Hah! Aklıma bir sey geldi

-
Aa
+
a
a
a

Birinci Bölüm

Genç Sanatçılıktan Nasıl İstifa Ettim?ya da Hayır Kovulmadım, Çünkü İstifa Ediyorum!

Genç sanatçı kime denir? Böyle bir tanım var. Bir süredir -- ne kadar süredir olduğunu bilmiyorum -- bir takım insanlar genç sanatçı... Genç sanatçı, genç sanatçı, genç sanatçı... Genç sanatçı neye benzer? Nasıl oluyor da, bu odanın içinde herhalde, sonra cennet vatan Türkiyemiz'de ve başka ülkelerde, elimizi sallasak elli tane geç sanatçıya çarpıyor. Hah! Aklıma bir sey geldi. Aklıma bir fikir geldi. Aklıma çok iyi bir fikir geldi. Müthiş bir fikir geldi. Ve bu fikir aklıma bir şekilde girdi. Galiba dışarda dolaşıyordu; kendi kendine kafama girdi veya kendiliğinden kafamın içinde oluştu; belki de bir süredir oradaydı da, ben yeni farkına vardım bunun. Çok iyi bir fikrim var. Artık hiç bir şeyin benim için aynı olmayacağını biliyorum. Ve bu fikir ağzımdan çıktıktan sonra beni duyacaklar için, belki de hiç duymayacaklar için de, hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyorum. İşte, genç sanatçı yine bir fikir buldu; odanın içinde bir aşağı bir yukarı yürüyüp duruyor. Volta atıyor. Çok heyecanlı, yerinde duramıyor gerçekten. Yani kafesteki aslan benzetmesini yapmayacağım, çünkü aslan olsa olsa kafasındaki fikir olurdu. Genç sanatçının aslanla karşılaştırılacak bir tarafı yok.

Mona Lisa'yı baş aşağı çevirmek istiyorum. Louvre Müzesi'ndeki Mona Lisa işte herkesin bildiği... Onu bir, iki, yok yok en iyisi üç günlüğüne ters sergilemek istiyorum. Peki ben ne yapabilirim? Ben küçücük, minicik bir genç sanatçıyım. Benim ne geçmişim var; bilmiyorum geleceğim var mı yok mu, ondan haberim bile yok, bir tane fikrim var; o da bu. Her şeyi değiştireceğinden eminim tabii ki. Bunun üzerine eh işte belki arkamı, sırtımı yaslayabileceğim bir metin hemen, kuramsal bir metin tabii... İşte, niye bunu ters sergilemeliyiz: Zaten bu çok kullanılan bir metottur. Ressamlar ve herhalde Leonardo da resim yaparken iki saat, üç saat, beş saat boyuyorlar; birisinin portresini yapıyorlar ve tabii fazla modele ve resme bakmaktan gözleri resme alışıyor ve işte çizgiler düz mü eğri mi bulanıklaşıyor. Veya resme bir de alıcı gözüyle bakmak için söyle bir ters çevirip yerine koyarlar ki yerine otursun veya aynaya tutarlar -- ben öyle yapardım. Eh, biz de işte yıllardır, yüz yıllardır, beş yüz yıldır falan gözlerimiz aynı şekilde Mona

Leonardo Da Vinci'nin Mona Lisa tablosu, ahşap üzeri yağlıboya, baş aşağı

Lisa'ya alışmış durumda bakıyoruz, bakıyoruz ve bilinen herhalde ya da en çok bilinen sanat eseri, öyle değil mi? Belki de en çok bilinen görüntü ve sanat eseri olma özelliğini de taşıyor. Peki gerçekten sanat eseri mi, resim mi? Ona resim gözüyle bakabiliyor muyuz? Denilene göre belki de Leonardo'nun hiç de başyapıtı değil. Yoksa gerçekten müthiş bir resim mi? Bilmiyoruz. Herkes gidip fotoğraf falan çekiyor. Onu bir doğru dürüst görelim. Birkaç günlüğüne başaşağı çevirelim sonra tekrar düz çevirelim. Tamam bunu yazıyoruz, niye bunun bu kadar gerekli olduğunu da belirttik.

