Gerçek Dünya Ekonomisine Bakış

-
Aa
+
a
a
a

big-picture.tv'nin izniyle yayınlanmaktadır.

 

Bence gelecek, hayata bakış açımız ve birbirimize olan yaklaşımımız gibi temel birkaç husus doğrultusunda şekillenecek.

 

Eğer dünya üzerinde yaşayan insanları rakamlardan ibaret olarak algılamaya, dünyayı ise sonuna kadar sömürebileceğimizi düşünmeye devam edersek, elimizde yaşam diyebileceğimiz bir şey kalmayacak. Önemli olduğunu sandığımız bazı şeyler değişmeli!

 

"Jübile 2000" aslında köklü bir inisiyatif diyebilirim. Çünkü Batı medeniyetinin parçası haline gelmiş, bir Musevi inancı olan Jübile geleneğinden ilham almıştır.

 

Bu inanç, tanrının insana bahşettiği en güzel hediyenin dünya üzerindeki bolluk olduğunu, yine de insanların bu kaynakları tüketirken bazı kısıtlamalar getirmesi gerektiğini öngörür. Hıristiyanlar ve Musevilerce benimsenen kutsal tatil günü inancı da benzer bir fikre dayanır. Haftada bir gün tüketmeye ara verir, çalışmazsınız. Bir sonraki gün, ki bu Hıristiyanlar için Pazartesidir, hayatınıza eskisi gibi devam edersiniz.

 

Bir başka deyişle, periyodik olarak tüketime haftada bir gün ara verilir. Hatta her 7 yılda bir toprak kendini yenilesin diye nadasa bırakılır. İşte 2000 sene önce yazılmış olan Tevrat'ta böylesine anlamlı bir öğreti mevcut.  

 

Her yedi kere yedi senede bir, yani 49 yılda bir, borçlar silinir, köleler serbest bırakılır, toprak gerçek sahibine iade edilirdi. Ve "jübile yılı" denilen 50. senede halk kutlamalar düzenlerdi. Bozulan düzenin yerine konmasına yarayan bu gelenek, bir o kadar insanların düşünce yapısını da şekillendiriyordu. 

 

Fakat, 1970'lerin sonuna doğru bütün bu gelenekleri yitirdik. 1970'lerde ise insanlar 7 gün 24 saat çalışma fikrini çoktan benimsemişti.

 

Bir zamanlar insanların için önemli olan bu dini gelenek, zamanla geçerliliğini yitirdi. Bu gelişme ise beraberinde köklü toplumsal değişimleri getirdi. Bence, bundan pişmanlık duymalıyız. Bu gelenekler tekrar canlanmalı.

 

Adını dini buyruk koymamız gerekmiyor hatta dini bile olması gerekmiyor. Birlikte, sürdürülebilir bir hayat için ihtiyacımız olan ne ise adı o olabilir. 

 

"Jübile 2000" varolan sosyal inisiyatiflerden yola çıkarak oluşturulmuş daha çizgi dışı bir sivil toplum hareketi.

 

Güneydeki yoksul ülkeler yıllardır, esasen 1980'lerden bu yana, borçlarının silinmesi için direniş gösteriyor. Fakat milenyum ile birlikte süreç olgunlaştı ve "Jübile 2000" fikri doğdu. Kuzeydeki hareketler güney ülkelerindeki aktivistlerle bir araya gelip, dünya liderleri üzerinde baskı oluşturmaya başladılar.

 

Bu süreçte bizler, halihazırda varolan ama yok sayılan yardım potansiyelini canlandırmak için neler yapmamız gerektiğini gördük. Malum, uluslararası ekonomik sistemin adaletsizliğinden herkes muzdarip. Biz böyle bir kampanya başlattığımızda, herkes yardım kıtlığından ve fakir ülkelerin göz ardı edilmesinden şikâyetçiydi. 

