Medya Konuşmaları XXIX: Bağımsız Gazetecilik

-
Aa
+
a
a
a

 

 

 

Ömer Madra: Medya Konuşmaları’nda bugün Zeynep Atikkan’la beraberiz. Zeynep Atikkan 1994-2001 yılları arasında Hürriyet gazetesinde köşe yazıları yazdıktan sonra Hürriyet’ten ayrıldı, ya da atıldı diyelim, ondan sonra da Akşam gazetesinde kısa bir süre yazarlık yaptıktan sonra şimdi bağımsız bir gazeteci.

 

Zeynep Atikkan: Oradan da atıldı ve şimdi serbest.

 

ÖM: Medyaya ve dünyaya kapsamlı bakışlar içeren kitaplar yazmasıyla sonuçlandığı için, o atılmaları hayırla yad edebiliriz. Hoş geldiniz, sizi burada görmek bizim için mutluluk verici.

 

ZA: Esas ben teşekkür ederim, burada bulunmak benim için de büyük mutluluk.

 

ÖM: Medya neredeydi, nereye doğru gidiyor diye konuşmaya başlayalım isterseniz, sizin dünyada medyanın gidişatı konusunda bazı temel görüşleriniz olduğunu biliyoruz. Mesela, Birgün gazetesinde yayımlanan, sizinle yapılmış bir söyleşide dile getirdiğiniz gibi, “bağımsız medya” kavramının içinin boşaltılmış olduğuna, özellikle 11 Eylül’den sonra bunun büsbütün böyle olduğuna dair bir görüşünüz var galiba?

 

ZA: Evet, 11 Eylül’den sonra Amerika’da bağımsız medya kavramının içinin boşaltıldığına tanıklık ettim. Bir noktanın altını çizmek gerekli; bağımsız medya kavramı çok geniş ve zaten yüzde yüz bağımsız bir medyadan söz etmek de mümkün değil. Yani medyada bağımsızlık kavramının sınırlarını biliyoruz. Kendimizi aldatmayalım ama bu gerçeğe de teslim olmayalım. Teslim olmamanın anlamı da gazetecilik yaparken, bağımsızlıktan ödün vermemektir. Yani bu, her gün yeniden doğan ve devam eden kişisel bir mücadeledir. Son yıllarda gazetecilerde bu mücadele ruhunun kaybolduğunu gözlüyorum. Gazeteciliğe 1977’de başladım. Türkiye’nin son derece çalkantılı yıllarında gazetecilik yaptım. Gazetecilikte darbeleri yaşadık. Bu dönemde ifade özgürlüğüne inen darbelerin zorluklarıyla boğuşarak gazetecilik yapılırdı. Hem de büyük medya denen gazetelerde. Örneğin 12 Eylül’den sonra yazı işleri duvarlarına, hangi konuların yazılamayacağına ya da eleştirilemeyeceğine dair bir takım sıkıyönetim bildirileri asılırdı. İşte esas gazetecilik de o noktada başlardı. Yani o dönemde bağımsız gazetecilik yapmak, bu kısıtlamaları delmek, gerçekleri okura ulaştırmak, “yazılamaz” denen şeyleri gazete sayfalarına yansıtmayı başarmaktı. Mesela yazılamayan bazı siyasi haberlere ekonomik içerik katıp ekonomi sayfalarına taşımaktı. Yani ifade özgürlüğünden ödün vermemek için bir çaba vardı, en azından bunun bir görev olduğuna inanılırdı. Günümüzde gazeteciliğe farklı bir anlayış hakim. Kuşkusuz ki bugünün Türkiyesi de farklı. Siyasi manzara düne benzemiyor. Gazetecilerin üzerindeki baskılar yirmi yıl öncesi gibi değil. Baskıların nitelik değiştirerek devam ettiğini söylemek yanlış olmaz. Yani bir takım ekonomik güç odaklarının, büyük ekonomik çıkarların dayattığı çok daha sinsi baskılardan söz etmek mümkün. Gazetecilik mesleği açısından işin en vahim yönü de gazetecilerin pek çoğunun bu yeni sürecin aktörleri haline gelmeleri. Ne yazık ki pek çok gazeteci adeta bu sürecin yönetilmesine katkıda bulunmakta. Bağımsız medya yok derken veya o kavramdan uzaklaşılıyor derken, bu yeni “olayı” işaret etmek istiyorum.

Dünyada ve Türkiye’de böyle oldu. İsterseniz bunu biraz daha açalım: Özellikle ekonomik açıdan, 90’lar Türkiye’nin epey kaotik bir dönemi. Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu yapısal reformlar kapıya dayanmış. Kimse bunları düşünmüyor, tartışmıyor. Bu sırada ekonomide müthiş bir rant dağıtımı söz konusu. Ve sermaye rant dağıtan ekonomiden pay kapma peşinde. Bu dönemde medya patronlarının profili de değişiyor. Medyaya giren yeni patronlar, sahip oldukları gazete ve televizyonları rant dağıtan ekonomiden pay kapmak için bir araç olarak kullanıyorlar. Bu dönemin manşetlerini anımsayalım. Ya “ekonomide herşey iyi, hayat toz pembe” haberciliği yapılıyor, yani hükümetlere yağ çekiliyor, ya da beklenen rantlar elde edilmezse, iktidara karşı müthiş bir karalama kampanyası başlıyor. Olay bu kadar basit. Bu arada Türkiye’nin temel meseleleri nedir? Soğuk Savaş bitmiş yeni bir dünya oluşuyor, Türkiye’nin yeri ne olacak? vs. bu konular kesinlikle gündeme gelmiyor. Medya patronları arasındaki çıkar çatışmaları, kıran kırana, son derece seviyesiz kavgalara neden oluyor.Ve asli görevlerini terk etmiş olan bir takım gazeteciler bu kavgaların baş rol oyuncuları haline geliyorlar. Peki neden? Çünkü çıkarlar çok büyük, “rantı ben kapacağım, sen alamazsın” kavgası bu! Türkiye’ye ve gazeteciliğe çok zarar verdi, vermeye de devam ediyor!

