Mesajı Doğru ve Etkili Biçimde Aktarmanın Önemi

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: İki konuğumuz var, programcımız ve Greenpeace Akdeniz'den Melda Keskin ve kurduğu Sinop Bizim web sitesi çevresinde oluşan bir hareketle Sinop’ta nükleer santral yapımına karşı çıkan aktivist Oya Koca. Hoşgeldiniz. 25 Eylül'de Çek Cumhuriyeti’nde, Prag'da Heinrich Böll Vakfı tarafından düzenlenen bir toplantıya katıldınız. Toplantı, günümüzün can alıcı konularından bir tanesine odaklanıyordu; yani küresel iklim değişikliği tehdidi ile ilgili bilginin kamuoyuna ya da politik karar alıcılara doğru ve etkili bir şekilde  iletilmesi. Anladığım kadarıyla konu buydu.

 

Melda Keskin: Hoşbulduk. Toplantının başlığı “IPPCC’den Sonra İklim Bilmi İetişimi” idi.  Bu konuda soruların ve önerilerin yer aldığı bir toplantı oldu. Aslında toplantı bilim insanlarının kendi aralarında, küçük kapalı bir grup olarak düzenlenmişti, İstanbul’daki Heinrich Böll Vakfı temsilcileri de Oya’yı ve beni oraya bir çeşit gözlemci olarak gönderdiler. Biz toplantıyı izledik ve sadece bir kaç soru sormak üzere orada bulunduk. Bilim insanlarının kendi laboratuarlarında kendi odalarında büyük bilimsel çalışmaları yapıp sunmalarının yeterli olmadığına kanaat etmiş birileri. Bunların bir iletişim stratejisi olması gerektiğini görmüşler ve bu ihtiyaç doğrultusunda, özellikle Doğu Avrupalı bilim insanlarının bunu fark etmesini sağlamak için ve kendi meslektaşlarının deneyimleriyle daha zenginleşmeleri için böyle bir toplantı düzenlenmişler.

 

Oya Koca: Bunun zamanlaması şu açıdan önemliydi; IPCC, yani Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli raporunun 2007 sonrasında çıkması bekleniyor. Bu toplantıya katılan bilim insanları arasında bu raporun yazımına doğrudan katkısı bulunan kişiler vardı. Hollanda’dan, Almanya’dan, enerji, atmosfer, bilim, biyoloji konularında uzman profesörler vardı. Örneğin, toplantıya Almanya’dan katılan Dr. Ottmar Edenhofer IPPC raporunun birinci ve on birinci bölümlerinin yazılmasında önemli katkısı olan bir bilim insanıydı. Bu toplantının amacı, 2007 sonunda çıkacak raporun öncesinde, “bilim camiasından kamuoyuna bilgilerin doğru olarak aktarılması konusunda neleri iyileştirebiliriz?” diye kadar kafa yormaktı. Özellikle Doğu Avrupa kısmında, yani Batı'ya nazaran bu konuda biraz aksamalar olduğu bize gönderilen program ön bilgisinde de iletilmişti. Bu toplantıdan bir gün önce BM’de büyük 150 ülke liderinin katıldığı bir toplantı yapıldı. Çek Cumhurbaşkanı’nın orada bir toplantıda yaptığı konuşma metnini gördüğümüzde neden bahsedildiğini çok iyi anladık.

 

Avi Haligua: Ne diyordu Çek Cumhurbaşkanı?

 

OK: Daha önce söylediklerine göre BM’de verdiği bu konuşma oldukça ‘yumuşatılmış’, çünkü kendisi iklim değişiminin bir mit olduğunu ifade etmiş.

 

MK: “Yok böyle bir şey” demiş.

 

OK: “BM’deki iklim paneliyle farklı görüşleri söyleyecek birileri daha olsun” diye, tartışmayı kızıştıracak önerilerden bulunmuş.

 

ÖM: Bu son derece tayin edici bir konu. Örneğin NASA’dan James Hansen,  ta 1981’de, “küresel ısınma vardır ve insan kaynaklıdır” diyordu, 27 yıl sonra, “tedbir almazsak 10 yılımız kaldı” diyor. Onun da en büyük şikâyeti, bilim camiasının kendini yeterince duyuramaması. “Fazla konuşurlarsa, hükümetler fonları keser diye korkudan doğru dürüst söyleyemiyorlar” diye kendi kendilerini de eleştiren bir çok konuşma yaptı. İnsanları, özellikle genç kuşağı yeni kömür termik santraller konusunda karşı çıkmaya, sivil itaatsizliğe çağıran Al Gore da buna katıldı.