 

Ama biz bunun aksini kanıtladık diyebilirim. Geniş kitlelerin kurbanı olduğu bu adaletsizliğin üzerine gitmeyi başardık, doğrusu ben bununla gurur duyuyorum. Yardıma muhtaç ülkelere yardım için açık ve net bir gündem belirledik. Amacımız yaklaşık 320 milyar dolar borcun silinmesini sağlamaktı. Mebla hususunda hiçbir zaman çok net olmadık çünkü ne kadar borcun silinmesi gerektiğine karar verebilecek merci aslında bizler değiliz. Yine de, 320 milyar dolar civarında olabileceğini tahmin ediyorduk.

 

Sonuç olarak, dünya liderleri 100 milyar dolar borcun silinmesini kabul etti. Bu rakamı yakalamamız hayli büyük bir başarı olmasına rağmen, bir o kadar hüsrandı bizim için. O zaman yıl 1999'du. Şimdi 2004'teyiz, bu süre zarfında gelişmiş ülkeler 100 milyar doların sadece 55 milyarını sildi. Toplam 42 ülkeden sadece 14'ünün borçları silindi. Dünya liderlerinin borçlarınızı sileceğiz diye söz verdiği 28 ülkenin durumu hâlâ muallakta.  

Özetle, daha yapılması gereken çok şey var.

 

Bunun sebebi ise, sermaye akışındaki temel bir değişiklik sonucunda ortaya çıkan kriz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, 1979'a kadar ABD ve İngiltere dünyanın diğer bölgelerine sermaye ihracatı yapan ülkelerdi. Bu iki ülke, sermaye fazlasını yoksul ülkelerin gelişmesi ve yardım için kullanırdı.  

 

Kısacası, yoksul ülkelerin gelişmesini sağlamak için sermaye akışı vardı. 1979 sonrasında her şey top yekun değişti diyebilirim. Bugün ABD ve İngiltere, ülkelerindeki ticaret açığını kapatmak için sermaye ithal eder hale geldi. Bu iki ülke, artık kendi tüketimini finanse edemiyor ve bunu diğer ülkelerinden karşılamak durumundalar. Maalesef gelişmekte olan yoksul ülkeler de bu listede.

 

Dünya Bankası, gelişmekte olan ülkelerin borçları ve mali durumu hakkında yıllık bir rapor hazırlar.  Son 3 yıldır uzmanlar, gelişmekte olan ülkelerin, zengin ülkeler için finansal kaynak rolü oynadığını belirtiyor. Bu akıl almaz bir adaletsizlik ve düzen böyle işleyemez!

 

Ortadoks ekonomistler, bize hep sermayenin çok olan taraftan az olana doğru aktığını öğrettiler. Şimdi her şey alt üst olmuş durumda. Akış, sermayenin az olduğu ülkelerden çok olan ülkelere doğru. Bir başka deyişle, şimdiki düzende fakirler zenginleri finanse ediyor.

 

Yıllardır öyle ya da böyle varolan ekonomik sistemde, paranın zenginden yoksula akması gerekirken artık zengin kesim yoksuldan alıyor. Gelişmiş ülkelerin üçüncü dünya ülkelerine verdiği borçlara uyguladığı faiz bu yaklaşıma bir örnektir. "Jübile 2000" hareketinin amacı işte bu konular üzerine yoğunlaşmak.

 

Buna ilaveten, dünyanın bugün karşı karşıya olduğu politik istikrarsızlığın, Endonezya, Çin, Türkiye ve Ortadoğu'daki Müslüman ülkelerin öfkesinin altında aynı sebep yatıyor. Küresel ekonominin işleyişi ve adaletsizliği ile ilgili olarak sürekli artan bir öfke hakim. İnsanlar ayrıntılarıyla kavramıyor belki ama birtakım şeylerin yanlış gittiğini anlamak için de alim olmak gerekmiyor. Dünyanın geri kalan kısmı sefalet içinde yaşarken, küçük bir azınlığın keyfinin yerinde olduğunu herkes biliyor. 