 

ÖM: Tam bir rant paylaşımı.

 

ZA: Dikkat edilirse bazı gazeteciler ve gazete yönetimleri bugün kendilerini aklama peşindeler. Kalkıp “etik” dersleri veriyorlar. Ne kadar inandırıcı oluyorlar? Bu, bir soru işareti.

 

90’larda sergilen “sözde” gazeteciliğin bugün de geçerli olan bir takım özellikleri var: Çok büyük ekonomik ve siyasi krizlerin ve dalgalanmaların yaşanmadığı dönemlerde medya halkı oyalıyor, eğlendiriyor. Yani magazinleşiyor. Bu dönemdeki ikinci işlevi ise “beklenti yönetmek”. Bu ne demek? Bir takım varsayımlar üzerinden beklenti yaratıyor ve bunları gerçekmiş gibi sunuyor. Örneğin, Avrupa’dan yeşil ışık alırsak, Türkiye’ye yabancı sermaye akacak vs. gibi safsatalar anlatıyor. Bu doğrultuda haberler yazılıyor, yorumlar yapılıyor. Üçüncüsü ise gazetecilik yönünden son derece sakıncalı bir uygulama. Medya, iktidarı değil nedense hep muhalefeti eleştiriyor. Bunu da medyanın iktidara olan yakınlığı ile izah etmek gerekli. Medya ile hükümetlerin ilişkisi son derece girift. Kriz dönemlerinde ise çok özel bir gazetecilik yapılıyor. Borsada iniş çıkışlar başladı mı, ufukta siyasi krizler belirdi mi, medyada derhal silahlar çekiliyor. Ve bir takım ekonomik çıkarların doğrultusunda ateş etmeye başlıyorlar. Kendi aralarında kavga ediyorlar. Hükümetle arası açılan grup hükümete yükleniyor. Karalama kampanyaları başlıyor. Kimin kellesi gidecek? Kime yüklenilecek? vs. Siyasi krizler sırasında bir de, siyasete yön vermeye ve bir takım siyasi mühendislikler yapmaya çalışıyorlar. Yani demokrasilerde medya artık dördüncü güç görevini yerine getirmiyor. Kısaca medya asli görevinden adeta istifa etmiş durumda. İşte gazetecilik bu format içinde yapılıyor ve medya çalışanları üzerindeki baskılar da bu formatla irtibatlı. Farklı bir baskı mekanizması işliyor, eskiden olduğu gibi devletin uyguladığı sansürden söz etmek doğru değil. Sıkıyönetim dönemlerindeki sansürden çok farklı bir yapı var, buna otosansür demek daha doğru. Dünkü sansüre karşı gazetecilerde belli bir tepki vardı. Bugün ise bu düzenin içinde yer almak için belli kurallara uymak gerekiyor. Mesela bazı konularda susma hakkını kullanmak gibi.

 

Günümüzde medyada yazılan, tartışılan konuların düne göre daha çeşitli olduğu söyleniyor. Bu, doğru. Örneğin, dün Kürt sözcüğü telaffuz edilemezdi. Tabii bazı konularda çok daha demokratik, daha renkli bir ortam var. Ama dikkatle izlenirse demokrasi konusundaki zaafları eleştirmekten çekinmeyen kalemler yolsuzluklar hakkında yazı yazmakta çekingen davranıyorlar. 90’larda bankacılık sektöründeki çarpıklıkların enine boyuna üstüne gidildi mi? Bankacılık sektöründe skandallar bir patladı ve sonra ortalık süt liman oldu. Halbuki Türkiye’nin AB ile entegrasyonunda, demokrasi konusundaki reformlar ne kadar önemliyse ekonominin şeffaflaşması, hukuk toplumunun yerleşmesi de bir o kadar hayati idi. Dikkat edin, gelir dağılımı bozukluğu konusunda çok fazla yazı çıkmaz medyada. Mesela bazı banka sahiplikleri nasıl oluşmuş, bunlar nasıl el değiştirmiş? Bunların üzerine ciddiyetle gidilmez.Bana göre AB’ye aday bir ülkede eğitim, bilim, teknoloji, Ar-ge vs. konularında son derece tutarlı bir habercilik yapmak gerekir. Ama magazincilik ile tetikçilik arasına sıkışmış bir gazetecilik anlayışının tahammül edemediği konular bunlar. Son günlerde medya dünyasında çok ilginç bir söylem duyuluyor.“90’lar kötüydü, medya savaşları gazeteciliğe çok zarar veriyordu. O günler geçti, biz düzeyli gazetecilik yapıyoruz vs” diyorlar. Reklamlar veriyorlar. Değişen nedir? Yazarlar, gazeteciler, yöneticiler aynı. Belki bazılarının görevi değişti, o kadar. Bazı yazarlar, bankalarda, özel sektör şirketlerinde yönetim kurulu üyeliği yapmaya devam ediyorlar. Etik konusunda mangalda kül bırakmayanlar neden bu konuda susmaktalar? 90’ların sonunda Gazeteciler Cemiyeti’nin yönetimindeyken arkadaşlarımızla bunun mücadelesini vermiştik. Ama başarılı olamadık. Hangi yazar, hangi yönetim kurulunda? Okur bunu bilmeli. Bugün ne değişti? Aynı yerdeyiz, lütfen anlatmasınlar komik oluyorlar. Bağımsızlık, etik, bunlar ciddi konular.