Peki ne yapabilirim? Yani bir şey olması lazım. Benim kalkıp Louvre Müzesi'ne gidecek halim yok. Aklıma gelen, Enis Batur'la konuşayım. Çünkü benim kafamda Fransa'yla falan ilgisi var ve kendini benim ve benim gibi olanlar için kanıtlamış birisi. Elimden tutması lazım diye düşünüyorum, çünkü genç sanatçının elinden tutacak birine her zaman ihtiyacı var. Enis Batur'u da sanırım o zamanlar Fransa kültür bakanı sanıyordum gazeteden okuduğum kadarıyla. Değilmiş... Neyse onunla konuşamıyorum. En sonunda Fransız Konsolosluğu'na gidip kültür elçisiyle görüşmek istiyorum. “Fransızca biliyor musunuz?” diye soruyorlar. “Hayır, bilmiyorum." "O halde kültür elçisinin hiç vakti yok!""Peki."

En sonunda görüşe görüşe Beral Madra ile görüşüyorum. O da tabii çok tecrübeli, görünce çok etkileniyor: “Harika!” diyor. Gözleri parlıyor adeta ve bana “Hemen git patentini al bunun” diyor. Tabii ya! Patentini almam lazım. “Patentsiz hemen çalarlar bunu” diyor. “Sen bunu yazacaksın bir yere: Çalındı, gitti!” Ama aslında böyle bir seyin patenti falan alınmıyormuş. Kitap yazarsan onun telifi oluyor ama yok bilmem neyi ters çevireceğim, şuraya dia yansıtacağım gibi cin fikirlerin patenti yok. Bunlar birer yöntem. Bunun da patentini istiyorsan bu çok karışık bir şey, Türkiye'de de yok zaten. “Birlikte başvurmayalım, çünkü işte benim belli bir arkaplanım var, reddedilebilir. O zaman kötü olur. Reddedilmez ama, belki adamın ters bir tarafına gelir de ‘Yok canım, şimdilik çevirmeyelim der.’ İşte onun için sen kendin yolla ama ben seni kalpten destekliyorum.” Bana yıllar önce amcam da böyle demişti, Bilkent'i bırakırken “Seni kalpten destekliyorum” demişti. Beral de kalpten destekleyenlerin arasına katıldı. Bir sürü kişi kalpten destekliyor. Ee, genç sanatçıyı niye kalpten desteklemesin ki, başka bir yerden destekleyecek hali yok. Çünkü dediğim gibi bir tane fikri olan, i harfinin üstündeki nokta gibi bir şeysin sen. Hiç bir seyin yok.

Mona, Simi ve Sarman

Bir mektup yazıyorum “Sayın Louvre Müzesi Müdürü” diye başlayan. Çünkü o sıralar adını da bilmiyorum adamın. “Ben bir sanatçıyım. Bir projem var sizin müzeyle ilgili -- her müzeyle ilgili olduğu gibi (Bunu söylemiyorum tabii). İşte şeyi neydi onun adı, Mona Lisa işte herkesin bildiği bunu bir, iki, yok yok en iyisi üç günlüğüne ters sergilemek istiyorum. Sonra çeviririz eski haline. Hiç ellemeyeceğim” falan. “Sevgiler, Serkan.”Daha sonra bunu -- tabii benim Fransızca'dan haberim yok; ya Türkçe yazıyorum ya İngilizce yazıyorum bu yazıyı -- annemin okuldaki arkadaşına veriyoruz. O yıllarca Fransa'da bulunmuş, çok iyi Fransızca bilir. Ama daha yeni öğrendim ki, bir sürü imla hatasıyla doluymuş gönderdiğimiz mektup. Ona gidiyor. Benim bir paragraflık mektup kocaman bir
mektup olarak geri dönüyor: “Çok saygıdeğer müze müdürü, biliyorum aşağıdakini okuyunca belki de güleceksiniz, size komik gelecek; ama hayır lütfen, ben bunu ciddi olarak düşünüyorum; ben bir sanatçıyım, bu tür fikirlerim var,” falan. Neyse yolluyoruz. Ondan sonra bir tane cevap geliyor tabii. O mektubu hiç kimse anlayamadı yalnız, ne Fransızlar ne de Fransa'da yıllarca bulunmuş olanlar ne de başkaları. Yaklaşık şöyle bir anlam çıkıyor mektuptan: “Çok teşekkür ederiz, saygılar sunarız.”Ne demekse? Yani evet mi, hayır mı kimse bilmiyor hala. Herhalde hayır diye düşündük biz de...