 

AH: Gençleri santrallerin önüne yatmaya çağırıyor, daha doğrusu niye yatmadıklarını anlayamadığını söylüyor.

 

MK: Anlamamasının sebebi tartışıldı zaten orada. O anlamıyor, çünkü aslında tek yönlü bir bilgi verme, bilgi bombardımanına tutma eğilimi içinde insanlar. Halbuki iletişimle bilgi vermek arasında fark var, yani 'enformasyon' ile 'komünikasyon' arasındaki fark vurgulandı. Sonuçta soru sormak, bilgi almak, hedef kitleyi çeşitlendirmek gerekiyor. Yani “benim söylediğim doğrudur, herkes de bunu anlamalıdır” kibrinden ya da yanılsamasından uzaklaşılması gerektiğini anladık hep beraber orada. Değişik hedef kitlelere değişik elçiler göndermek gerektiğini. Kimisi Al Gore’u itici bulabilir ve onu dinlemez, sırf kendi hayatında onun taşıdığı anlam yüzünden. Onun için küçük topluluklar bazında, doğru elçileri seçerek, bilimsel bilgiyi her topluluğa en çok motive olacağı biçimde sunarak dağıtmanın önemi ve ancak o zaman insanları aktivist haline getirebileceğimiz üzerinde konuştuk. Kamuoyu araştırması sonuçları bilimsel araştırmaların yanı sıra, artık insanların iklim değişikliğinden bahsettiklerini gösteriyor. Sizler de sürekli Açık Gazete’de söylüyorsunuz, fakat bir de şunu sormak lazım, bu konu insanların hayatında kaçıncı öncelikte? Yani 16. öncelikse, istediği kadar konuşsun bu konuyu, zaten o küçücük oranın içine hapsolmuştur. Bu onu aktivist yapmaz, yani sokağa çıkarmaz. Toplantıda bir çok sunum vardı, “eğer etkin, etkili bir iletişim istiyorsak öncelikle davranış değiştirici veya politika değiştirici, insanların motive olacağı bir biçim, bir tarz kullanmamız lazım ve insanları yükseltmemiz, yani enerji vermemiz lazım onlara” denildi. İkincisi de engellerin ne olduğunu anlayıp, yani o insanın zihindeki engellerin ne olduğunu anlayıp, onları etkisizleştirecek ikinci bir iletişim stratejisine ihtiyaç var.

 

AH: Peki bu raporları, mesela IPCC raporlarını bu iletişim stratejisine göre ayarlamak ve buna göre sunmak da aslında bir yanıyla da çok tehlikeli değil mi? Bu iletişimin kimin tarafından gerçekleştirileceği, bunun propaganda olup olmayacağı, iyi niyet-kötü niyet gibi riskleri içinde barındırıyor mu, bunları bilmek mümkün mü? Yoksa başka bir kurum kurup onun üzerinden mi yapılacak?

 

MK: Sanmıyorum, her enstitünün, her grubun kendine özgü bir iletişim stratejisi olması gerektiği, bunu başkalarına bırakmanın tehlikeli olduğu idi asıl fikir aslında. “Ben raporu yazdım masaya koydum, oku, anla sen de yap yapacağını” diye yaklaşamayız diyen, sonuçta “insanın davranışını değiştirmesi için neler yapmak lazım?” diye soran  bir sunum izledik.

 

OK: Amerika’da Kolorado’da Atmosferik Araştırmalar Ulusal Merkezi’ne bağlı Toplum ve Çevre Çalışmaları Enstitüsü’nden, bilimsel verilerin  topluma iletilmesi konusunda çalışan Prof. Susanne Moseriklim değişikliğinin topluma iletilmesi konundayegâne çalışma diyebileceğimiz, Değişim İkliminin Yaratılması (Creating a Climate for Change: Communicating Climate Change and Facilitating Social Change) adında bir kitap yazmış. Kendisi bu toplantıya uçakla gelmek yerine, atmosfere salınan karbon miktarına katkıda bulunmamak için, telekonferansla katıldı ve aslında bütün toplantının en etkili ve en vurucu sunumunu yaptı. Sunumunun başlığı, “İklim Değişikliği İletişiminde Yeni Stratejiler” idi. “İklim değişikliği konusunda tek tip bir mesaj söz konusu olamaz artık, herkesi kapsayacak  tek bir tip mesajla iletilebilecek bir bilgi değil bu, herkese uygun bir şekilde mesajımızı biçimlendirmemiz ve her ayrı kitle için bunu çerçevelendirmemiz gerekiyor” diyor özetle. Bu mesajın, “bu beni aşar” duygusunu bertaraf edecek biçimde iletilmesinin altını önemle çizdi.