 

ÖM: Sadece yazarlar mı yoksa yazarların ötesinde de bazı gazetelerin ve medya organlarının, televizyonların, vs. yönetiminde görev alan, yazarlığının yanısıra insanların da böyle yönetim kurulu üyelikleri de var mı?ZA: Tabii, var olduğunu biliyoruz, duyuyoruz. Size kişisel bir örnek vereyim, 1994 yılında köşe yazmaya başladıktan kısa bir süre sonra gazetenin personel servisinden aradılar ve Emniyet’e gidip mal beyanında bulunmam gerektiğini söylediler. Köşe yazalarının ve gazete yöneticilerinin mal beyanında bulunmak zorunda olduklarını bu vesileyle öğrenmiştim. Mal beyanında bulunma işi, belli periyodlarda yenilenirmiş ve kimin servetinin nereden nereye geldiğine bakılırmış. Demek istediğim köşe yazarlığı, gazete yöneticiliği son derece ciddi işler. Gazetecilik çok ciddi bir iş, gazetecilikte hokkabazlık yapılmıyor! Köşe yazarlarının mal beyanında bulunmaları gerektiğini biliyor muydunuz?

 

ÖM: Hayır bilmiyordum. Ayrıca pozitif de bir şey şeffaflık ve demokrasi yönünden.

 

ZA: O zaman, yönetim kurulu üyesi yazarlar konusundaki hassasiyetimi bu bağlamda değerlendirmek lazım. Değişen nedir bugün? Onun için diyorum ki bıraksınlar da, bazı değerleri artık başka insanlar savunsun!

 

AH: Az önce, silahların çekilme zamanına karar vermekle ilgili bir cümleniz oldu, kriz anlarında silahlar çekilir dediniz; ancak bu karar verme mekânizması herhalde belli siyasi çıkarlara göre işliyor olmalı?

 

ZA: Ekonomik çıkarlar, siyasi çıkarlar. Bakıyorum bu tetikçiliği de genelde kadın gazetecilere yaptıramadılar, hep erkeklere yaptırıyorlar, o da enteresan bir ayrıntı.

 

AH: Belki daha üst düzeyde olmalarıyla bağlantılı olabilir mi?

 

ZA: Olabilir. Zaten kadın gazeteciler genelde ahlaken izah edilemeyecek maaşlarla çalışmıyorlar. Bundan kastım şu; Türk medyasında, dünya standartlarının çok üstünde maaşlarla çalışan gazeteciler var. Bu maaşları alanlar gazetecilikte global bir marka  yaratabilmiş değiller. Türkiye’nin 90’lı yılları kaybettiği iddiasındayım. 90’larda Soğuk Savaş bitmişti, dünya değişiyordu ve yeni bir uluslararası dizayn yapılıyordu. Türkiye bütün bu gelişmeleri atladı. Şimdi 2000’lere geldik, “biz çok iyiyiz, çok harika gazetecilik yapıyoruz” demekteler 2001 ve ondan sonra Irak savaşı, yani 11 Eylül ve Irak sonrası değişen bir dünya var ve bunun kalbi Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada atıyor, bunu hepimiz biliyoruz. Söyler misiniz, Türk basınında kim, hangi gazeteci, hangi medya kuruluşu bir global marka oldu? Bölgemiz ile ilgili konularda kim bir global otorite haline geldi? Türk basınında çıkan haberlerin ne kadarı dünya medyasında yer alıyor? Hala dış basından aktarmalarla bölgemizle ilgili yorumlar yapılıyor. Le Monde’un, Guardian’ın, Financial Times’ın ya da NY Times’ın Ortadoğu konusunda çok yakından izlediği kaç gazetecimiz var? Bu dönemde kaç gazeteci Arapça öğrendi ? Ciddi olmak lazım, 1 Mart tezkeresini pazarlamak için piar’cılık yapmak gazetecilik değildir.

 

ÖM: Enerji kaynaklarının kontrolü temel mesele olduğuna göre, -öyle bir analiz yapılabilir herhalde- Ortadoğu savaşlara ve büyük çıkar kavgalarına, gebe olmaya da devam edecek, biz de bunun tam ortasında yer alan bir konumdayız. Buna karşın, Türk medyasında Ortadoğu uzmanı olarak akla gelen ve röportaj yapılan kişiler, çok eskiden beri bilinen ve savaşı desteklemek gibi önemli zaafları bulunan kişiler anlaşılan.

“Medya oyalıyor, eğlendiriyor, bir beklenti yaratıp yönlendiriyor” dediniz, bunun çeşitli örneklerini görmek mümkün. “Türkiye’de iyi şeyler de oluyor” vs. şeklinde. Bir de, iktidara yönelik derinlemesine bir eleştiri olmadığı şeklinde bir tablo koydunuz ortaya. Zaman içinde bu konudaki değişim hakkında da bir şeyler söyleyebilir misiniz? Eskiden de böyle miydi? Mesela, Medya Konuşmaları’nda da, gazete yöneticiliği de yapmış ve halen köşe yazarlığı yapan arkadaşlarımız, “eskiden bu kavgalar vardı ama artık değişti, medya çok daha iyi durumda” diye konuşanlar oldu.

