Neptün'den Gezegenimize Dönüş Başladı

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra’nın, Birgün gazetesi tarafından kendisine yöneltilen, “Irak harekâtının nedenleri ve  sonuçları" hakkındaki soruya cevaben yaptığı genel değerlendirme: 

 

Dünyayı izlemek, amatör ya da profesyonel bir “merak” konusu olmanın çok ötesinde, demokrasi “sorunsalı” açısından hayati bir önem taşıyor bence. “Dünya nereye gidiyor?” sorusu, hem tek tek bireyler olarak, hem birey grupları olarak, hem de –belki– toplumlar olarak, her güne başlarken yeniden sormamız gereken en önemli soru gibi görünüyor. Çünkü, dünyanın nereye gitmesini istediğimizle ilgili bir soru bu. Bizim temel tercihimize, seçimimize ilişkin bir soru.

 

Demokrasi ise, her şeyden önce bir seçim meselesi. Kaderimizi biz kendimiz seçeceğiz ya da seçtiğimiz insanları ve organları denetleyeceğiz, onlardan sürekli  hesap soracağız demektir. Yoksa, kaderimizi rızamız dışında başkalarının belirlemesine izin vermiş oluruz. Daha doğrusu, pek çok örnekte görüldüğü gibi, veriyoruz bu izni. Ama bu, demokrasinin de bizim de sonumuzu kolaylıkla getirebilir. Medyanın hayati önemi de tastamam buradan kaynaklanıyor. Hem bilgi edinme hakkımızı kullanabilmek, hem de başkalarının, yani kuvvet ve servet odaklarının kendi çıkarlarını bize rağmen, bizim “rızamızı imal ederek” kovalamalarını önlemek için. Önlemek için uğraşmak zorundayız. Çünkü bu odakların çıkarları bir büyük ülkenin çıkarlarıyla birleşip büyük bir hegemonya tehlikesini getirebiliyor. Bu hegemonyanın bilinen medeniyetimizin sonunu getirmesi hiç de akla uzak bir ihtimal değil.

 

Sizin çok nazik bir şekilde “harekât” diye adlandırdığınız Irak’ın istilası ve işgali, dünyanın en büyük gücünün askeri ve endüstriyel kompleksinin dünyada hegemonya kurma girişiminin önemli bir parçası. İnsan olarak, ülke olarak, bölge olarak başımız büyük belada aslında. Ne olur abarttığımı sanmayın. Bu meseleyi büyük bir dikkatle takip edip işgale var gücümüzle karşı durmaya çalışmazsak, bunun düşünülemeyecek kadar korkunç sonuçlarına da katlanmayı hak etmiş oluruz dersem, sanırım çok da haksız bir yargıda bulunmuş olmam. Irak istila ve işgalinin nedenleri konusunda fazla konuşacak bir şey yok doğrusu. Irak’ın zalim bir diktatörü olduğunu hepimiz biliyorduk. Ondan hoşlanan, hatta ondan tiksinmeyen pek fazla insan da yoktu aramızda. Ama, gayet iyi biliyorduk ki, Amerikan halkının bir bölümü dışında ondan korkan da yoktu. Çünkü, gene ABD halkının bir bölümü dışında, onun komşularına ve hatta bütün dünyaya korku saçacak atom bombaları, şarbon mikrobu bombaları, zehirli gaz stokları olmadığını bilmeyen de yoktu dünyada.

 

Bununla birlikte, Colin Powell gibi, askerlik tecrübesine ve kişiliğine genelde belli bir ölçüde saygı duyulan bir siyaset adamı bile, dünyanın barış ve güvenliği korumakla görevlendirdiği başlıca uluslararası örgütün merkezinde bütün dünyanın gözünün içine baka baka bir “powellpoint” gösterisi yapıp hiçbir şey görünmeyen saydamlarla, hiçbir şey duyulmayan ses bantlarıyla “çocukça” yalanlar atınca her şey bir daha kafamıza yıkıldı. Koskoca Powell’ın saygınlığı ve haysiyeti en yakın çalışma arkadaşlarının gözünde bile sıfıra indi; koskoca BM “çocuk oyuncağı”na döndü, zavallının zavallısı bir konuma indirgendi... Aslında, konu Powell değildi. Bush, ABD, BM filan da değildi. Konu bizdik.En kötüsü, bizler, yani dünya insanları da kendimize biçtiğimiz değer her ne ise işte, onu kaybettik. Bayağı rezil olduk – kendi gözümüzde bile.

 

Bütün bu, olmayan kitle imha silahları, Saddam’la 11 Eylül ve El Kaide terörü arasındaki, olmayan bağlantılar; Irak’a demokrasi ve özgürlük getirme konusundaki olmayan arzular... Bunlara yalan demek bile fuzuli. Bunların gerçeklikle hiçbir ilgisi bulunmadığını hepimiz, bugün çoktan kanıtlanmış olmadan çok önce, daha ilk söylendiği andan beri biliyorduk. Ama, “güçlüdür, haklıdır” doktrini yüz yıllar, bin yılar boyunca hepimizin beyinlerine, hatta genlerine işlemiş olduğundan olsa gerek, çoğumuz bu büyük tehlikeyi görmesine rağmen, “ihtiyatlı” davranmayı seçti: Hegemonyayı (yani dünya hakimiyeti planlarını) pas geçti,  petrol meselesini (yani bu vahşi işgalin altında yatan temel nedenlerden biri olduğuna pek şüphe olmayan saiki, dünyanın ikinci en büyük petrol rezervlerinin sınırsız tüketim taleplerinin hizmetinde sürekli denetim altında tutulması saikini) es geçti. Sonuçta, – hani unutmasak bile – üstü kapalı geçiştirmeyi tercih ettik çoğunlukla. Tabii dünya basınının muhteşem propaganda hizmetinin buradaki rolü de hiç azımsanamaz: Acımasız gerçeklikten kaçmak için bulunmaz nimetti o da. Uyuşturucu bağımlığından da daha az zararlı görünen bir kaçış yoluydu. Ama, nereye kadar kaçabiliriz ki?