 

Genel kanı, gelişmiş ülkelerin yoksul ülkelere karşı çok yardımsever olduğu ve onlara yardım ettikleri yönünde. Doğrusu ben bu kanının artık değişmekte olduğu inancındayım. İtiraf etmeliyim ki, insanların fikirlerinin değişmesini sağladığı için Jübile 2000'le gurur duyuyorum.   

 

2001 yılında, "Amerika Birleşik Devletleri: Ağır Borçlar Altındaki Refah Ülke" isimli akademik bir çalışma yayınladık. Bu sayede, insanların bir nebze de olsa bilinçlenmesini sağladık. Uzmanların da bildiği gibi, ABD'nin ciddi bir bütçe açığı problemi var ve ülke kaynaklarının üzerinde bir yaşam sürüyor. Bunu sağlayan ise dünyanın geri kalan kısmı...    

 

Kısacası, gelişmekte olan ülkelerde bilinçlenme süreci ne denli başarılı olursa, adalet yoksunu ekonomik sisteme karşı tepki de o kadar büyük olacaktır...  

 

 

İnsanlığın ekolojik borçlarının bu denli yığılmış olması küresel ekonominin ciddi bir ayıbıdır. Kuzeydeki küreselleşmiş ülkeler, doğal kaynakların kendilerine sunduğundan daha fazlasını tüketiyor.Öyle ki, doğanın bize sunduğu kadar tüketmenin nasıl bir şey olduğunu dahi bilmiyoruz. Doğanın çizdiği sınırlar dahilinde bir yaşam nasıl olur en ufak bir fikrimiz yok. Kaynakları ne kadar tüketmeliyiz, kirlilik ve zehirli gaz salımı gibi sorunlar hangi noktadan sonra nükseder farkında değiliz. Çünkü bizler bu sınırları hiçe sayıyoruz ve fosil yakıtları tüketmeye devam ediyoruz.

 

Özellikle gelişmiş ülkelerin ciddi boyutlarda "ekolojik borcu" var. Yoksul ülkelerin ekolojik borçlarına kıyasla cüzi miktardaki ekonomik borçlarının silinmesi için çaba sarf etmemizin gerekçelerinden biri de bu... 

 

İlkim değişikliği ve etkileri, ekonomik konular ile ilgili düşüncelerimizin şekillenmesinde şüphesiz rol oynuyor. Örneğin, yakın zamanda göreceğiz ki ortodoks ekonomiler iklim değişikliği sonucu ortaya çıkan sorunları çözecek donanıma sahip değiller. 

 

Uluslararası Para Fonu IMF'nin senede iki kez yayınladığı Dünya Ekonomisine Bakış raporuna alternatif olarak hazırladığımız Gerçek Dünya Ekonomisine Bakış'ın yeni sayısında işte bu konuyu ele alacağız. 2005'te yayınlanacak olan yeni sayıyı ilkim değişikliği ve ekolojik borçlara ayırdık. 

 

Yapmamız gereken, yaşam biçimimizi tepeden tırnağa değiştirmek. Doğanın bize sunduğu kadarını tüketmemiz gerektiğini anlamalıyız. Her şeyden önce bu konuda mutabık olmalıyız. Ve sonrasında fosil yakıt tüketimini ve para akışını kontrol altına almamız lazım.

 

1979'dan itibaren, sınır ötesi para akışı ve kredi sağlanması gibi konularda müthiş bir düzensizlik gözlemleniyor. 1920'lerde finansal düzeyde benzeri bir vaka yaşandı ki bu süreç beraberinde 1929'un Büyük Buhran'ını getirdi. Görünen o ki, insanlık tüm bu yaşananlardan ders çıkarmamış. 

 

Ancak İkinci Dünya savaşı sonrasında, dünya liderleri para akışını yönlendirmek için bir şeyler yapılması gerektiğini öğrendi. Örneğin, 1944'te Bretton Woods'ta gerçekleşen tarihi BM Para ve Finans Konferansı bu amaçla düzenlendi. Sermaye ve para akışı kontrol altına alınıp, hükümetlere özerklikleri iade edildi.