 

ZA: Çünkü artık rant dağıtan ekonominin dağıtacak rantı kalmadı, onun için artık çok fazla birbirleriyle kapışmıyorlar, “daha düzgün olalım” diyorlar. Bu bakımdan daha sakin görünüyorlar, daha olgun davranıyorlar. İktidar da değişti, bugünkü iktidarın bu grupları çok fazla kolladığı söylenemez, dolayısıyla şimdi acaba gazeteci olarak asli görevimize dönelim mi, demekteler.

 

ÖM: Bu mutlaka daha iyi gazetecilik yapıldığı anlamına gelmiyor, internet gazeteciliği dışında fazla da önemli bir gelişme görmüyorsunuz siz de.

 

ZA: Yok, olması da mümkün değil. Türk medyasında tekel olmadığı iddia ediliyor. Bu yanlış değil. Medyada değişik gruplar, değişik patronlar var, fakat aynı tarz gazetecilik sergileniyor. Aynı tarz habercilik yapılıyor. Bu noktada tekel var işte, belli bir formatın içinde oynarsanız, o oyunun kurallarını uygularsanız varsınız, onun dışına çıkarsanız yoksunuz, bu bağlamda tekel var!

 

ÖM: Bu çok önemli bir nokta.

 

ZA: Yani benzeyen, benzeşen gazetelerin tekeli var.

 

ÖM: Doktriner bir hegemonyadan bahsetmemiz belki mümkün.

 

ZA: Aynen, orada yazılacak yazılmayacak şeylerin kırmızı çizgisi çok belirgindir. Mesela IMF reçeteleri, politikaları eleştirilmez, bu çok açık.

 

ÖM: Yeniden yapılandırma diye adlandırılan ve aslında üçüncü dünya başta olmak üzere pek çok ülkenen mahvına yol açan reçetelerden bahsediyoruz.

 

ZA: IMF eleştirilmez, TÜSİAD eleştirilmez, bunun gibi bazı çok enteresan kırmızı çizgiler vardır. Sonra kalkıp Türkiye’de tekelci medya yok dendiği zaman çok komik oluyor.

 

ÖM: Bu ilginç bir ayrımdı doğrusu, doktriner, kültürel bir hegemonyadan bahsetmek, sınırlardan bahsetmek mümkün.

 

ZA: Evet öyle.

 

ÖM: Az önce konuştuğumuz noktadan devam edecek olursak, bir gazeteci arkadaşımız burada “bu kavgalar düşük bir seviyeye ulaştırdı medyayı, herkesin şikâyetine de yol açtı, ama düzeliyor” demişti, ben de onun üzerine “bir yeni araştırma yapsak, acaba medya güvenilir kuruluşlar arasında inandırıcılık açısından yine en sonlarda, hatta en sonda gelir mi, gelmez mi, bu düzelmeyi dikkate alır mı halk oylaması?” diye sormuştum. Şöyle bir sonuca varmıştık, daha o zaman bir araştırma yoktu ortada. “Muhtemelen düşük çıkacaktır, çünkü kamuoyu daha bu değişimi fark edecek bir noktaya gelmedi henüz, ama zamanla düzelecek” demişti. Daha sonra AC Nielsen’ın bizim için yaptığı bir araştırmanın sonucu, doğrusu hepimizin de beklentisinin ve korkusunun ötesinde idi; 18 ilde 1000 küsur kişinin katılımıyla yapılan gayet kapsamlı bir araştırmaya göre medyaya güven oranı %1.

 

AH: %1’i de tam bulmuyor aslında.

 

ÖM: Böyle bir sonuç çıktı. Bunun sonuçlarını da Medya Konuşmaları’nda değerlendireceğiz bu araştırmayı yapan arkadaşlarımızla birlikte. Halkta çok daha şeffaf, tekelci olmayan, her şeyin tartışılabileceği bir medya özlemi ortaya çıkıyor o araştırmadan.

 

ZA: Açık Radyo, bloglar bu özlemin örnekleri. Dünyada da böyle gelişmeler var. Amerika’da blog patlaması yaşanıyor ; önce muhafazakarlar blogları kullanmak istediler Fakat şimdi Amerika’nın genelinde bloglar çok etkili. Zaten gençler bloglara itibar ediyorlar, 30 yaşın altı gazete almıyor, televizyon izlemiyor. Bloglar şu sırada çok kaotik bir yapıya sahipler. Fakat zaman içinde etkileri artacak. Bunun da nedeni belli. Bu kadar çok demokrasiden söz edilen bir dünyada, demokratrik ülkelerde bugün medyanın sergilediği gazetecilik sürdürülebilir değil. Amerika bağlamında söylüyorum- 11 Eylül’den sonra insanların korkuları, vatanseverlik duyguları istismar edilerek habercilik yapıldı. Yalan söylendi. Bu sürdürülebilir değil, bu çelişkiler taşınmaz, insanlığın bir evrimi var, ileri değerler uğruna verilmiş mücadeleler var, üç beş kişi para kazanacak diye bu kazanımlarla oyun oynanmaz..

 

ÖM: İnsan hakları kültürü meselesi.

 

ZA: Tabii ki. Amerika’da 11 Eylül’den sonra büyük medya grupları, korku ve dehşet ortamından para kazandılar Amerika savunduğu değerlerin arkasında duramaz hale geldi. Bu çelişkiyi Amerikan demokrasisi taşıyabilir mi? Bunları göreceğiz. Türkiye’de, “orada öyleyse bizde de olur” zihniyeti hakim. Bu da son derece tehlikeli!

 

ÖM: Sizin kısa süre sonra yayımlanacağını bildiğimiz kitabınız da bu konuyu ele alıyor yanılmıyorsam?

 

ZA: Kısmen öyle, bir bölümü.

