Esmerler beyaz kaleleri zorlamakta biraz biraz

-
Aa
+
a
a
a

Tan Morgül – Kıvanç Koçak

 

Malum, memleket bir zamandır “seçim sathı”ndaydı; yerel seçimler gündemi gayet doldurmaktaydı. Beri taraftan seçimler sadece yerel seçimler bazında değil, İstanbullu üçlü “futbol oligarşisi”nin ikisinin de temel gündem maddelerindendi. Fenerbahçe ve Galatasaray, başkanlık seçimleriyle meşguldüler. Fenerbahçe meseleyi geçmiş yılların aksine nispeten sessiz sedasız hallederken, son yıllarda görülmedik bir kaos ortamına giren Galatasaray’da işler epey karıştı. Neticede aslında kamuoyunun pek de beklemediği (veya bilip de bilmezlikten geldiği) oldu ve Özhan Canaydın Galatasaray başkanlığına tekrar seçildi. Bu süreçte ortaya çıkan bir tartışmaya, “mektepli-alaylı” tartışmasına, Galatasaray’ın gerçek sahibinin kim olduğu yolundaki tartışmaya; yerel seçimler-AKP-“cumhuriyetin sahipleri” düzleminde de bakma olanaklarını deneyelim mi?

 

Her şeyden önce şunu ortaya koymak lazım sanırız: Taraftarlar ne kadar bir tür “futbol romantizmi” içinde aksini iddia etseler de, günümüz endüstri futbolunda kulüplerin sahibi ne yazık ki taraftar değil. Evet, taraftar bir futbol takımının hâlâ en ciddi unsurlarından birisi, ancak bu unsurun değerinin büyük ölçüde kulübe sağladığı “girdi”yle paralelleştiği gerçeği de ortada. Taraftarın salt “ateşleyicilik” özelliğinden ziyade, teşbihte hata olmaz, “etinden, sütünden, yününden” faydalanılacak pozisyonda düşünüldüğü, en basitinden takımların neredeyse her yıl değişen forma dizaynlarından, en ateşli taraftarların yer aldığı bölümlerin hiç çekinmeden ortadan kaldırılabilmelerinden (bkz. Beşiktaş-Çarşı grubu-İnönü Stadı) de belli değil mi? Dolayısıyla yönetimlerin taraftarla kurduğu ilişki, o çok tanıdık “sizin için iyisini biz biliriz” modunda seyretmekte. Galatasaray özelinde meselenin içine kulübün liseyle kurduğu organik ilişki bağlamında bir de mektepli-alaylı tartışması girmiş durumda. Mektepliler, kulübün alaylılara terk edilmesinden rahatsız olduklarını çeşitli vesilelerle dile getirdiler: “Kulüp için iyisini biz biliriz!”...

 

Şamatalı geçtiği için Galatasaray seçimlerinin üzerinde biraz durmakta fayda var. Malumunuz, sportif başarı anlamında, kulüp ve ulusal takım düzeyinde, neredeyse son 20 yıla damgasını vurmuş olan Galatasaray Spor Kulübünün özellikle son yıllardaki yönetilme şekli bu başarı ile paralel  gerçekleşmedi. Lakin, memleketteki her vaka gibi, görünenin ışıltılı hali görünmeyenin karanlık halini sürekli ötelediği için, mesele kamuoyu ve doğallığında yandaşlar nezdinde yeterince tartışılamadı. Türk futbol tarihinin hayal etmekte bile zorlanacağı bir sportif başarıyı elden eden bu kulüp, Uefa kupası finalinde ‘teberrulu’

Özhan Canaydın

bilet satmaktan, aldığı kredilerle orta oyunu çevirmeye kadar traji-komik stand-up’larıyla klübün geleceğini ters yüz etmiş oldu. Şimdi de 140 trilyona yakın borcu ve son yılların en başarısız takımı ile rotayı nereye çevirdiği meçhul. Basketbol ve voleybol takımlarının akıbetine hiç girmeyelim. Öte yandan, kamuoyundaki tarihsel göstergeler toplamından, bir Galatasaraylılık portresi çıkarmak her ne kadar sorunlu bir tanımlama ise (Bir Fenerbahçelilik veya Beşiktaşlılık tanımlaması gibi), yönetimsel yapı anlamında bazı tanımlamalar yapılabilir. Olası her türlü polemik konusu tanımlamaları bir kenara bırakıp, kulüp içinde taşınması zor bir ağırlık olmaya başlayan şu meşhur mektepli-alaylı ‘konumlanmasına’ tartışmasına girelim.