Duramıyor yerinde, işte odanın içinde...

Hah! aklıma birşey geldi. Aklıma çok iyi bir fikir geldi. Çok iyi bir fikir bu. Bu harika bir fikir, eğer bunu yapabilirsek gerçekten bütün görme biçimimiz değişecek. Bu fikir benim kafamda şimdi. Ya içinden çıktı ya da ben farkettim ya da dışardan bir yerden geldi kafama girdi. Gene bir fikir geldi aklıma; işte slaytlarla zaten uğraşıyordum. Onları büyütüp cama yansıtıyorduk. Öyle SlideShow Galerisi diye bir sey kurduk. Vitrin camlarına, geceleri, aydıngerle kaplayarak slayt yansıtıyoruz. Küratörlerden 80 adet görüntü istiyoruz; slayt. Bunları bize veriyorlar. Görüntüler birbiri ardına geliyor. Yaklaşık beşer saniye ara ile camda görüyorsun, sonra ikincisi geliyor. Böylece slaytlar çoğaltılabilir. Birkaç şehirde de yaptık zaten. Geceleyin bunları gösterebiliriz. Benim de aklıma çok iyi bir fikir geldi: Düşünebiliyor musun ağbi! Şu slaytları büyüterek falan değil de, obje gibi ele alalım bunları. Zaten hep bunlarla uğraşıyoruz, bunları tek tek böyle yanyana koyalım. Mesela Yapı Kredi'nin Kazım Taşkent Galerisi'nin camına yapıştıralım. Müthiş bir şey! Yani her yönden tutuyor; gündüz insanlar, dışarıdan geçen insanlar, içeri girip izleyecekler. Sanat galerisine girmiş olacaklar, slaydın düz tarafını görecekler ve güneş ışığıyla aydınlatılmış halini görecekler. Sonra akşam olunca da galerinin kapısına kilit vuracağız ama ışıkları açık bırakırız ve dışardaki insanlar da aynı slaytların simetriğini görecekler. Camın ardından görecekler, suni aydınlatma altında görecekler ama yaşam tarafında olmanın avantajını yaşayacaklar. Zaten içerde de bir etiket var bunun bir sanat yapıtı olduğunu görüyorsun, kim yapmış, nedir falan. Dışarda hiç öyle bir şey yok, galerinin adı bile yazmıyor. Yazıyor dahi olabilir. Dışardan görenler de herhangi bir şeye bakıyormuş gibi özgürce bakacaklar.

"Lives and Works in Utrecht", 2001-2002Mekânın camları Utrechtilerin dialarıyla kaplı

