Zaman Gazetesi30 Kasım 2004
Uzun süre yurtdışında yaşadıktan sonra Türkiye'ye dönen Aslı Aydıntaşbaş çevresine 'yabancı gözüyle' baktığını, bunun avantaj olduğunu yazdı Sabah'ta (23/11). Türk toplumunun asabi olduğunu görebilmiş böylelikle. Hem 'asab' hem 'avantaj' kısmına katılıyorum bu yazının. 'Yabancılık' konusunda da bir şeyler eklemek istiyorum.
İnsanların içinde bulundukları durumu zamanla doğal saymaya başladıkları ve dolayısıyla çevrelerini 'göremedikleri' doğrudur. Göremedikleri, durumlarının muhtemel çarpıcı özelliğidir: biricikliği, eksiklikleri, tuhaflıkları, sıradanlığıdır. Bunların görülebilmeleri için başka bir yerde var olan 'farklı' bir durumu bilmek gerek; bu yer aklımız da olabilir. Görebilmek, yani bilinçli ayırt edebilmek ancak 'kıyaslama' ile sağlanabiliyor.
N. Elias bu durumu anlatmak için 'habitus' sözcüğünü kullanmıştı 1939 yılında. Toplumca ortak paylaşılan anlayışlar tek doğru olarak anlaşılmakta ve dolayısıyla anılması bile gerekmeyen doğal durum sayılmakta. Kanılar ve önyargılar da artık 'bilgi' ve nesnel gözlemler olarak algılanır. Her insanda az ya da çok önyargılar bulunmakla birlikte hiç kimse 'önyargılıyım' demiyor bu yüzden. Önyargı öyle bir şey ki, sezildiği anda zaten yok oluyor, aşılıyor; ve bir kişide o kişi tarafından sezilmediği oranda var olabiliyor.
T. Khun ünlü yapıtında (1962) duruma daha da bir açıklık kazandırmıştı. Toplumlar ister inanç ve mitoslarını, ister 'bilim' sistemlerini olsun (anlaşarak ve birbirlerini teyit ederek) aralarında bir 'tutarlılık' sağlayacak biçimde oluştururlar. Khun bu görüşlerin bütününe 'paradigma' demişti. Artık paradigmaya yöneltilecek her tür eleştiri sağır kulakların aşılmaz duvarıyla, ya da sistemi savunmaya hazır inançlı taraftarların sözde 'mantıklı' ısrarıyla karşılaşacaktır. Kişiler tek tek eleştirilerin karşısında sarsılsa bile, birbirini doğrulayan kalabalıkların, görüşleri konusunda kuşkulara düşmesi daha yavaş olmaktadır.
Nesnellik ve öznelliğin yansımaları
Kimilerince kötümser, yıkıcı ve/veya postmodern görüşler sayılan bu yaklaşımlara göre, insanın duyuları ve düşünce sistemleri nesnel (objektif) değildir; insanlar her olayı, bilimsel deneyleri bile, kendi öznel (sübjektif) filtrelerinden geçirirler, kendi insani ya da kişisel yargılarından etkilenerek belli sonuçlara varırlar. Ve bu sonuçlar artık onların 'gerçekleri' olur. İnsanlığın öznel yanını vurgulayan bu tür yorumlar ise sanıldığı gibi hiç de yeni değildir, nüveleri antik sofistlerde ve Hume'da (1711-1776) bulunabilir.
Bu durumda basmakalıp görüşlerin dışında yeni bir şeyi görebilmek ve savunmak paradigmanın dışındakilerden sağlanıyor. Yani 'yabancıdan'. Ancak bu yabancı genellikle hoş karşılanmıyor toplumca. Tarih içinde farklılık tepkiler doğurmuştur. Sokrates ve G. Bruno'yu klasik örnek olarak hatırlatıyorum. Birine zehir içirdiler, ötekini canlı ateşe verdiler. Oysa masum şeyler söylüyorlardı, bugünün anlayışına göre.