 

MK: İşin vahameti tabii ki aktarılacak, ama bir de bilim dilini de eleştirdiler; yani bilimsel olmaya gayret ederek,“biz şundan şundan emin değiliz” dediğiniz zaman, “ben seni niye dinleyeyim ki, emin olmadığın şeylerin listesini bana vermek için mi geldin?” diye bir tepki oluyormuş. “Sürekli felaket haberi vermek de insanları bir çeşit inkâra götürüyor” dediler. Bir de şöyle bir sonuç çıkarmışlar kamuoyu yoklamalarından, toplumda, “iklim değişikliği, bizim ahlaki değerlerimizi yitirmemizin cezası olarak bize verilmiş bir cezadır” şeklinde bir algılama var.

 

AH: Bir kısım insan hakkettiğini düşünüyor yani?

 

MK: Evet, insan bu durumda nasıl gidip termik santralin önüne yatacak? “Cezamı çekmeye hazırım” ya da “bana ne” demek dışında bir seçenek yok.

 

ÖM: Bu özellikle aşırı dinci kanadın savunduğu bir görüş.

 

MK: Ama sıradan insan da çok buna yatkın “biz zaten burayı çok mahvettik, bunu çekmeye hazırız” gibi, Türkiye’de sokakta da var bu görüş aslında.

 

ÖM: Evet her yerde var tabii. Önemli noktalardan bir tanesi de bu. Çek Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanının bu konuda bilgi sahibi olmadığından dolayı böyle konuştuğunu düşünemeyiz tabii.

 

MK: Kesinlikle.

 

ÖM: O bambaşka bir çıkar grubunun temsilcisi olarak, büyümeye, yatırım yapacak şirketlere garanti vermek için vs. böyle yapıyordur herhalde.

 

MK: “Ben Al Gore’un rakibiyim” diye kendine bir kimlik edinmiş.

 

AH: Anti iklim değişikliği kampanyacısı.

 

MK: Çevrecilere karşı bir de kitap yazmış zaten.

 

OK: Hükümetteki yeşillerle ilgili de sert duruşları var.

 

AH: Çok garip açıklamaları da olmuştu zaten.

 

ÖM: Burada çuvaldızı kendimize batırmak gerek, medyanın da son derece önemli ve olumsuz bir rolü var. Daha dün mesela, çok güvenilir bulduğumuz bir ajans haberinde “George Bush’un Kyoto sürprizi” başlığıyla bir haber vardı, altını okuyorsunuz, sürpriz olacak herhangi bir şey yok, yine her zamanki gibi, Kyoto dahil, hiçbir bağlayıcı uluslararası bir anlaşmaya girmeyi kabul etmeyen bir tavrı var. Bunun nesi sürpriz?

 

MK: Medyanın olumsuz rolünün arkasındaki motifler konuşulurken, başka bir şeyden daha söz ettiler; medyanın iki farklı görüşü çarpıştırmaktan heyecan duymak gibi bir alışkanlığı var. 2000 tane bilim adamı bir tarafta, “iklim değişiyor ve insan etkisiyle oluyor” derken üç tane bilim insanı da “hayır” diyerek kendilerine bir kariyer yaparken, bir onlardan bir onlardan davet ediyorlar. İnsanların kafası bundan müthiş karışıyor. Tabii ki petrol dolarları, medya holdinglerinin diğer çıkarları vs. de bir yan etken olarak var.

OK: Bunu destekleyen yeni bir kamuoyu araştırmasını okudum; BBC, Times ve Stanford Üniversitesi’nin ortak bir çalışması. Amerikalıların %85’inin küresel iklim değişiminin varlığına inandığını, fakat %65’inin de bu konuda bilim insanları arasında büyük bir fikir ayrılığı olduğunu düşündüklerini ortaya koyuyor. Bu da insanları, az önce söz ettiğimiz gibi, harekete geçme konusunda kararsız kılıyor, çünkü medyanın konuyu kafa karıştırıcı bir ele alış tarzı var. Bu toplantıda bunun üzerinde çok duruldu, bilim insanları, “medya bize doğru yer vermiyor, bunu nasıl bertaraf edeceğiz?” diye konuştular. Tıpkı Türkiye’de 17 Ağustos depremi sonrasında yaşadığımız gibi, kampların bir araya getirip dövüştürüldüğü ve bunun bir tür eğlence haline getirildiği bir şekilde ele alınıyor bu konu medyada genel olarak. Bunları bertaraf etmek için yeni stratejiler geliştirilmesi gerektiği sonucu çıktı toplantıdan.