 

Bana göre, hükümetlerin kendi parasını yönetmesi tek demokratik çözüm. Şu an dünya üzerindeki birçok hükümet, ekonominin yapıtaşı olan faiz oranları, döviz kurları, kredi dalgalanmaları gibi gelişmelerin gidişatında söz sahibi değil.

 

Gelişmelere yön veren ise, "piyasa" diye adlandırılan gözle görülmez, sayılamaz yapı. Piyasayı kim yönlendirir asla bilmez ve görmezsiniz. Ne sizin oylarınızla iş başına gelmiştir, ne de oylarınızla onu görevden alabilirsiniz. Fakat şu apaçık ortada, piyasa bir ülkenin ekonomisini alaşağı edebilir. Bu yüzden, hükümetler kendi ekonomik politikalarını çizecek özerkliğe sahip olmalı.

 

Şayet bizim oylarımız ile iş başına gelen hükümetler, taleplerimiz doğrultusunda politikalar üretemiyorsa, gerçek demokrasinin varlığından söz edemeyiz.   Eğer sermaye piyasasını kontrol altında tutamayacaksak demokrasinin anlamı ne? Yani piyasa ne mali şeffaflık sağlar ne de gücün halkla paylaşılmasına yarar...    

 

Bence, dünya üzerindeki sınırlı kaynakları ne oranda tüketiyoruz ve çevreyi ne derecede kirletiyoruz gibi birçok önemli hususta düzenlemeler yapılmalı. 

 

Ayrıca, finansal konularda düzenlemeler yapmalıyız. Kaynak ve kredi yaratımı hususunda da bazı çalışmalar yapılmalı. Bütün bu düzenlemeler, yaşamak istediğimiz dünya ereği üzerine kurulmalı.

 

Bu öyle bir dünya olmalı ki az ile yetinmeyi öğrenelim. Ayrıca tüketimin katlanarak artmayacağı fikrine alışmalıyız. Daha mütevazı ve yerel kaynakların sunduğu kadarıyla hayatımıza devam etmeye çalışmalıyız. Bence, yerel coğrafyada yetişen besinleri tüketmek fikrini daha ciddi bir şekilde ele almalıyız.  

 

Şu an havayolu şirketleri en büyük fosil yakıt tüketicileri. Ama gelecekte bugün olduğu gibi ürün nakliyatı bu denli rahat yapılamayacak. Daha kısıtlı imkanlar sunan bir dünya düşüncesini kabullenmemiz lazım.

 

Ekonomi uzmanı Herman Daly'nin deyişiyle insanlık hayatını "yaşamın varolduğu çatı" altında sürdürüyor ve bu düzeni, kaynakları sonuna kadar tüketerek ve sömürerek alt üst etmeye devam edemez. Daha az ile yetinmeyi öğrendikten sonra, sürekliliği sağlayacak uygun düzenlemeleri yürürlüğe koymalıyız.

 

Her şeyden önce, hükümetleri demokrasi ışığında ve özerkliklerini sağlayarak güçlü kılmalıyız ki yapılması gerekenler gerçekleşebilsin.

 

big-picture.tv'nin izniyle 13 Aralık 2005'te Açık Radyo'da Büyük Resim programında yayınlanmıştır.

 

Çeviren: Özge Artunç

  

Ann Pettifor, Londra'da bulunan New Economics Foundation'ın  içinde yer alan Jubilee Research projesinin ve Jubilee 2000 kampanyasının yöneticisidir. Aynı zamanda, IMF'nin her yıl yayımladığı Dünya Ekonomisine Bakış (World Economik Outlook) raporuna alternatif olarak yayımlanan Gerçek Dünya Ekonomisine Bakış (The Real World Economic Outlook) raporunun editörüdür.