Esas Mesele Nedir?

-
Aa
+
a
a
a

 

Merhaba herkes, burada bulunmaktan gayet mutluyum. “Konumuz küresel ısınma” dendi, ama, aslında belki de bundan hiç bahsetmeyeceğiz. Yani onun ötesine geçen bir sorundan bahsetmek daha iyi olabilir. Dünyanın nereye doğru gitmekte ya da götürülmekte olduğunu anlayabilmek, onu çözmek, analiz etmek esas meselemiz, ben de onlardan biraz bahsetmeye çalışacağım. Belki, sonra, umumi arzu üzerine biraz da Kopenhag maceramı sizinle paylaşma imkânım da olur. Zaten ben “küresel ısınma ya da küresel iklim değişikliğinden bahsetmeyeceğim” desem de çok inanmayın, ayının 40 masalı varmış malum, hepsi de ahlat üzerine, benimki de biraz öyle. Fakat genellikle dünyanın gidişatıyla bağlantılandırmaya çalışıyorum bu konuyu ve gittikçe de daha korkunç bir hal aldığı düşüncesindeyim şahsen.

 

Haiti

 

Son derece güncel bir durumla başlayayım; Haiti ile. Haite’deki 7 şiddetindeki depremle başlayabiliriz. 2 hatta 3 bakımdan sembolik olarak kabul edilebileceğini, hepimize ışık tutabileceğini ve gidişatımızı, yönümüzü belirlemekte işe yarayacağını düşünüyorum. Elimde bir haber var “Haiti sokakları anarşiye teslim oluyor” diye,  7 şiddetindeki depremle yerle bir olan Haiti sokaklarında şiddet olayları büyük artış gösteriyor. Çok vahim detaylar var; erkeklerden ve çocuklardan oluşan bir çetenin, gün ortasında, hırsızlık yaptığına inandıkları bir adamı çırılçıplak soyup sonra da ellerini ayaklarını bağlayarak dövmeye başlaması haberi var. Bunlar televizyonlara ve görüntülü kaynaklara çok yansıyan şeyler değil, ama oradan ana akım dışında kaynaklardan gelen bilgileri biraz analitik bir şekilde okuyunca, satır aralarında, görünenin, anlatılanın çok ötesinde dehşet verici bir manzara olduğunu anlıyoruz. Mesela güvenliği sağlamak isteyen bazı erkeklerin ellerinde palalar ve tüfeklerle sokakta devriye gezdiğini okuyoruz. Nüfusun da zaten hatırı sayılır bir bölümünün binaların altında kalarak öldüğünü ya da sakat kaldığını varsayabiliriz. Yani cesetlerin üzerinden yürünerek geçilmesi, çok kolay tasavvur edilebilecek ve tahayyül edilebilecek bir manzara değil. Ölü sayısının 500 bin’e kadar çıkabileceği söyleniyor ki nüfusun %5.5’ini kapsayan akıl almaz bir rakamdan bahsediyoruz, belki de daha fazla olacaktır, kimse bilmiyor.

 

Tam bir kaos manzarası var ve belki de bir dönem insanlığın girip çıktığı barbarlık safhasını da yansıtan şeyler olduğunu görebiliyoruz. Karanlık çöktükten sonra yardım çalışmalarına ara vermek zorunda kalındığı ve yardımların da ulaştırılamadığı söyleniyor. Bu bir bakımdan çok önemli geliyor bana, çünkü küresel iklim değişikliği konusunda dünyanın önemli bilim kuruluşlarının, önde gelen iklim bilimcilerin filan söylediği gerçekleşirse, maalesef Haiti’de olanlardan daha kötüsünü dünyanın her tarafında görme ihtimalimiz var. Yani Haiti’de şu gün olup bitenler bir bakıma mikrokozmik bir bakış da sunuyor. Önümüzdeki, çok değil, 5-10 belki 15 yıl içinde dünyanın çeşitli yerlerinde çok çeşitli sebeplerle iklim değişikliğine bağlı olarak ortaya çıkacak iklim göçlerinden, su savaşlarından, kuraklıktan ve açlıktan dolayı insanların içine düşebilecekleri muazzam kaotik ortamın bir temsili olarak görülebilir. Birinci özelliği bu.