 

Herhalde, önce şunu sormak gerekir; ortada 2000’lerin takımı, tüm başarılarıyla beraber hali hazır olsaydı, acaba Liselinin ilgi göstermediği internet anketlerinde, gazetelerde ve Tevfik Fikret Lisesi kapısı önünde, bu konuyu adresleyen tartışmalar olacak mıydı? Asıl dert edilen kulübün başında kimin olduğu mu, yoksa o güzel günlerin mehdisinin kimin olduğu mu? Hepimizin bildiği cevabı yinelemeye gerek yok. Endüstriyel futbolun bugünkü haliyle, futbol ahalisinin neyi arzuladığı belli. Bu özelde Lisenin koridorlarında veya Liselinin muhabbetlerinde böyleyken, genelde memleketin her köşesinde de böyle. Sorun, yukarıda ‘geleneğin’ gösterdiği yolda, ‘sağlıklı Kulüp yapılanması’ bireysel para transferini engeller, böylece Kulüpte yöneticilik yapmak cepleri boşaltmakla eş koşulmaz şeklinde tartışılırken, aşağıda da ‘bize paralı yönetici lazım, sadece yapılanma ile olmuyor bu işler’ başlığıyla özetleniyordu. Hadi biraz daha yerelleştirelim: Fenerbahçelileşmek mi gerek, yoksa Fenerbahçelileşmemek mi? Son seçimdeki havaya bakılırsa, endüstriyel futbolun, bütün herkesi kapsayan haliyle, memleket futbolundaki yansımasıyla Fenerbahçelilik, Galatasaray kulübü geleneği dışında, mevzuya ilintilenmiş vaziyette. Yaratılan düzen, Galatasaray’da inatla savunulan bir gelenek faaliyeti yöneticiliğini aşmış durumdadır. Peki ya, taraftarın hali ne olacak? Sorgusuz, sualsiz bağlılığından başka kulübe bir katkısı olamayan (hadi bir kısmı kombinesi, forması, yayını ile katkı veriyor diyelim), ne yapılanmada, ne efsanevi ‘maket’ stat konusunda ne de transferler konusunda laftan başka fazla icraati olamayacak bu ahali, olup biteni nasıl bir ruh hali ve mantık silsilesi içine oturabilecek. Sahip olduğu kudret, sahipliğinden mi gelecek. Veya o kudret, aslında damarlarından çok, birilerinin dilinin ucunda mı? Ortada hiç de iyiye gitmeyen bir durum var. Ve delege olmanın bile (parayla da olsa) en meşakkatli bir süreç olduğu Galatasaray kulübünde olan biten, taraftarı ‘yav nasıl kıracaz bu liselilinin inadını’ haleti ruhiyesine getirmiş durumda. Daha doğrusu, Özhan Canaydın kişiliğinde, bir tek de oraya adresleyebilmiş durumda.

“Lise içeride, biz dışarıda, kulüp açmaz da!”.

 

Ve gerçek şu ki, taraftarın kendisinin de oluşumuna katkıda bulunduğu bu futbol dünyasında, başka da bir rol almaları mümkün gözükmüyor, en azından bu şartlar sürdüğü müddetçe.

 