AH: Aslında 1-1,5 yıl içinde bir değişim olduğunu söyleyemez miyiz, hem Türkiye medyasında hem de yurtdışındaki medyada. Aslında konu biraz daha olması gerektiğine yakın bir şekilde ele alınıyor sanki son zamanlarda.

 

MK: Yeterli değil tabii, 20 yıl gibi bir gecikme var. Bir yandan da benim toplantıdan anladığım kadarıyla, bu işin küçük gruplarla yapılması gerektiğini söylüyorlar.  Yani bir gazete, BM kürsüsünden söyleneni bir başlık olarak alıyor, birisi okuyor ya da okumuyor, ama herkesin kendi çevresinde, örneğin bir öğretmenin öğrencileriyle, bir apartman sakininin kendi komşularıyla yapacağı iletişim daha önemli diyor, Susanne Moser, çok da güzel bir örnek verdi; “Martin Luther King ‘benim bir kabusum var’ diye başlasaydı konuşmaya kimse onu dinlemeyecekti, oysa o konuşmasına ‘benim bir rüyam var’ diye başladı” dedi. Ben bundan çok etkilendim açıkçası. Biz acaba STK üyeleri, aktivistler, medya mensupları ne kadar umutluyuz gelecekten? Önce kendimizi motive edebiliyor muyuz? Yani biz inanıyor muyuz iklim değişikliğinin aşıldığı bir dünyaya, kendimiz görmesek bile buna emek verecek miyiz? Ben sonuç almasam da, gelecek için doğru yolda bir kaç adım atıp öyle mi öleceğim? Bu tip soruları getiriyor aklına insanın. Bir de belirsizlik konusunda çok ilginç bir şey vardı; Vandana Shiva diyor ki; “zamanımızdaki bu hiçbir şeyden emin olamama, hiçbir şeyin tam belirli olmaması hali, illa da umutsuzluk konusunda emin olmamızı getirmez.” Yani herkes umutsuzluk konusunda pek emin, ‘nasıl olsa düzelmez bu işler’ diye. Fakat bunu kırmamız gerektiğini söylüyor, yani küçük gruplarla doğru iletişim stratejileri ile, önce kendimizi inandırıp sonra başkasını inandırmaya yola çıkmalıyız. Bunun, bizim gibi şu anda bu konuda kaygılı insanlar olarak yapabileceğimiz en önemli şey olduğunu anladım ben.

 

OK: Bizim kişisel olarak buradan çıkardığımız sonuç, bu mesajı iletecek olan elçilerin, bu konuda küresel iklim değişimi ile ilgili mesajı iletecekleri için, bilim insanlarının da, politikacıların da mutlaka bir tür sosyal iletişim formasyonu alması, kendilerini bu konuda geliştirmesi gerekiyor. Belki bu tartışmalara, felsefecilerin, sosyal bilimcilerin de katılıp, mesajın o şekilde formüle edilmesi, bu şekilde iletilmesi ve büyük küçük ayrımı yapmadan, her seviyeden insanlara bunun iletilmesi lazım. Bir de güvenilen ve yakın bulunan kişilerden gelen mesaja göre hareketlenmenin daha etkili olduğunu söylediler. Mesela diyelim ki, ilkokul beşinci sınıfta okuyan çocuğunuz, derste o gün aldığı bir fikirle eve gelip, “anne bugün 1,5 litrelik bir pet şişeyi sifonumuzun içine yerleştirirsek şu kadar su tasarrufu sağlıyoruz” dediğinde siz o mesajı anında yerine getirip onu yapıyorsunuz. Buna benzer örneklerden yola çıkarak belki bir tür strateji geliştirmek gerekiyor.