 

İkinci olarak, Haiti’yle ilgili şöyle bir şey daha var; Dünyanın esaslı gazetecilerinden Danny Schechter’ı takip ediyoruz, bugün okuduğum bir yazısında bir kaç şey söylüyor Haiti’yle ilgili olarak. Mesela ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Haiti’ye geldiğini ve o sırada, 3 saatliğine bütün yardım çalışmalarının durdurulduğunu yazıyor. 1999’da Kocaeli depremi sırasında ilk 72 saatin “altın saatler” olduğunu, yani kurtarma çalışmalarının en kritik saatleri olduğunu, ilk 72 saatten sonra insanların kurtarılma şanslarının büyük ölçüde kaybolduğunu hepimiz öğrendik maalesef 99’da. Hillary Clinton havaalanına indikten sonra, -o 3 saatlik gecikme nedendi bilinmez, herhalde güvenlik, vs. diyeceklerdir- çok sayıda insanın susuzluktan ya da başka sebeplerden ölmüş olabileceğini öğrendik.

 

Naomi Klein’in da, geçen yıl yayımlanan “Şok Doktrini” adlı çok önemli kitabında,  “Doğal afetlerden ve doğal olmayan çeşitli sebeplerden dolayı toplumların içine girdikleri muazzam şok sırasında bunların yanısıra başka bir şey de olup bitiyor” diyor. Neoliberal şirket sahiplerinin duruma derhal müdahale edip, mutenalaştırma, yeni özelleştirmelerle beraber ortalığı derleyip toparladıklarını ve muazzam kârlarla bu işin içinden çıktıklarını gösteren örnekler veriyor. Bu arada Naomi Klein, yanılmıyorsam gelecek Pazartesi, 25 Ocak’ta, Hrant Dink ile ilgili bir anma toplantısı için Boğaziçi’nde konuşma yapmaya geliyor, herkese tavsiye ederim. Kendisini inşallah Açık Radyo’da da 1 saatliğine konuk etme fırsatımız olacak.

 

Naomi Klein’in yazdıklarına son derece uygun şeyler oluyor maalesef; mesela Washington Post’taki bir haberin satır aralarından çıkarabileceğimiz bir mesaj var. Danny Schechter, Washington Post’ta, -dünyanın ve ABD’nin en etkili gazetelerinden malum- “Daha arama kurtarma ekipleri Haiti’deki yıkıntıların altından kurbanları çıkarırlarken, Washington’daki siyasi karar alıcılar, böylesine sefi, yozlaşmış, yolsuzluğa batmış ve şimdi de yıkılmış bir ülkenin nasıl yeniden yapılacağını planlıyorlar,” diyor. Başkent Porto Prens’in tamamen yeniden yapılanması lazım. Bütün okulları ve başka yapılarıyla beraber, Sulukule’den çok daha büyük boyutlarda bir mutenalaştırmaya açılması söz konusu. Başkan Obama da kendisinden önceki Bush ve daha önceki Bill Clinton’ı da yanına alarak harika bir üçlü görüntü sergileyip, “elimizden gelen herşeyi yapacağız, fakat bu yeniden inşa çalışmaları muhtemelen aylar ve hatta yıllar sürecek,” demiş. George W. Bush ve Clinton da, “Tabii destekliyoruz bu çabalarını, başkanımız Obama’nın, demişler. Danny Schechter, “Sizi bilmem, ama George W. Bush bir şeyi destekliyorsa ben bucak bucak  kaçma eğilimindeyim. Korkarım doğrusu. En azından şüpheci diye bakabilirsiniz bana. Yani şunu açıkça görelim bu felakete verilen cevap kendisi bir felaket aslında ve yeni bir felaketin de yolunu açmakta,” diyor. Katrina kasırgası sırasında Amerikalılar bunları çok iyi yaşadılar, New Orleans’ın o bütün yoksul kesimleri sular altında terk edilip, arabası olmayanlar bir yere kaçamayıp orada kalırlarken, yağma olduğu iddiasıyla oraya özel kuvvetler gönderildi; ama ulusal kuvvetleri gönderemedi çünkü onlar Irak’taydı. Bush, onun yerine de taşeron, yani paralı askerleri, şimdi adı XE olan Black Waters şirketini göndermişti. Şimdi de “içme suyundan -drinking water- önce Black Water” diye acı bir espri yapılıyor.