İşte bu müthiş bir proje. Tabii hemen yapmam lazım. Duramıyor yerinde, işte odanın içinde ... Buraları atlıyorum, zaten biliyorsunuz. Önce kendi slaytlarımı evimin salonunun camına yerleştiriyorum. Çok güzel duruyor. Ama önemli olan dışardan nasıl durduğu. Günün her ışığıyla değişiyor. Şöyle oluyor, böyle oluyor ama dışardan da çift taraflı bir şey olması lazım. Hemen oradan bir skeç yapıyorum. Photoshop programında; daha doğrusu birine yaptırıyorum tabii. Çünkü genelde sanatçılar bu tür konularda beceriksiz oluyorlar. Bu skeçi Yapı Kredi'ye göre yapıyoruz. Çizimini götürüyorum önce birileriyle görüşüyorum. Bu arada Yapı Kredi'de o sırada birkaç sergi var. Önce çok güzel bir sergi vardı: ‘Ressam, Sultan ve Portresi’ adlı. Bu hepimizin çok iyi bildiği Bellini portresi; Fatih Sultan
Mehmed'in. Hakikaten çok hoştu, iki taraftan girilip -- zaten bu kadar yıldır hep kitaplardan görmeye alışık olduğumuz ve belleğimize yerleşmiş, tıpkı arkadaki resim gibi -- o resme birer gönderme yapılıyor. Bir taraftan Bellini'nin gelişimi izleniyor, yine asla ulaşılıyor. Fatih Sultan Mehmed'in gelişimi izleniyor ve yine kafamızdaki asla ulaşılıyor. İki taraftan da çok güzel, bayıldım. Baktım işte kim yapmış, Samih Rıfat sergiyi düzenleyen. Harika! Bu adam beni herhalde anlar diye düşündüm. Ondan sonra gitti birisi de orada, "Samih Rıfat diye taşkafanın tekidir, hiç bir şey anlamaz" dedi. Neyse, ben ne yapayım, anlar anlamaz. Aldım çizimleri götürdüm. Ama anlamaz diye, bir de yanımda dia götürdüm. Bakın, dia. Keşke yanımda cam da getirseydim; cama yapıştıracağız. Neyse gösterdim adama, ama bir çocuğa anlatır gibi anlatacağım taşkafa olduğu için. Adam daha gördü çizimi, "Dur!!" dedi, "Anlatma!""Ne oldu?" dedim."Anladım" dedi. Neyi anladı? "Tamam." dedi "Yaparız bunu.""Dur" dedim, "Anlatayım, sen anlamamışsındır şimdi, bak gece-gündüz...""Yok" dedi. "Anlatma, anladım. Çok güzel harika."Ee iyi. İşte “Hemen yapalım" dedi. “Nisan'da yaparız." Sonra gittik geldik. Ondan sonra bunun yapılamayacağı ortaya çıktı. Çünkü galerinin çizgisine uymuyormuş. Doğru, ayrıca da haklılar. Galerinin profiline, geçmişine, çizgisine vs. hiç bir şeyine uymuyor. "Biz" dedi -- ama gerçekten de üzülmüş adam, ben onun samimiyetine sonuna kadar inandım -- "Biz" dedi, "çok geleneksel bir galeriymişiz meğer. Valla üzgünüm yapamıyoruz. Kabul edilmedi, kuruldan geçmedi." Peki.

Ama ben öyle bir reddedilmeyle reddedilecek adam mıyım? Değilim. Bunun üzerine, neyse o arada bir şeyler oluyor, bambaşka bir sergi oldu. Vasıf'ın anlattığı Torino'daki sergi işte. Oradan buradan bulduk diaları. Orada da tam anlaşamıyoruz bu İtalyanlar nedense genelde böyle oluyor. Arıyoruz adamları işte, "Cam var mı galeride?""Var, var işte şurada cam var."“Nerede? Bir fotoğrafını yollayın.""Yok.""Ne kadar boyutları?"“İşte boyutlar 3 m, 5 m," bir şeyler söylüyorlar bana. En sonunda Torino’daki sergiye ben kelle koltukta, bir sürü diayla -- oradan buradan topladık -- gidiyorum. Bir baktım Torino'daki galeri -- Torino'dan arabaya binip birbuçuk saat gidiyorsun -- dağın tepesinde. Şato. Şatonun bir tane camı var. Yani cam var mı? Var. Oraya işte yapıştırdık diaları. İman gücüyle tek başıma. Ondan sonra oldu, güzel oldu mu? Evet, oldu. Ama bir şekilde işlemedi. Yani oraya gelenlere çok bir şey söylemedi. Çünkü yaşama da gönderme yapması gerekiyordu. Caddeye vs.'ye gönderme yapması gerekiyordu. Benim kafamdaki yer de hep işte -- belki de bana sorarsanız, bildiğim kadarıyla İstanbul'un belki de Türkiye'nin en iyi vitrini olan o, Galatasaray'daki Yapı Kredi'nin vitriniydi. Kazım Taşkent Galerisi'nin. Ama işlemedi dediğim gibi, ancak işte güzel gözüktü. Evet, iyi bir etki yarattı. Ondan sonra döndüm. Bak işte ben şunu yaptım, bunu yaptım; gene gittim tabii hemen Yapı Kredi'ye. O sırada bir de, onlar da beni sergiye davet edeceklermiş zaten. Gösterdim, bakın dedim; şunu böyle yaptık, bunu böyle yaptık diye. Ondan sonra toplantılar falan. "Olmaz, yaptırmam burada olmaz!" falan diyorlar. İşte bir saat iki saat toplantı, kafam patladı. En sonunda razı ettik adamları, projeyi aynen geçirdik. Yapacağız. Şimdi dia toplamak lazım. 