Aslına bakılırsa konunun özünün gelip düğümlendiği yer “sahiplik” hali. Bir şeyin sahibi olmak, maliki olmak birilerini mutlaka dışarıda bırakmaz mı? Zira sahiplik, ötekileştiricidir: Sözkonusu şeye (o şey her neyse artık; mal, rejim, gelenek...) sahip olmayanların gözleri hep o şeyin üzerindedir; onu ele geçirmeye, tahrif etmeye, değiştirmeye çalışırlar. Dolayısıyla “mülksüzlere karşı” uyanık olmak şarttır. Bu ötekileştirme, “dışarıda bırakılanlar”ın kendi dünyalarını kurmalarına, kendi gerçeklik kurgularını yaratmalarına vesile olur. “Sahip olmamak” bu noktada bir avantaj haline gelmiştir; sahip olmamak etrafla ilgiyi azami düzeyde tutmaya yardımcı olur. Dünya, hayat farklı eksenlerden, ötesinde ve en önemlisi “gündelik” bağlamda çok daha iyi kavranır. Zira “sahip olan”, sadece malını ele geçirmeye çalışanlara, düşmanlara odaklanırken, etrafa bu gözle bakıp ötesini göremezken, bu çerçevede çoklukla gündelik olandan koparken; sahip olma iddiasını her zaman taşıyan ancak bunun kendilerine tanınmış imkânını bulamayanlar, çok daha geniş bir alanı gözlemleme halinde olabilirler. Merkez, kendi içine dönüklüğü nedeniyle, çevreye bakma ihtiyacını ancak çevreden gelecek bir dış tehdit algısı nedeniyle duyarken; sağına soluna hatta merkeze daha çok bakan çevre, tam da bu düzlemlerde merkezi baskılamaya başlar.

Nitekim Galatarasay’da olup bitenin de bu değindiğimiz şablonla büyük ölçüde kesiştiği noktalar sözkonusu sanki. Merkez-lise, çevreyi-alaylıları öteleme çabasında. Bu nedenle sportif anlamda, hatta idari anlamda da rahatlıkla oldukça başarısız olduğu söylenebilecek bir yönetimi tekrar göreve seçmekte bir beis görmüyor. Yapılan anketlerde % 80 başkan gözüken Mehmet Cansun değil, Özhan Canaydın seçiliyor.

 

İşte konuyu biraz daha genelleştirip yerel seçimlerden “muzaffer” çıkan AKP açısından ele alacak olursak da bunun yansımalarını görmüyor muyuz? Gündelik olanla sağlam bir ilişki kuran AKP, hakikaten sakil gelen onca harekete, onca söyleme rağmen; elinde avucunda “cumhuriyetin sahipliği”nden başka bir şey kalmamış olan CHP’yi ezip geçebiliyor. Zira kamuoyu nezdinde hâlâ “çevre” olarak görüldüğü söylenebilecek AKP, ki bunu muhafaza etmenin hemen tüm dinamiklerini kullandıkları ortadadır, “sahip olamama” halini kullanmaya devam ediyor. Güttükleri, aslında bir şeyler yapma gayretinde olduklarını ancak “iyisini biz biliriz” diyenlerin gadrine uğradıkları için bir türlü adım atamadıkları şablonu üzerine kurulu politika, ötekilerin ilgisini çekmeye devam ediyor.

 

Ve Tayyip Erdoğan tarafından sürekli yinelenen kendinden menkul, flu “esmerlik” halinin zenginliği, beyazların korunmacı, donuk mekanını işgale doğru yol alıyor. Muhtemelen, siyasetsizliğin siyaseti bu kimlik konumlanması da politik alanda ezeli olmayacak. Lakin, bu konumlanmanın kendisi statükonun kırmızı hatlarında, bu hatlarda boğulan esmerlerce açılan yarıklar hatların tekrar çizilmesine neden olacak.

 

Siyasi alanda, Tevfik Fikret Lisesi önünde toplanan kalabalık içeri sızmaya başladı, ve “madem bu ülkede yaşamaktan gelen bir taraftarlığım var ve yine madem içeri giremiyorum. O vakit benden birisi, içeriye girecek ve başınıza geçecek. Siyasetten de vazgeçtim, yeter ki, içeride bizden biri olsun”.

 

Galatasaray’dan hareketle, sportif alanda da, Lisenin önündeki kalabalığın sesi daha gür gelmeye başladı.

 

Bu aralar memleketin esmerlerine bir haller oluyor, toplaşıp toplaşıp beyaz kalelere doğru hücuma geçmeye başladılar. Açlıklarına kayıtsız kalmak için kör olmak lazım. Karınlarını doyuracaklar mı bilinmez, lakin artık onlar da yemekten tat almak istiyorlar.

Seçimler vesilesiyle, vaziyetlenelim dedik. Musibet kim, nasihat ne, onu da zaman göstersin.

 

(Gelecek dergisinde yayınlanmıştır.)