 

ÖM: Yeni dünya düzeni meselesini biraz da kitabınızdan bahsetmenizi isteyeceğiz.

 

ZA: Hürriyet gazetesinden kovulduktan sonra, 2001 yılında bir süre için Amerika’ya gittim ve 11 Eylül sırasında oradaydım. 11 Eylül’den sonra ABD’deki gelişmeleri ve bu ülkenin nasıl değiştiğini çok yakından izledim. Burada bir noktaya işaret etmek istiyorum: Bugün büyük resme baktığımda Hürriyet’ten atılmam meslek hayatımın sadece bir dipnotunu oluşturuyor. Bundan sonra kitap yazarak gazetecilik yapacağım. Bu, yeni bir lig! Serbest gazetecilik ligi. Bu noktada genç gazeteci arkadaşlarımla bir tecrübemi paylaşmak istiyorum.

 

Yazdığım kitapta 11 Eylül’den sonra Amerikan toplumunun ve dış politikasının nasıl değiştiğini, nasıl değiştirildiğini anlatmaya çalıştım. Amerikan toplumundaki değişimi birebir yaşadım, bu değişimde medyanın oynadığı rolü gözledim. Kitabı hazırlarken pek çok söyleşi yaptım. Görüşmek istediğim kişilere özgeçmişimi yolluyordum ve projemi anlatıyordum. Bir serbest gazeteci olarak yaptığım görüşme taleplerime genelde olumlu yanıt aldım. Amerikan demokrasisinin bugün geldiği nokta tartışılmalı, medyası ciddi bir krizden geçiyor, bana göre çok ciddi zaafları var, fakat yine de "serbest gazeteciyim" deyip bir projeye giriştiğiniz zaman kapılar açılıyor.

 

ÖM: Dünyanın da halen muhtemelen en demokratik ülkesi.

 

ZA: Birçok açıdan öyle. Serbest gazetecilik ve bloglar üzerinde durmak gerekli. Son yıllarda patlama yapan bloglar medyadaki tek yönlü, tek taraflı haberciliği kırmaya başlıyor. Sanırım 21. yüzyıl medyası sanal alemde şekillenecek. Mesela Amerika’da 2008’de yapılacak başkanlık seçimlerinin kaderini büyük çapta bloglardaki habercilik belirleyecek. Sanal alemde ciddi gazetecilik yapılmaya başladı. Örneğin Irak Savaşı sırasında bloglarda çıkan haberler dünya basınında sık sık referans olarak kullanıldı.

 

ÖM: İsterseniz ‘blog’ kavramı üzerinde biraz duralım, yani tanımlayalım, tam aşina olmamış dinleyicilerimiz olabilir; internette tek başına çıkarılan bir çeşit gazeteden bahsediyoruz.

 

ZA: Evet, internette kendi gazetenizi yaratıyorsunuz. Arkadaşlarınız bu sitede yazabiliyor, başka bloglardan, gazetelerden alıntınlar yapabiliyorsunuz. Yani idealinizdeki gazeteyi oluşturabiliyorsunuz. Bloglar şu sırada çok kaotik bir görüntü sergilemekteler, çünkü karalama kampanyaları için de kullanılıyorlar ama ciddi bloglar var ve ciddi tahliller oradan çıkıyor çünkü, biraz önce sözünü ettiğimiz otosansürü kırmanın yolu buradan geçiyor.

 

ÖM: Biz de bunları epey izlemeye çalışıyoruz uzunca bir süreden beri, mesela Irak’ta olup bitenleri, diyelim ki Dahr Jamail’in blogunu izlemeden imkânsız gibi. Ya da sokakta olup  biteni mesela River’s Bend adıyla genç bir hanım yazıyor 26-27 yaşlarında. Her şeyi görebiliyorsunuz Irak’ta olan biten ve tarafsız bir gözle. İlla “Amerikalılar gitsin” diye değil, gündelik hayatta olanı, ama başka türlü hiçbir zaman ne radyoda, ne televizyonda, ne de gazetelerde göremeyeceğiniz şekilde okuyorsunuz.

 

ZA: Amerika’da reklam şirketleri Irak’taki savaş görüntülerinin gazete sayfalarına yansımasını, verdikleri reklamların bu görüntülerle yan yana yayınlanmasını istemiyorlar. Ben iddia ediyorum ki, eğer Amerikan medyası asli görevini yerine getirmiş olsaydı Irak Savaşı bu noktada olmazdı, hatta Irak Savaşı başlamazdı bile.

 

ÖM: Evet olmayabilirdi. Çok çok önemli bir nokta bu, tayin edici önemde.

 

ZA: Medya görevini yerine getirmeyince bundan en fazla demokrasi zarar görüyor. Medya demokrasilerin uyarıcı sistemidir, artık bu tekliyor. Medyanın ikinci görevi toplumu bilgilendirmektir. Irak Savaşı sırasında, medya yönetimin yalanlarına alet oldu. Birlikte savaşı pazarladılar. Bunun çok ciddi sonuçları olacak. Kitle imha silahları konusunda büyük medyanın sergilediği tavır bir kırılma noktası idi. Bu şekilde devam edilemez. Nitekim blogların patlaması bir rastlantı değil. Bütün bu olaylar birbirine bağlı.

 

AH: Blogların geleceği ile ne düşünüyorsunuz? Çünkü kaotik yapı dediğimiz bir yapı var ortada, ben bunun sistemleşmesi ve profesyonelleşmesi de kaçınılmaz gibi görünyor bilginin artmasıyla birlikte. Bu da bir handikap gibi görünüyor bana, yavaş yavaş daha oturaklı işler yapmak durumunda olmaları, karı da getirecektir, bu da sansürlü, biraz daha nazik olmalarını gerektirmeyecek mi?

