Felsefe Light - XXV

-
Aa
+
a
a
a

Hümanizm

 

Dile kolay tam bin yıllık bir terör bu. Avrupa tarihinin bin yılına damga vuran Karanlık Çağ. İlla ki bitecek. Rönesans, Kilisenin tarihe terörist müdahalesine son veren kalkışmaya verilen isim.Kilisenin egemenliği sadece Orta ve Batı Avrupa üzerinde çok ciddi biçimde kendini gösteriyordu. Birkaç haçlı seferi ile bu egemenlik yayılmaya çalışılmış ise de daha doğuşundan 650-700 yıl geçmeden karşısına ciddi bir rakip çıktığı için yeterli zamanı da bulamamış diyebiliriz.Rönesansın başlangıç yeri birçok kez iyilik ve kötülüğün çarpışma alanı olan İtalya. Birçok kent kilisenin insana karşı vahşiliği karşısında komünleşerek dayanışma içerisine girdi. Bu komünler burjuva yaşamının ve modern kapitalizmin başlayabilmesi için gerekli altyapıyı oluşturdular. Bu da daha özgür düşünebilen insanlardan oluşan kentler doğurdu.Hatırlayalım. Felsefenin başlangıcı da bu vasıflara sahip Miletos'ta olabilmişti zaten.Özgür insanı bağımlı insandan ayıran özellik birey ile sürü arasındaki özelliktir. Sürü bir çoban ve birliktelik gerektirir. Ödülü ise fazla düşünmeye gerek olmamasıdır. Birisi sizi otlayabileceğiniz şeylerin bulunduğu yere götürür ve kötülüklerden korur.Bin yıl Avrupa insanı İsa'nın çobanlığında şeytandan korundu ve ruhunu İncil ile doyurdu.Sonunda birileri sürüden ayrılıp başka otlaklara da gitmeyi akıl etti. Nasıl biliyor musunuz? Mucize oldu. Bir tane adam çıktı.Johannes Genfleisch zur Laden zum GutenbergBaskı makinasını icat etti. Kilisenin tekelinde olan bilgilere herkes ulaşabilmeye başladı. Tüm bilgiler pek çok dile çevrildi ve insanlar sonunda hangi saçmalıklar ile kandırıldıklarını gördüler. Kendi dillerinde ibadet etmeye başladılar. Sorgulamaya başladılar. Cevap istediler. Köşeye sıkıştırdılar.

Kimse gülmesin.Bir işe daha yaradı tabii. Teknik eğitim tabana yayıldı. Bilimin önü açıldı.İşte bugünlerin pırıl pırıl açan, belkide çamurun ve karanlığın tam ortasında olduğu için gözleri kamaştıran bir çiçeği var elimizde.Hem de nereden yeşerdi bilir misiniz? Kilise okullarından. İtalyan okullarında Studia Humanitas adlı bir ders vardı ve ders dilbilgisi, tarih, retorik, şiir ve

 Matbaanın icadı dünyayı değiştirecekti

etik alt bölümlerinden oluşuyordu. 

İşte bu bölüm araştırmacı ve öğrencileri olan ümanistler kısa süre içerisinde kilisenin ideolojisine ufak ufak başkaldırmaya başladılar. Kilisenin yaratmaya çalıştığı insan onlara göre insanlığa Yabancı İnsan idi. Bunun dışında kalan insanlar yani kilisenin istediği yola girmeyen insanlar da Yabancıllaşmış İnsan oluyordu. İşte ümanist burada can alıcı soruyu sordu;        İnsan nedir?Bu sorunun cevabını düşünmek dahi ümanistleri kiliseden kopartmaya yetti. Kilisenin istediği insan İsa'nın çobanlığı altında sözde Tanrı yandaşı ve O'nun koruması altında bir yarı Tanrı adayı iken kilise tarafından onanmayan insanlar ise sonsuza kadar kurtuluş umudu olmayan ve şeytana esir düşmüş insanlardı.Ayağı yere basan tüm akıllı insanlar bu iki prototip insan arasında hiçbir fark olmadığını gördüler. Koskoca bir metafizik çöplüğü olan Hıristiyanlık insanı içine alıyor, yoğuruyor, tekdüze hale getirip aşırılıklarını törpülüyor ve insani bütün vasıflarını kaybettirdikten sonra gerisin geri topluma gönderiyordu. Ümanist görüş tarihe ve insan doğasına yabancılaşan bir kilise ile karşı karşıya olduğunu anlamıştı. İlk olarak tarihi silahlarını kuşandı, yani Roma paganizmine ve materyalizmine başvurdu. Ruh ve Öteki Dünya yaklaşımlarını reddetti. Elle tutulan, gözle görülen bireyden kuşkulanamayacağını varsaydı. Teori tek cümle ile kondu ortalık yere;

 

İnsanın değeri doğrudan doğruya kendinden kaynaklanır;insan hiçbir şeyin, hatta Tanrı'nın bile aracı olamaz.         