Zamanımızda bu öfkenin en yaygın ve üzücü biçimi 'yabancı düşmanlığıdır'. Bu anlamıyla 'yabancı' farklı ulustan biri ya da Amerika gibi uzak bir ülkede yaşayıp gelmiş olan değildir, çoğunluğun paradigmasına katılmayandır. Bunlar toplum içinde tepkilerle karşılanırlar, hatta kendi aileleri içinde bile. Onlar da kendilerini 'yabancı' hissetmeye başlar. İnsan 'başka türlü' olmaya başlamayıversin! Artık toplumca dışlanır. Ya da olaya başka açıdan bakarsak, 'başka türlü düşünen' toplumunun dışına çıkma eğilimleri sergiler. Zaten 'toplum' da bir anlama bu demek değil midir: Uyumu tek tiplilik üzerinde sağlayan bir kalabalık.
Toplumun ötekiler ile olan ilişkisi
A. Camus'nun Yabancı romanını düşünün; ya da Dostoyevski'nin uyumsuz kahramanlarını. Ya da yanıbaşımızda yaşayan ve fikir suçlusu olarak mahkemelerde sürünenlere bakın. Hepsi toplumca yıkıma mahkum edilir. Cinsel farklılıktan, farklı giyimden, ideolojik ve felsefi orijinalliğe dek her fark tehdittir tutucu topluma. Ve bu korku anlaşılırdır bir bakıma: Çoğunluğun huzurunu, güvenini, inancını sarsan biridir 'yabancı'. Sokrates bunu sezmiş, kendini rahatsızlıklara neden olan bir sineğe benzetmişti, toplumun ona sunduğu zehri içerken.
Antropolog Ulf Hannerz bir çalışmasında insanları 'kozmopolit' ve 'yerelci' olarak ikiye ayırır. Birinci terim maalesef Türkçede tarihî nedenler yüzünden olumsuz anlam edinmiştir (yabancıya yakın olmak!), oysa burada kastedilen, dünyaya ve farklılığa açık kimsedir. Belki yabancı gibi konuşmamak, Türkçede 'evrensel' 'alemşümul' demek gerek 'kozmopolite'. Yerelci ise, bir metropolde de yaşasa, içine kapalı, yabancıdan çekinen kimsedir. İkinciler küreselleşme döneminde, taşralığa, dar çevreye sığınanlardır. Hannerz dünyaya açılanlar için de şunu söyler: 'Bu gruba girenler yerelcilerin aksine artık kendi evlerinde yabancı hissedeceklerdir, günlük yaşam onlara normal görünmeyecektir'.
Yani yabancı ülkede yaşamanın avantajını kabul etmekle birlikte 'yabancılığı' coğrafi anlamda anlamıyorum, geleneksel kalıpların, yerleşmiş yargıların, alışılmışlığın dışına çıkma olarak anlıyorum. Budur zamanımızda çarpıcı yabancılık. Yurtdışında yaşamış olmak önemli olmakla birlikte gerçek yabancı, yerleşmiş dünyamıza yabancı olandır.
Aslı Hanım'a hoş geldin diyeyim. Onu en son 1999 yılında Amerika'da görmüştüm. Gençti ama yabancı gibi bakabiliyordu etrafına, yani eleştirel bir bakışla. Yazılarını da izledim sonraları. Hiçbir zaman yerelci olmadı gibi geliyor bana. Belki de artık hep 'yabancı' kalacak.
Ama üzülmesin kimse 'yabancıların' hesabına. Ben de arada yabancı hissederim. Fevkalade güzel bir duygudur. Yakın çevre biraz uzak kalsa da insanlığı kapsadığınızı, kucakladığınızı hissedersiniz. Küçük, dar, sınırlı coğrafi yerleşim birimleri arada 'asabi' ve boğucu görünse bile önünüzde açılan koca renkli bir dünya sıkıntıyı fazlasıyla telafi ediyor.