Genç sanatçının aklında şöyle bir şey vardı baştan. Burayı bütün diayla doldururum. Tamam da, ne diası? Eee ne diası olabilir ki? Benim dünyamda başka bir şey yok. Tabii ki sanat yapıtlarının diaları. Başka ne diası olacak? Alakasız, saçma sapan dialar olacak hali yok. Hepsi birer sanat yapıtı diası olacak ki, asıl ortaya çıkacak yapıtın da adı Bir Sanat Galerisinin Gerçekte Nasıl Olması Gerektiği.Dünyanın en büyük sergisini yapacağım ben orada. Bir sürü görüntü bir sürü sanat eseriyle onların kopyalarıyla ama belki de asıllarıyla... E ee, otuz bin belki de daha fazla dia gerekiyor. Bunları toplamak her yiğidin harcı değil.Oradan buradan aldık. Üç bin, beş bin ama bitmiyor bir şekilde. En sonunda biz -- daha doğrusu burda biz genelde ben, ben ve ben oluyor -- herkesi arayıp, "Ağbi, işte siz şunu yapıyormuşsunuz, dia çekiyormuşsunuz. Ağbi bak,

"Bir Sanat Galerisinin Gerçekte Nasıl Olması Gerektiği" Kazım Taşkent Sanat Galerisi, Büyük Cam, 2000

bize de şunu verin. Şöyle bir projemiz var" diye her yerden, artık ne gelirse toplamaya başladık. 

Birşeyler kontrolden çıkıyor

Basın bültenleriyle basına gitmiş gazetelerden, Tom Cruise diaları; abuk subuk aile diaları, işte yemek yerken bilmemne yaparken, yanık saçma sapan dialar -- değil de tabii, bana göre öyle. İşte İran da çekilmiş elinde makine çat çat çat çekilmiş bir devenin yürüyüşü. Her adımı için otuz tane dia çekmiş adam. Uzaktan devenin geçişi. İşte akla gelecek gelmeyecek bir sürü görüntü. Bunları başladık toplamaya. Başka çaremiz yok. Orada anladım ki -- galiba çok da taşkafa değilsem -- ben, birşeyler kontrolden çıkmaya başlıyor. En başında evet bir fikrim var, burayı böyle yapacağım, şurayı şöyle yapacağım. Getir oğlum bana elli bin dia. Ama nedir, bir şekilde insanlarla ilk kez karşı karşıya gelmeye başladım. Ve onlarla konuşmaya, onlardan bir şey istemeye, onların bana verdikleri tepkileri görmeye vs. vs. ve bunlarla birlikte hakikaten birçok şeyin kontrolünü kaybetmeye başladım. Ve genç sanatçı paniklemekle yüz yüze geldi. Neyse ki paniklemedi tam manasıyla. Sonunda şöyle böyle, oradan buradan bir sürü dia bulundu, yapıştırıldı. Son akşam işte azıcık bir yer boş kalmıştı. Orayı, yani son akşam her tarafı doldurduk. Şu kadar bir yer kaldı. İki yüz tane falan dia. O gün dia bitti, çerçeve bitti, bant bitti, her şey bitti. Tam hesaplamışım. Zaten sayısını falan kesin kaçırdım ben birkaç günden sonra. Neyse onu da ertesi gün bulduk. Geç saate kadar çalışmıştık. Işıkları da açık bırakmıştık. "Çıkalım da, bir bakalım" dedik. İşte, dışarı bir baktık ki, herkes ama herkes -- caddenin öbür tarafında kimse yok -- herkes dialara bakıyor. Biz sergiyi hazırlarken Serhan diye bir arkadaşım gelmişti. "Her gelen kendinden bir şeyler bulacak herhalde" demişti. Ben de, "Tam" dedim, "köşe yazarı gibi konuştun." Sonra baktım ki hakikaten, galiba biraz da onun dediği oldu. Peki ben hoşnut muyum? Ya da hoşnut kaldım mı bu durumdan? Valla, yani uzaktan bakınca güzel gözüküyor açıkçası. Özellikle cadde tarafından. Zaten sanat galerisini oldum olası sevmiyorum. Sonra yakından bakınca işte, bir sürü resim. Zaten daha önce de yapılmış.

Birinci bölümün sonu...

Bu konuyla ilgili soru ya da yorum var mı?

Yok.

Feuer und Flamme - Erden Kosova, Serkan Özkaya hakkında