulunacağı şimdiden belli. Son gelişmelerin uyandırdığı esas kaygı ise hükümetin aksine bütün beyanlarına rağmen, Türkiye'nin 2001-2004 yılında gerçekleştirdiği 'sessiz devrim'den, demokratikleşme ve sivilleşme reformlarından adım adım geriye gidilecek bir yola çıkıyor olması."

 

(Şahin Alpay, " 'Sessiz Devrim'den Dönüş mü?", Zaman, 25 Nisan 2006)

 

***

 

Başlıktaki sorunun cevabına daha yakın hissediyor musun kendini şimdi, ey okur?