 

ZA: Olabilir. Bu sorulara yanıt vermek için gelişmeleri izlemek gerekli. Yani blogların medyada yaratacığı devinimi çok yakın takibe almalıyız. Bloglar konusundaki soruna ayrıntılı bir yanıt verecek kadar donanımlı değilim.

 

ÖM: Öğrendiğimiz kadarıyla Koreli bir adamın yarattığı bir blog zaten bütün gazetecilik kavramını değiştirdi ve Kore seçimleri büyük ölçüde oradan takip edildi. Günde 12 milyon insana kadar ulamış son seçimlerde ve müthiş bir demokratik fonksiyon da gördüğünü biliyoruz.

 

 

ZA: Yolsuzluk haberleri sanal aleme taşınacak. Enron skandalı patladığında bloglar bugünkü kadar etkili değildiler. Enron’da Amerikan medyası çok kötü bir sınav verdi. Yolsuzlukların sergilenmesi konusunda bloglar epey söz sahibi olacaklar. Örneğin Hindistan’da devlet ihalelerindeki bir takım yolsuzluklar bloglara yansımıştı ve bir bakan istifa etmek zorunda kalmıştı.

 

ÖM: Tekrar sizin kitabınıza dönersek, burada 11 Eylül sonrasında sadece medyayla ilgili değil, bütün dünyaya bakışta bir kırılma noktası olduğunu, bir farklılık olduğunu söylüyorsunuz.

ZA: Evet, çünkü o andan itibaren Amerika’nın, 90’lı yıllardaki, “yeni dünya düzeni ne olsun” konusundaki tereddütleri son buldu. ABD ne yapacağını karar verdi. Amerika’nın önceliği Ortadoğu’ya odaklandı, Avrupa’nın güvenliği gündemden düştü. Oysa 2. Dünya Savaşı sonrasında Amerika’nın dış politika önceliği Avrupa’nın güvenliğine odaklıydı. 11 Eylül’ün yarattığı korku ve panik ortamını kullanan Amerikan yönetimi, Ortadoğu’yu şekillendirmek için Irak Savaşı’nı başlattı. Amerikan dış politikasına yön veren yeni muhafazakârların Irak takıntısı vardı. 11 Eylül’den sonra düğmeye basıldı. Bu noktada şu soru önemliydi: ABD gibi tartışma geleneği olan bir ülkede nasıl oldu da hiçbir siyasi tabanı olmayan bir avuç yeni muhafazakar ideolog bütün bir dış politika mekanizmasını ele geçirdi ve ikna edici oldu? Kitabı hazırlarken bu sorudan hareket ettim. "Herkes yeni muhafazakârları suçluyor, peki buna nasıl müsaade ettiniz” diye sordum. Doğrusu bu soruya çok ilginç yanıtlar alamadım. Benim bu konuda bir teşhisim var: Amerika, Soğuk Savaş sonrasında çok büyük bir entelektüel boşluğun içine düştü, 90’lı yıllara bakın. 90’lı yıllarda tartışılan ve etkili olan iki tez var; birincisi "Tarih Bitti" Fukuyama, ikincisi ise Huntington "Uygarlıklar Çatışması".

 

ÖM: Ona da tez diyebilirsek.

 

ZA: Bunun dışında Amerika’da, iz bırakan canlı bir entelektüel tartışmanın yapıldığına tanık olmadım. Chomsky gibi düşünürlerin görüşleri ise zaten büyük medyaya yansımadı. Yani müthiş bir sığlık vardı. 90’larda ABD globalleşmenin liderliğine oynuyordu. O dönemde Amerika’yı yönetenler, dünya barışının küreselleşmeyle kurulacağını iddia ediliyorlardı. 90’larda büyük Amerikan şirketleri çok güçlendiler. Bir takım şirket evlilikleriyle medya devlerinin de ortaya çıktığı bir dönemdi bu. 90’lı yılların başkanı Clinton’un bir dış politika vizyonu da yoktu. Dünyada çok önemli sorunların olmadığı bir dönemde başkanlık yapan Clinton, Amerika’da bir takım sosyal reformları gerçekleştirmiş  başkan olarak tarihe geçmek istiyordu. Aslında “tarihin bittiğinin” açıklanması Clinton’un siyasi özlemleriyle de örtüştü.

   

Uygarlıklar Çatışması ise çok başka bir şey. Uygarlıklar Çatışması, fikri yeni bir düşünce sistematiğini ortaya koyuyordu. Bir kere büyük çatışmaların olmadığı bir dönemde “çatışma”  fikrini dünyanın gündemine taşıyordu. Huntington, toplumların uluslararası ilişkilere kendi kültürlerinin prizmasından baktıklarını iddia ediyordu. Gene Huntington’a göre dünyada 7-8 ana kültür vardı ve din ile kültür birbirine sıkı sıkı bağlıydı. İşte 11 Eylül travması almış Amerikan toplumunu Uygarlıklar Çatışması formatına uydurmak zor olmadı. “Uygarlıklar Çatışması” Avrupa’da fazla itibar görmemişti. Ancak Avrupa’da yaşanan terör olaylarından sonra Amerika’nın bu tezi Avrupa’ya ihraç etmesi kolaylaşıyor. Bu son derece tehlikeli bir gelişme.

....Yeni muhafazakârların bu kadar güç kazanması da biraz toplumun bu formatın içine oturtulmasıyla bağlantılı, hatta siyasi mekanizmanın bu formata oturtulmasıyla da bağlantılı.