 

Bu sırada Hümanistlerin yardımına Haçlı Savaşlarında çarpışan Hıristiyan sürülerinin ilk kazandıkları birkaç zaferden sonra peşpeşe uğradıkları yenilgiler yetişti. Hıristiyan orduları boyuna yeniliyorlar ve İsa yardıma koşmuyordu. Sonra aynı kalleşliği bir başka peygamber daha yapacaktı ya.Kuşku bir kere girdi mi, akla soruların ardı arkası kesilmez.Kilise ve bağnaz Hıristiyanlık sorulara yenik düşmüştür.Gelelim bu felsefe sisteminin öncülerine. Francesco Petrarca, Giovanni Boccacio, Niccolai Machiavelli, Thomas More en ünlüleri. Az az dokunalım hepsine.Petrarca ilk ve en ünlüsü. Şair ve bilgin. Aşk onu muhteşemleştiren tek şey. Laura'ya aşkı şiirler yazdırırken Laura vebadan ölmüştü. Laura yaşarken ve ölümünden sonra yazdığı şiirler büyük edebi değerlerinin yanında insan yaşamının anlamı ve Tanrı'ya güvenmenin zorunluluğu üzerine yepyeni yaklaşımlar taşıyordu.Balyozla vurdu insanın kafasına acı gerçeği; Tanrı vardır ama insan bu dünyada yapayalnızdır. Tanrı bile insana yardımcı olamaz. İnsan yaşamının amacı mutluluk ve ruh dinginliği ile huzurdur; ama bunlar insan için olanaksızdır. İnsanın payına düşen acı dolu bir yaşam, sert ve ağır bir savaştır.Gelelim Boccacio'ya. Ya da ona sonra gelelim.Ben önce kendime geleyim.Becerebilirsem.

 

* * *

Giovanni Boccacio

adı size birşey hatırlatmıyor ise Decameron hatırlatabilir. Lise başlangıcımın unutulmaz keyifli anlarını borçlu olduğum bu yazara Hümanizm de epey şey borçlu.Çocukluğundan ölümüne mutsuzluğun romanını yaşam yapmış bu adamdan bu kadar eğlenceli şeyler çıkabilmesi beni kıskandırıyor.Mutsuz ol ve mutluluk üret. Bundan daha çok erinilecek birşey olabilir mi?Problem alanı, tüm hümanistler gibi onun için de insandı. Daha dar alan ise insan yaşamının anlamı ve ethik. Onu epistemoloji ya da ontoloji hiç ilgilendirmez. Bilimadamı yönü hiç yoktur. Genel görünümü ise mutsuzluğunu başkalarının kahkahalarına gizleyen ve gününü gün edermiş gibi görünen umutsuz bir materyalistin görünümünden başka hiçbirşey değildir.Siz kalbinizdeki neşenin hergün bir bölümünü daha dışarı verip yerine bir avuç hüzün koymayı bilir misiniz?Siz başkalarının gülüşlerine aldanıp, onlarla beslenmeyi, gülüş ödünç almayı, gülüş çalmayı bilir misiniz?Boccacio biliyordu.Boccacio'ya göre insan, yaşamı olduğu gibi kabul etmelidir, değiştirmeye çalışmak olanaksız ve anlamsızdır. Ne başımıza gelirse kendi eylemlerimizin sonucudur. Sonuçlarına razı olmalıyız. Huzura kavuşabilmek için, mutlu olabilmek için isteklerimizi gücümüz ile sınırlı tutmalıyız. Ancak böylesine bir kabulleniş bizi soylu kılar.Atlayayım Boccacio'yu. Beni üzüyor.

* * *

Sıra Niccolai Machiavelli'de. Ölümünden önce Fransızca'ya ismini bir deyim olarak hediye etmiş bu üstad. Fransa'da 'rezillik' teriminin karşıtı makyavelizmdir. Hakkında sayfalar dolusu yazmak mümkün ama yazılacak şey hep aynı olacak:İkiyüzlülüğü nasıl düstur haline getirirsiniz.Nabza göre şerbet nasıl verirsiniz; diğer bir deyişle.Adamın taraftar olduğu tüm görüşler kaybetmiş ve her seferinde karşıt görüşün emrine girmiş.Basit anlatımla Machiavelli'nin tarih felsefesi, onun "İnsan nedir?" sorusuna yaklaşımında temellenir. İnsan potansiyel olarak yaratıcı bir enerji kümesidir. İnsanın ana içgüdüsü temel belirleyici değeri olan egemen olma arzusunu koşulsuz olarak yaşama geçirme iradesidir. İnsan dinlere, politik sistemlere ve çağlara göre değişmez, her zaman aynı kalmıştır.Dünya her zaman hep aynı ihtiraslara sahip insanlarla dolu olmuştur.İnsan doğuştan kirlenmemiştir, kötü değildir, ama kötüye karşı hep zaafı, eğilimi vardır. Devletin varlık nedeni, işte insanların bu yanıdır.Machiavelli'nin insanı ürkütücüdür, ancak ne var ki insan budur.