 

ÖM: Orada da bir ikilem var aslında; tabii ki okullarda öğretilen ve çocuklarımızın bize öğrettiği şeyler çok önemli, o pet şişeyi sifonun içine yerleştirerek önemli tasarruflar sağlamak mümkün elbette, ama bunun da başka bir sakıncası var, “ben üstüme düşeni yaptım, dersime girdim, çocuğuma öğrettim, elimizi yıkarken önce sabunu alıp sonra musluğu açtım, diş fırçalarken suyumuzu kapalı tuttuk, su tasarrufunu da yaptık tamamdır, benden bu kadar” duygusunu yaratması asıl önemli olanın kaçırılmasına neden olması gibi... Oysa son derece önemli olan asıl mesele, hükümetlerin derhal somut hedef koyması gerekliliği, yani “2030’a kadar şu ülke şu kadar karbon dioksit emisyonu kısıtlamasına gitmek zorundadır, termik santralleri kısıtlamak zorundadır, alternatif, kalıcı enerji türlerine geçmelidir” gibi... Bunları yaptırmak için ise muhakkak surette hükümetlerin anlayabildiği dille, siyasi karar alıcılara baskı yapmamızın gerekliliği asıl mesele, yani çocuğumuzun elinden tutup hem bu pet şişeyi yerleştirdikten sonra, bir de sokağa çıkıp, “ey hükümet, bak ben bunu yaptım, ama bu yetmiyor, sıra şimdi senin!” dememiz gerekiyor.

 

MK: Bunu yaptıracak doğru iletişim stratejilerinin şu ana kadar olmadığını tespit etti bu toplantı. Yani haklı olmamız yetmiyor, mesajımızı başkalarına doğru şekilde iletmenin, bu konunun onların yaşamsal önem listesinde ilk sıraya yerleşmesi için, bir politikacı olsun, başka gruplar olsun, bir yöntem bulmamız gerektiğini söylüyorlar. Bu yöntemin de tepeden aşağı olamayacağı aslında aşikâr, çünkü politikacı oy için hareket ediyor büyük ölçüde, onu bastıran, onu doğru hareketi yapmaktan alıkoyan çıkarlar var, az önce konuştuğumuz medya çıkarları gibi. Ancak, belki politikacının kendi çocuğu da babasına annesine gelip bir şey söylediğinde ve aslında bunun hepimizin ortak sorunu olduğunu anlatabildiğimizde, mahalle ölçeğinde, okul ölçeğinde, radyo dinleyicisi ölçeğinde doğru aktarıp motive edebildiğimizde olacak. Biz demek ki şu ana kadar yeterince motive edemiyoruz insanları, çözümler konusunda çok anlaşmış değiliz, yani biz zayıf yönlerimize bakmalıyız. Bir çok insanın soru sormayı bilmediğini tespit ettik orada. Yani bir bilim insanı elindeki yüzde yüz doğru raporuyla, bir politikacıya “kardeşim senin ihtiyaçların ne, ortak bir yerde nasıl buluşabiliriz?” sorusunu sormuyor. Hollanda’dan gelen bir bilim insanı, çok güzel bir şekilde anlattı; “benim doğrularımın illa senin doğruların olması gerekmiyor, ama ikimiz karşılıklı konuşarak, birbirimize vaaz vererek değil, birbirimize bir şey dayatarak değil, karşılıklı bu ortak kararı oluşturarak, ancak o zaman dünyayı değiştirebiliriz” diyor.

ÖM: Çok önemli bir mesele bu. Yani demokrasi açığından şikâyet ediliyor bir çok yerde, politikacılarla kamuoyu arasındaki büyük fark var. Yani savaşa karşı da olsanız, insanların ezici çoğunluğu da karşı olsa, savaşı engelleyemiyor. Aynı şekilde bir bilgi açığından da bahsetmek mümkün. Yani bilgiyi enformasyon anlamında kullanmıyorum sadece, hem ‘knowledge’ hem ‘enformasyon’ anlamında.

 

MK: Susanne Moser, konuşmasında “güncel bilime daha fazla ihtiyacımız yok” diyor, çünkü 20 yıldır zaten yığıldı dosyalar tavana kadar, fakat “sadece geleceğe ilişkin bir olumlu bir vizyon, umut ve pratik yapılacak işlere ihtiyaç var” diyor. Bu ülke ölçeğinde de pratik iş olabilir, “sadece lüzumsuz ise elektriğini söndür” değil, mesela, “benim yöremde bir yenilenebilir enerji yatırımı ya da enerji verimliliği yatırımı” yapılabilir mi?” gibi, bütün ülkede bir seferberliğin de aynı derecede pratik olarak insanlara ve politikacılara anlatabileceğini düşünmek lazım.