 

ÖM: Burada konumuzla çok yakından bağlantılı olarak tayin edici bir rol de tam bu noktada medyaya düşüyor bence. Çünkü, aslında son derece canlı, entelektüel tartışmalar başka taraflarda her zaman olduğu gibi Amerika’da bence vardı. Pek çok sayıda önemli düşünür, siyaset bilimci pek çok ilginç şey geliştiriyordu, fakat bunları taşımadıkları için, ister Chomsky olsun, ister Chalmer Johnson gibi tarihçilerin derinlemesine tahlilleri ön plana çıkmadı. Sonunda Fukuyama ya da Huntington gibi aslında ciddiye almayabileceğimiz insanlar sahnede kaldı.

 

ZA: Aynen öyle oldu. İkinci belirleyci olay ise 90’lardaki “think tank” patlaması idi. Akademik dünyada çok fazla kendisini ispat edememiş iyi yazan, iyi konuşan, renkli bir üsluba sahip, slogan üreten insanlar bu düşünce kuruluşlarına konuşlandılar.Yeni muhafazakarlar think tank olayı çok iyi kullandılar ve bazı lobilerden mali destek aldılar. Bu think tankçiler medya ile de yakın ilişkiler geliştirdiler. Think tanklerden çıkan görüşler medyada büyük ilgi toplamaya başladı.

 

Amerikan siyasi kültüründe think tank geleneği var. Ama son yıllarda bunlar inanılmaz bir güç kazandılar ve nitelik değiştirdiler. Yani “düşünce” değil “ideoloji” ve “slogan” üretir oldular. Think tankçiler sloganlarla konuşuyorlar, etkili oluyorlar. Yani gündeme hakim oldular. Bu da Amerika’daki demokrasi kültürünü zaafa uğratan bir gelişme.

 

ÖM: Kitabınızı büyük ölçüde mülakatlarla oluşturdunuz değil mi?

 

ZA: Evet, değişik kesimlerden insanlarla konuştum. Bunların bir kısmı karar odakları üzerinde etkili olan insanlar, bazıları öğretim üyeleri, bazı think tanklerin üyeleri,  araştırmacılar... Halkla, muhaliflerle konuştum, kendi gözlemlerim var. Mesela Irak Savaşı başladığı sırada ve 2004 yılında, Amerika’daki en büyük tartışma konusu ‘imparatorluk mu olduk, imparatorluğumuzu ilan edelim mi?’idi. Bu tema ciddi ciddi tartışıldı.

 

ÖM: İnanılmaz bir şey!

 

ZA: İmparatorluk fikrini en fazla pompalayanlar da İngiliz akademisyenlerdi.

 

AH: Nostaljiyle mi alakalı acaba?

 

ZA: Bazı İngiliz akademisyenler, ABD’nin 21. yüzyıl imparatorluğunu kurmasını istiyorlar. Kendi deneyimlerinden hareketle onlara neredeyse danışmanlık yapma iddiasındalar.

 

ÖM: Tarihçi Niall Ferguson’dan mı bahsediyorsun?

 

ZA: Ferguson’la da konuştum. Ferguson Osmalı İmparatorluğu ile bağlantılar kurarak tezlerini savundu. 2003-2004 yıllarında ABD imparatorluğu tartıştı. Şimdi ise Çin gündemde.

 

AH: Peki think tank’ler tarafından bu üretilen malzemenin medyaya uygunluğu, çünkü çok daha sloganlar içeren, çok daha ileriye dair cüretkar açıklamaları olan raporlar oluyor genellikle. Bunun medyaya uygunluğu da, bunun medyada daha fazla görünmesiyle bağlantılı mı yoksa ortak çıkarlar sonucunda mal bu kadar iyi olmasa da yine de medyada yer alacak mı?

 

ZA: Kesinlikle ortak çıkarlar da var. Bir de medyayı biliyorsunuz, sloganlara daha önem veriyor, seksi bir takım lafları manşete taşıyor.Tabii büyük çıkarlar ve siyasi tasarımlar da söz konusu. Örneğin Murdoch’ın gazeteleri yeni muhafazakar akıma yakındı.

 

ÖM: Sizin 77’den beri oldukça uzun bir gazetecilik tecrübeniz var. Siyasi dedikodu yapmak için değil, ama bu meslekte çalışan genç kuşak insanlar için bir değer taşıyacağını düşündüğüm için, Hürriyet gazetesinden apansız bir şekilde nasıl atıldığınızı anlatmanızı rica edeceğim.

 

ZA: Hürriyet’te yazdığım sırada Ertuğrul Özkök’ün bir savı vardı “Burası Migros gibi, her türlü ürün var” diyordu. 90’larda merkez sağla ilgili çok yazı yazdım. Bunun da belli bir nedeni var. 94’te bana köşe yazarlığı teklif edildiğinde, ilk reaksiyonum “hergün yazmam, dünya standardı ikidir, iki yazarım” olmuştu. Ve sonunda haftada üç günde karar kıldık. Sonra oturdum kendi kendime bir rota çizdim. “Köşe yazmak ciddi bir iş, mesajım ne olmalı” diye düşündüm. Bana göre üç tema önemliydi; birincisi, Avrupa ile entegrasyonun Türkiye için son derece önemli bir toplum projesi olduğuna inanıyordum. Bu nedenle yazılarımda Türkiye-AB ilişkileri ve Avrupa Birliği’nin entegrasyon projesi üzerinde ısrarla durdum.