* * *

Son Hümanistimiz Thomas More diğerlerinden biraz daha farklı. Önce milliyeti farklı. O bir İngiliz. Sonra dini görüşü kilise ile daha uyumlu bir insan. Hümanist görüşü de daha ılımlı. İnsan doğruyu, kötülüğü bünyesinde barındırabilen bir varlıktır ancak bu azlara indirgenebilir. Burada esaslı bir saptama yapıyor. Bu en az durumu bireyin tek başına başarabileceği bir durum değildir. Çözüm toplumun ekonomik yapısının değiştirilmesinde yatar. Değişim özel mülkiyetten toplumsal, ortak mülkiyete geçişle olanaklıdır.Pis komünist.More'a göre özel mülkiyet insanı bencilleştiriryor ve kötüye yatkınlığının gelişmesine neden oluyordu. En sonunda da baklayı ağzından çıkarttı:

            Mülkiyet hırsızlıktırBunları söylerken bir yandan da kiliseye ve papaya ölümüne sadıktır. Ölümüne lafını, lafın gelişi söylemedim. VIII. Henry'nin has adamıdır More, ama VIII. Henry uçkuruna sahip çıkamayıp karısını boşayıp yeni karı almak isteyince karşı çıkmış ve hayır demiştir. Kralın uçkuru sonunda üstün gelmiş More başı balta ile kesilerek öldürülmüştür.

Bu araya sıkıştırılabilecek çok şey var ama hiçbirinden hoşlanmıyorum. Hiç olmazsa isimlerini tek tek sayayım. Meraklanan ansiklopedik bilgileri takip edip öğrenebilir. İngilizce bilenler internetten de araştırıp bulabilirler.

Ne garip değil mi, İngilizce bilmeyene nerdeyse yaşam hakkı yok.Skolastik az biçim değiştirdi ve Skolastik Olgusalcılık (Realizm) halini aldı. Canterbury'li Anselmus ile, Tanrı'ya gizemsel düşünce ile varılabileceğini iddia eden St. Victor kilisesinin papazları Gizemcilik diye birşeyler icat ettiler. Amalric ile tepelere ulaşan Kamutanrıcılık hüküm sürdü bir süre, sonra Skolastik karşıtı düşünceler başladı Aristoteles yeniden keşfedilerek, ve araya Arap felsefesi girdi Platonu temel taşı yaparak. Onların da temel amacı temeli olmayan mantıksız dinlerine ayaklarını üstüne basacağı bir taban felsefe bulmaktan ibaretti. El Kindi ile başlayan bu yolculuklarında Farabi, İbni Sina, İbni Miskeveyh, Gazali ve İbni Rüşd ile epey ilerlediler. Sonra Skolastik geriledi ama, sadece Hıristiyan aleminde. Ve John Duns Scotus Skolastikliği toptan reddederek yepyeni bir çığır açtı.Biraz ondan bahsedeyim. Dogmalar tartışma ötesidir, inanç en yüksek gerçekliğin temelidir ve sevgi temel erdemdir diyor Scotus. İnanç ve sevgi Tanrı'yı görmenin koşullarıdır; bu yüzden irade akıla üstündür. Scotus felsefeyi dinin tekelinden de kurtardı. "Dinin kendi ilkeleri vardır ve konusu (Tanrı) en yüksektir ancak felsefenin de kendi ilkeleri vardır ve bağımsız bir bilimdir ve hiçbir biçimde dinin altbilimi değildir" dedi.Allah ondan razı olsun.Sonra Adcıllar (Nominalizm) adlı felsefik sistem ortaya çıktı. Dinin bilim olmadığını ve dinde hiçbir şeyin kanıtlanamayacağını ileri sürerek kilisenin yenilgisini hızlandırdılar. Latin Gizemciliği diyebileceğimiz artçı bir gizemcilik sistemi bunları takip etti Meister Eckhart ile.Sonunda da pek tabii bilinen son geldi:

 

Reform

 

14. yüzyıl bitip 15. yüzyıl başladığında artık karmaşık düşüncelerden başı dönmeye başlayan, aynı Roma İmparatorluğu gibi çok büyüdüğü için kendi kendini yemek zorunda kalan Kilise, üflesen yıkılacak hale gelmişti.