 

BBC’de Greg Palast da New Statesman’da yazdığı bir yazıda, “Haiti intihar ettirilmiş bir ülke gibi” diyor. Ekonomik olarak, bütün altyapısı, hastaneleri, su sistemi zaten o kadar zayıf, hatta yok ki. Bütün ülkede sadece 2 adet itfaiye teşkilatı varmış. Akıl alacak iş değil aslında. Palast “Altyapısı zaten öylesine cılız kalmış ya da bırakılmış ki, ülke doğanın kendisini bitirmesini bekler haldeydi,” diyor. Bu da ikinci ders; şok doktrinin işlemekte olduğunu, çok uyanık olduğunu gösteren ve Naomi Klein’ı maalesef haklı çıkaracak bir durumla karşı karşıyayız.

 

Heritage Foundation diye bir vakıf var, bu ‘think tank’ dedikleri türden, düşünce kuruluşu ama, ‘tank’ı daha fazla olan düşüncesi daha az olan cinsten, gayet sağcı kuruluşlardan biri, sürç-ü lisan kabilinden, ilk duyulduğu anda, daha yardım bile ulaşmadan,“burayı toparlamamız lazım” diye internet sitesinde  bir yorum yayınlamıştı; Naomi Klein da yakalamıştı onu.

 

Bu ikinci dersti. Türkiye için çıkarılabilecek 2 buçukuncu dersi de geçerken söyleyeyim; Türkiye’deki medya her zaman yaptığını yaptı maalesef, önce bir kere tamamen kayıtsız kaldı, sonra da Hürriyet hafta sonunda Faruk Zapçı’yı gönderdi Haiti’ye. Her zamanki gibi, iflah olmayan biri olduğum için, “ah işte ilk defa bir değişiklik yapıyorlar” dedim. Çünkü “Burası tam bir cehennem” diye bir manşet attı, ama tabii çabucak aklı başına geldi ve bugün bütün dünya medyasının, kuruluşlarının kahraman Türkleri nasıl bağrına bastığını anlatıyor istisnasız bütün gazeteler. Zapçı’nın da bunu yazmak için oraya gitmesine lüzum yoktu zaten. Bir yandan da, milletin korkunç bir şekilde, neredeyse birbirlerini yemek üzere olduğu yazıyor, ama olsun o önemli değil, o küçük bir yer kaplıyor. Her konuya tamamen Türk perspektifinden bakmanın artık iğrenç seviyedeki örneklerinden bir tanesiydi. Bunu çok önemli bir ders saymıyorum, hepimizin son derece iyi bildiği bir şey, ama olsun yine de geçerken kaydedelim.

 

Bence üçüncü önemli çıkarımımız da şu olabilir; Batının bu sefer belki de Haiti de dahil olmak üzere, durumu o kadar kolay kotaramayabilecekleri, çünkü ortalama insanın, sıradan insanların, uyanmaya başladığına kitle düzeyinde pabuç bırakmama eğiliminde olduklarına dair de bazı belirtiler var. Mesela, Haiti’nin Bush tarafından devrilmiş olan başkanı geri dönmek istiyor ve nasıl önleyeceklerini bilmiyorum. Yalnız Naomi Klein değil, Danny Schechter’ ve pek çok insan bu konuda çok cesur ve kuvvetli yazılar yazmaya başladılar ve “yedirmeyeceğiz kardeşlerimizi” dediler. Mesela orada çalışan bir öğretmenin çok ilginç hikayesi vardı. Adı Jessie Agopyan, bu sabah okudum radyoda Açık Gazete’de; öğretmen kendisi, karısı tıp çalışanı. Bir işi yok, karısı çalışıyor asıl, AIDS çok yaygın hastalıklardan biri Haiti’de, tahmin edilebileceği gibi, kırılıyorlar AIDS’ten. Bununla da mücadele etmek için gidiyormuş ve kadın ve “İnanılmaz bir mucize oldu,” diyor adam, “40 yılın bir başı, ama gerçekten 40 yılda bir erken geldi kaldığımız otele, geldikten 10 dakika sonra otelin yarısı tamamen çöktü içindekilerle birlikte. Bizim taraf kaldı, biz de çıktık ve yardıma başladık. “Günde 30 saat çalışıyoruz, ben de bu arada kemik nasıl yerine konur filan hepsini öğrendim” diyor. Bütün bunların batılı beyaz insanın neoliberal politikalarının sonucu olduğunu da açıkca yazmış. Tamamen sıradan bir insan, karısı da öyle, doktor da değil, ama hemşire. Müthiş bir blog fyazıyorlar ve ciddi bir tartışma da var. Ben de bütün bunları, gerek Kopenhag’a gerekse Gazze meselesine de bağlamaya çalışacağım. Biraz fazla iddialı oldu, ama ne yapalım ben hep böyle şeylere soyunuyorum.