 

ÖM: Belki de bu bilgi açığının en çok önem taşıyan düğüm noktalarından bir tanesi de politikacılarla yatırım yapan şirketler arasındaki üstü kapalı destek ilişkileri, lobi ilişkilerinin üstüne gitmek. Kazdağları’ndaki altın arama çalışmaları gibi.. Bunların da üzerine gidip açığa çıkarılmasıyla ancak mümkün olabilir.

 

MK: İnsanları, kötü adamlar ve iyi adamlar kampına bölmeden, birlikte ortak neye motive olabileceğimizi bulmaktan bahsediyordu. Ben zamanında, ANAP’ın hükümette olduğu dönemde, o dönemin ANAP’lı Silifke belediye başkanının orada nükleer santrale karşı çıktığını hatırlıyorum. Esas motive edilmesi gereken adam o. Ondan sonra organizasyon tabii çok rahat oluyor, karşıt gösteriler olsun, bilgi üretmek veya paylaşmak olsun. “Küçük ölçek” derken, insanları oyalayıcı ufak tefek işlerle onları meşgul edip hükümetlere ulaşmamak anlamında söylemiyorum, ama hep beraber, “bu, bizim sorunumuz bu bizim işimiz” dedirtmenin yolunu bulmak zorundayız.

 

OK: Yani tek bir ölçek yok, her seviyeden, yukarıdan, aşağıdan, küçük ölçeklerden büyük ölçeklere geçen düzeyde her katkı olumlu kabul edilmeli bu çabayla ilgili olarak.

 

ÖM: Büyük de bir yükselme var aslında, BBC’nin bütün dünya ülkelerinde yaptığı araştırmanın sonuçları yeni elimize geldi, insanlar son derece kaygılı, Türkiye’de de %59 oranında kişi hemen bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüyor.

 

MK: Ama medyayı aşamadığımıza göre, şu an için, bunu sokakta yerel ölçekte herkesin günlük yaşamına entegre etmesi gerekiyor. Belli bir kampanya döneminde yapıp, sonra yorulup bir tarafa gitmek, yani rejim yapar gibi yapmak olmuyor. Onun için bunu yaymak lazım, “bugün iklim için ne yaptın?” şeklinde.

 

ÖM: Nihai hedef olarak da artık 8 Aralık’tan da bahsetmenin zamanı geldi diye düşünüyorum. 8 Aralık’ta, nerede olduğu tam belli değil, ama sanıyorum İstanbul’da olacak, daha önce Ankara diye duyuruyorduk şimdi değişti eylemler olacak Türkiye’de de tüm dünyayla beraber, aynı günde. IPCC, Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli, dünya nereye gidiyor, gelecek, tehdit, vs. konusundaki nihai raporunu vermek üzere Bali’de toplanacak Aralık ayında. O tarihte bütün dünya ülkelerinin bütün büyük şehirlerinde bu büyük tehdide karşı insanların sokaklarda yapacağı, çeşitli fikirleri ve renkli görüntüleri barındıran bir gösteri dizisi var. Buna Türkiye de katılıyor 3 seneden beri. Bu seneki katılımın çok yüksek olmasını beklediğimizi de söyleyeyim. Özellikle “Türkiye Kyoto’yu imzala” kampanyasında imza sayısının  bir ayı biraz aşkın bir süre içinde 200 bine doğru gitmesi, 170 bine yakın imza toplanması çok umut vericiydi. Bunların özellikle genç insanlar olduğu görülüyor, çoğu üniversite öğrencisi vs. Bunun sürdürülebilmesini sağlamak lazım.

 

MK: Bunun top yekûn bir sorun olması, bütün küreyi ve üzerindeki yaşamı ilgilendirmesi bize bir fırsat da oluşturuyor aslında, Greenpeace’den bir arkadaşımız,“iklim değişikliği insanlığı yaratıyor, bu insanlığın ilk kez birlikte hareket etme şansıdır” gibi bir söz söylemişti.

 

ÖM: Son olmasın inşallah. Ben buna yüzde yüz katılıyorum. Bu çok büyük bir fırsat veriyor, insanlık, bütün diğer siyasi, ideolojik görüşlerin ötesinde birlikte hareket edip dünyayı yaşanabilir bir ev haline dönüştürmek için uğraşabilir.

 

MK: Böyle bir motivasyonu aslında insanlara aşılayabilmek herhalde en önemli anahtar nokta.

(2 Ekim 2007 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)