 

Martin Luther (1483-1546) ender portrelerinden birinde (Lucas Cranach)

Martin Luther üfledi. Endüljans nedir bilir misiniz? Kilise para kazanabilmek için günah affetme yöntemi uygulardı. Önce ufak bağışlar karşılığı yapılan, ancak güzel bir kazanç kapısı olduğu görülünce papazların ticaret aşkını körükleyen bu olgu sonunda Papalığın seri üretime başlamasına neden oldu. Hele hele Haçlı Seferleri sırasında orduya katılma karşılığı binlerce endüljans dağıtılmaya başlandı. Eğer bir endüljansınız varsa bırakın hayatınızı, öbür dünyadaki yaşamınız bile garantiydi.Hani şu meşhur cennetin anahtarını dağıtma hikayesi canım.İşte Martin Luther önce buna dokundu ve bu satışların daha sıkı denetlenmesini istedi. Aslında pek de suya sabuna dokunmuyordu Luther, yazdığı ve baskı tekniğini kullanarak çoğalttığı yazılarında. Ancak çok şiddetli bir tepki ile karşılaştı.
Reklamın iyisi kötüsü olmazmış. Bu şiddetli Kilise tepkisi toplumun bastırılmış karşı tepkisinin de ortaya çıkmasına neden oldu. Alman ulusal bilinci kendine bir kahraman bulmuştu. Kendilerine Martin Luther'i bayrak yapıverdiler.Luther son olarak Pavlus'un "İnsan şeriatın gerekleri dışında imanla aklanır" lafına iman sözcüğünün başına 'Yalnız' sözcüğününü ekleyip cümleyi İnsan şeriatın gerekleri dışında yalnız imanla aklanır deyince sonunda kilise ayaklandı. Kilisenin bu görüşü kabul etmesi kendi kapısına kilit takması demekti. Derhal savaş açıldı. Önce tutuklatmak istedi kilise Luther'i, kaçınca beceremedi. Sonra Roma'nın göbeğinde Luther'in vaaz ve yazıları törenle yakıldı. Bir bayrağı olsa hatta bir de kuklası olsa onu da yakarlardı ya. Kafa o kafa ne de olsa. Bu Luther'i sertleşmeye itmekten başka hiçbir şeye yaramadı. Önce Alman ulusunun soylu Hıristiyanlarına sonra da ilahiyatçı papazlara yazdığı iki yazı ile kilisenin birçok uygulayageldiği dinsel törenleri, putperestlik ve günah olmakla suçladı. Sonra doğrudan Papa'ya yazdığı yazı ile kiliseyi devletin denetimine açtı. Papa da onu aforoz etti bittabi.

 

Bir o taraf bir bu taraf meydanlarda kitap yaka yaka işi iyice gerginleştirdiler. Sonunda Kilise şiddete başvurmaya kalkıştı ama sadece aristokratlar değil köylüler de reformistleri destekleyip onların yanında savaşacaklarını belirtince kilise geri adım attı.İşte burada Luther bu ayaklanmacıları da fanatik bulmaya ve orta yolu tercih etmeye başladı. 1523 yılında yayınladığı yazısında dünyevi ve ilahi yönetimi birbirinden ayırarak devlete karşı ayaklanmayı yasakladı ve günah olarak suçladı. Yani laikliğin ilk kapısı açılmış oluyordu böylece.Luther'de felsefik yönden çok aksiyon mevcuttur. Ancak o felsefeye borçlu olmasa da felsefe ona çok borçludur. Onun yüzyılını takip eden yüzyılda Jean Calvin bayrağı biraz daha ileri taşıdı. Kaderci bir anlayış öne sürerek kilisenin insanın kaderi üzerinde hiçbir etkisi olamayacağını öne sürüyordu. Bu hümanizm ile de çelişen bir görüştü. Ne insan ne kilise kendilerine baştan Tanrı tarafından biçilmiş kaderin dışına çıkamıyorlar ve her ikisi de varlıklarının amacını yitiriyorlardı bu görüş ile.Bu tehlikeli bir bakış açısıydı aynı zamanda. Erdemin ve özgürlüğün de anlamı yitmişti. Şeytan devre dışı kalmış ve kötülük doğrudan Tanrıya bağlanmıştı.Protestan kiliseler giderek özellikle Orta Avrupa'da güç kazandılar. Hatta Calvin zamanında ilk kez bir Katolik papaz yakılarak öldürüldü ve papalığın pek sesi çıkamadı. Katolik Kilisesinin temel taşı olan Şeytan'ı Protestanlıkta artık geçerliliğini yitirmişti. Ancak teslis, yani kutsal üçlemede, yani Baba, Oğul ve Kutsal Ruh inanışında her iki kilise de uyum içerisindedir. Tek tanrılı dinler içerisinde biri açık, diğer iki tanesi gizli kapaklı olmak üzere üç Tanrısı vardır gerçekte bu dinin.

Haftaya: Bilim ve Felsefe