 

Bana göre ikinci önemli tema, merkez sağda reform ihtiyacı idi; yani merkez sağın çağdaşlaşması ve yolsuzluk sarmalından kendisini kurtarması vs. Oysa 90’larda merkez sağ yolsuzluk ekonomisiyle içiçe geçmiş medya ile birlikte inanılmaz bir talan tezgâhı sürüp gidiyordu. O günkü haberleri anımsayın: "A takımı toplandı, ANAP’ın kurmayları bilmem ne yaptı. ANAP’ın ekonomi kurmayları mucize yarattı" vs. gibi bir takım içi boş laflar....Türkiye hem politik hem de ekonomik yönden 90’ları kaybetti. Yazılarımda bu çarpıklığı sergilemeye, çağdaşlaşma ve modernleşme gereğini vurgulamaya çalıştım. Bu tema çerçevesinde yazdığım yazılarda 90’lı yıllardaki yolsuzluklar üzerinde titizlikle durdum. Bu noktada bazı çevreleri rahatsız ettiğimi biliyorum.

 

Üçüncü tema ise bu iki eksenle bağlantılı olan ve bugün medyanın sahiplendiği, “etik”, “kurallı toplum” yani “hukuk toplumu” kavramları idi. Bugün geriye baktığımda bu temaların hala çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ve yazdıklarımın arkasında duruyorum. Bu konuları çok fazla kurcaladığınız zaman bazı çevreleri rahatsız edersiniz. Ve bir gün geldi, Migros bazı ürünleri satmamaya karar verdi. Ya da bazı yerlerden “bu ürün satılmayacak” dendi ve atıldım. Bana bir şey de söyleyemediler.

 

ÖM: “Raf ömrü doldu” demelerini beklerdiniz herhalde?

 

ZA: Hiç kimse kimseyle çalışmak zorunda değil, işten çıkartılmış olmamı yadırgamadım. Ama bunun bir yolu, üslubu vardır! Bu bakımdan çıkıp etik dersi verdikleri zaman bu dersi pek ciddiye alamıyorum. Benim açımdan bu olay çok gerilerde kaldı. Hatırlanacağı gibi 2001 yılında çeşitli nedenlerle birçok gazeteci işten çıkartıldı. Atılanların ne yaptıklarına, ne yazdıklarına bakılırsa bir sinyal verilmek istendiği izlenimine kapılmamak mümkün değil. Örneğin RTÜK konusunda susma hakkını kullanmayanları atmak zor olmadı.

 

ÖM: İbret durumu da var?

 

ZA: Doğan Grubu’ndan ayrıldıktan sonra başka bir gruptan da teklif gelmedi. Bu nedenle, “birbirine benzeyen bir medya var” diyorum. Ancak bütün bu yaşananlar benim gazetecilik kariyerimin dipnotu. Yani çok da önemli değil.

 

ÖM: Ben de zaten tamamen böylesine bir dipnot olarak, sadece ileriye ilişkin bir ders niteliği taşır diye sordum, bunu deşmek gibi bir niyetim yoktu. Akşam’da da kısa süreli bir çalışmanın ardından, bu sefer haber verilerek galiba, kovuldunuz?

 

ZA: Serdar Turgut, sabahın 4’ünde arayıp (o sırada Amerika’daydım) “beraber çalışmayacağız” deme cesaretini gösterdi.

 

ÖM: Gerekçe?

 

ZA: Yok, ben de kendisine başarılar diledim ve bitti.

 

ÖM: Hukuk toplumu, hukuk kültürü, etik, yolsuzluk ve AB macerası, yani söylediğiniz gibi yazılarınızda sözünü ettiğiniz üç önemli gündem konusu, halen önümüzde duruyor.

 

ZA: Kesinlikle öyle. Ben beklerdim ki, AB’ye aday bir ülkenin, girmek isteyen bir ülkenin eğitim politikaları, sosyal meseleleri medyada farklı biçimde tartışılsın. Bir entegrasyon mantığı içinde ele alınsın. Bakın türbanı konuşuyoruz, demokrasi dendi mi sadece türban yazılıyor ama diğer sosyal konular gündemde değil. Her gün biraz daha derinleşen gelir dağılımı sorunu günden dışı vs. Çok önemli temalar bunlar, Amerika’da Katrina kasırgası sırasında gördük, gelir dağılımı bozukluğunun nelere mal olabileceğini? Böyle küreselleşme olur mu?

 

ÖM: Bütün dünya toplumlarındaki, gittikçe büyüyen muazzam gelir dağılımı farkları belki de gündemin en önemli maddesi. Ara sıra çok ender de olsa, İstanbul’da yaşayan, ama Boğaz’a hiç inmemiş olan binlerce vatandaş olduğu kulağımıza çalınıyor. Bu düşündürücü gelebilir insana ama bunun hakkında hiçbir röportaj okuduğumu hatırlamıyorum.

 

ZA: Bakın eskiden bu tür röportajlar yapılırdı. Her şey çok “iyiydi” demek istemiyorum ama gazetelerde editoryal düşünme endişesi vardı.

 

AH: Bu bütünüyle bakkal etiğinden süpermarket etiğine geçişle de bağlantılı değil mi? Bazı konular rafta yer bulamıyorlar, çünkü diğer konuların sahibi olan firmalar o ürünlerin rafta olmasını istemiyor, bu türban konusu da olabilir ya da AB de olabilir. Herhalde burada kültürel değişim çok etkili.

 

ZA: Bu çok güzel bir yorum, size katılıyorum.

 

ÖM: Sizi kitabınızı yayımlandığı sırada tekrar davet etmek üzere şimdi azad edebiliriz. Bizimle birlikte olduğunuz için çok teşekkür ederiz.

 

 

ZA: Ben teşekkür ederim.

 

(31 Ağustos 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)