 

Irak’ın istilası ve işgali, dünyanın vicdanlı ve akıllı insanlarının en baştan söylediği sonuçlara yol açtı. Zaten ABD ve İngiltere’nin dayattığı korkunç BM ambargosu yüzünden bir tür jenoside uğramış, dünyanın en zayıf ülkelerinden biri haline gelmiş olan Irak toplumu, işgalle birlikte darmadağın, hatta “berhava” oldu. Üstünde varolduğu binlerce yıllık kültür mirası, yeryüzünün en eski medeniyet mirası yağmalandı, Ur Krallığının kalıntıları üstünde Burger krallığının binaları yükseldi. Ülkenin doktorları, öğretmenleri, akademik insanları, erkekleri, kadınları ve çocukları öldürüldü, işsiz, okulsuz, elektriksiz, benzinsiz, susuz, evsiz, şehirsiz, güvenliksiz kaldı... Tek bir ay içinde tek bir şehrin, Bağdat’ın morgunda çoğu tanınmaz hale getirilmiş 1100’ün üzerinde ceset sayılabiliyor! İşgalden önce tek bir intihar suikastine rastlanmamış olan bu komşumuz şimdi intihar bombacılarının dünyadaki bir numaralı merkezi oldu. Bundan aylarca önce, ülkedeki sivil ölüm sayısını en az yüz bin olarak hesaplayan Lancet dergisi raporunun her geçen gün biraz daha gerçeklendiğini görüyoruz.

 

Öte yandan, Moğol, Osmanlı, İngiliz, vb. güçleri tarafından bin bir işgal görmüş bu ülke, belki de tarihinde ilk kez bir iç savaş tehlikesiyle burun buruna. Ülke üçe bölünebilir: Bir kısmı teokratik ağırlıklı, insanlarının yarısını, yani kadınlarını hak ve hukuktan yoksun bırakan bir rejimle yönetilmeye başlayabilir. Bir kısmı, yabancı işgal güçlerinin büyük desteğiyle sağlandığı için dünya kamu vicdanında hiçbir zaman tam kabul görmesine imkân bulunmayan ve bu yüzden meşruiyeti her zaman tartışma konusunu olacak petrole bulanmış bir bağımsızlığın ağır yükünü taşımakta ömür boyu zorlanabilir. Bir kısmı ise kendi ülkesinde sürekli ikinci sınıf, aşağılanan bir konumda hiç bitmeyecek bir şiddet girdabı içinde yuvarlanarak yaşamaya mahkûm kalabilir. Daha beteri de, Türkiye ve diğer komşuları ile birlikte bütün bölgenin “Büyük Ortadoğu İstikrarsızlık ve Çatışma Projesi”ne dönüşmesi ihtimalinin hızlanarak gündemimize girmesi... Soruya dönersek, “Irak Harekatı’nın Hedefleri” eğer bunlar idiyse, hedefi “12’den vurduğunu” söyleyebiliriz.

 

Bütün bu iç sıkıntısı arasında ortaya çıkan iyi haber şu:

 

 Amerikan halkı, yeryüzünün en etkili propaganda roketi ile zorla gönderildiği Neptün gezegeninden gezegenimize geri dönme yolunda. Kendi adına yürütülen bu olağanüstü hegemonya harekâtını tersyüz edebilecek, bu büyük yıkım ve felaketin nihayet önünde durabilecek en önemli, öncelikli ve “olmazsa olmaz” güç de o.
Washington DC'de savaş savaş karşıtı gösteri 

 

(Söylemeye bile gerek yok, elbette gezegenin geri kalanındaki barış ve adalet yanlılarının desteği ile...) Dünyaya dönüşün önemli belirtileri iyiden iyiye görünür oldu: annelerden gelen dip dalgasına bir göz atmak yeter...

 

1 Eylül Barış günü, anlamını, dünyada faşizme karşı topyekûn verilen ve kazanılan büyük savaştan alıyor. Ama, o savaşı, birleşmiş olan milletler Birleşmiş Milletler adı altında örgütlenerek kazanmıştı. Şimdilerde bu unutuldu. Birleşmiş Milletler’in, kendisi de temsil ettiği tüm uluslararası hukuk ve adalet değerlerini büyük ölçüde yitiren, ABD ve İngiltere gibi güçlülerin oyuncağı olarak boş bir kabuk halini aldığı unutulmamalı. Dünyanın vicdanlı ve iyi insanları, barış hareketinin yorulmaz elemanları olarak, bu boş kabuğun içine de yeniden hayat üflemek durumunda. Vakitleri kalırsa, bunu yapacaklar da...

 

28 Ağustos 2005 tarihinde Birgün gazetesinin Pazar ekinde yayımlanmıştır.