 

İklim değişikliği ve iklim adaleti

 

Pekçok meseleyi bir arada düşünmeye, anlatmaya çalışıyorum. Şimdi iklime birazcık değinelim. 2004 yılının 10 Ekim’inde, Güney Afrika’nın Durban kentinde, üçüncü dünya ülkeleri dediğimiz, gelişme yolundaki pek çok ülkenin katıldığı, “İklim Adaleti” başlıklı çok önemli bir toplantı yapılmıştı. Durban Deklarasyonu’ndan bir alıntı yapacağım: “Tarihte pek çok çaba görüldü. Hem toprağı, hem yiyeceği, hem emeği, hem ormanları, hem suları, hem genleri, hem fikirleri, tümünü birden metalaştırıp bir mal şeklinde alınıp satmaya yönelik pek çok çaba gördü. Şimdi de, karbon ticareti dünyanın karbon dönüşüm kapasitesini bir alınacak ve satılacak bir meta haline dönüştürecek ve küresel piyasada da satacak. Bu süreç, gezegenin hayatı ve insan toplumlarını ayakta tutmaya yarayan iklimi destekleme kapasitesini ortadan kaldıracak. Şimdi bütün bu meta, iklimi mahveden şirketlerin eline geçiyor.” 2004 yılında, bundan 6 sene önce... Ben itiraf edeyim ki aşağı yukarı 1997’den beri ciddi bir şekilde takip etmeye çalışıyorum bu küresel ısınma konusunu, ama o zaman buna uyanamamıştım. Şimdi ama daha ciddi bir şekilde takip edebiliyorum. 2004’te bunu okumuş, üstelik dinleyicilerle de paylaşmıştım, fakat iyi kavramamış olduğumu yeniden okuduğum zaman fark ettim.

 

Bundan 3-4 gün önce, 12 ve 13 Ocak’ta, New York’un Embassy Suits otelinde, İkinci Yıllık Karbon Zirvesi toplandı ve dünyada ne kadar endüstri, hükümet ve şirketlere yakın sahte yeşil firma varsa, onlarla beraberdi. Burada yeryüzünün son büyük paylaşımı söz konusu. Dünyada alınıp satılmayacak bir tek gökyüzü kalmıştı farkındaysanız, şimdi onu da yapıyorlar, onu kirletme hakkını da alıp satmaktan söz ediyorlar. Goldman Sacks başta olmak üzere, J.P. Morgan Chase gibi bankalar, Duke Energy gibi çok büyük bir enerji şirketi, WWF gibi hükümete ve şirketlere çok yakın davranan bazı kuruluşlar var. “Biz kirletme hakkımızı sürdürelim, ‘offset’ denilen telafi mekanizmaları var, en kötüsü gider bir yerde ağaç dikeriz, telafi ederiz” hesabı yapılıyor.. Muazzam bir 2 günlük toplantı yapıldı. İşte, dünyada iklim değişikliği konusunu ilk defa politikacıların ve kitlelerin dikkatine sunan NASA’dan James Hansen, bu New York’taki karbon zirvesine hitaben açık bir mektup yazdı. Torunlarımın Fırtınaları: Yaklaşmakta Olan İklim Faciası Hakkındaki Gerçek ve İnsanlığı Kurtarmamız İçin Son Şansımız başlıklı son kitabı da geçen ay yayımlandı. Bu normalde bilim insanlarının pek tercih ettiği bir ifade değil, ama Hansen zaten artık onu aşmış durumda, öğrencilerle beraber kömür madeninin önünde ya da bir termik santralin önünde eylem yapıyor. Geçen sene, Washington’da, meclis binasını da ısıtan termik santralin 6 kapısını birden kapatmıştı iklim eylemcileri, aralarında Hansen da vardı. Biz de Açık Radyo olarak oradaydık, takip etmiştik eylemi. Zaten Hansen’a “Sayın Prof. Hansen, siz son ne zaman tutuklanmıştınız?” diye soruyorlar, “Geçen ay, öğrencilerle şuradayken” diye cevap veriyor. Böyle doğrudan eylemin içinde  ve “doğrudan eylemden başka herhangi bir yol yoktur, yeryüzünün en büyük adaletsizliği gerçekleşiyor burada” diyor. Çünkü bir nesiller arası adaletsizlik söz konusu. “Sadece kendi yaşama tarzımızı korumak için, bir takım şirketlerin kâr etmesi için, hiçbir suçu olmayan, bu konuda hiçbir söz söyleme şansı olmayan çocuklarımızın ve onların çocuklarının, torunlarının ve daha doğmamış kuşakların geleceğini yok ediyoruz” diyen bir adam.

 

Dünyada iktisatçılar da dahil hiçbirimizin çok iyi anladığını sanmadığım, ama sayelerinde bir takım insanların çok zengin olduğunu bildiğimiz, ‘hedge fund’ dedikleri fonların, türevlerin vs. neden olduğu, 29 buhranından beri görülmemiş bir boyuta ulaşan muazzam ekonomik krizin baş aktörlerinden Goldman Sacks, yapılan hesaplara göre en az 1 trilyonluk dolarlık, hatta potansiyel olarak 3 trilyon dolar’lık bir piyasa olan  karbon piyasasında yine baş rolde. “Bütün dünyayı batırmalarına rağmen yöneticileri hâlâ niye ikramiye alıyor?” diye benim gibi şaşıran safdiller varsa aranızda, bu konuda Hansen cevap veriyor; “Hakediyorlar bu ikramiyeleri, çünkü onlar ev sahiplerinin mahvına yol açarken, kendi kurumları için başka yerlerden muazzam kârlar elde etmeye devam ettiler, dolayısıyla hakettiler bu ikramiyeleri. Amerika’daki işsizlerin ve evleri elinden gidenlerin sayısı muazzam arttı, ama bu onların sorunu değildi,” diyor.

 

Biraz önce sözünü ettiğim Durban Deklerasyonu’nda, sözü edilen ekonomi faciasını yaratanlar, iklim faciasından da ne kadar para kazanacaklarının hesabını yapmaktalar. İşte burada meselenin Kopenhag’la ilginç bir bağlantısını görebiliyoruz. Dünya liderleri Kopenhag’da çuvalladılar biliyorsunuz; aslında bazı büyük ülkelerin liderlerinden bahsediyoruz. Tuvalu gibi küçük ada devletlerinden bahsetmiyoruz.

 

Endüstri devrimini gerçekleştiren, başta İngiltere’nin, sonra diğer gelişmiş Avrupa ülkeleri ve ABD gibi ülkelerin, diğer az gelişmiş ülkelerin sırtından gerçekleştirdikleri bu hayat tarzının bir bedeli olması ve bu bedelin muhakkak surette bir borç olarak, bir yardım, ya da iane olarak değil, doğrudan bir borç olarak, iklim borcu olarak bu ülkelere ödenmesini de kapsayan, bağlayıcı, hukuki ve cezai sorumlulukları olan bir anlaşma isteniyordu. Bu gerçekleşmedi, ama başka çok önemli bir şey gerçekleşti. BM konferans salonunda hükümetler tamamen iplikleri pazara çıkmış bir haldeyken, buna karşılık aynı binada, konferansın yapıldığı Bella Center’da, ya da hemen dışarıda sokaklarda, sivil toplum kuruluşları müthiş bir yaratıcılıkla, her gün sınırsız sayıda eylem yaptılar. Şehir merkezine yakın bir yerde, insana şaşkınlık verecek kapsamda ve yaratıcılıkta “Klima Forum” adı altında, “halklar zirvesi” de denilen bir alternatif  iklim forumu vardı. O da 12 gün, BM İklim Konferansı’yla aynı tarihlerde yapıldı, 12 gün sürdü. Klima Forum’da, 50 bin kişiyi yedirip, içirip ağırladılar. Her gün pek çok film, konser ve gösteriler oldu. Naomi Klein gibi, George Monbiot gibi, bu işe bütün ömürlerini vermiş kişilerin konuşmaları oldu, 7-8 yüz kişinin izlediği paneller, konferanslar yapıldı. Sadece 4 profesyonelle ve yüzlerce gönüllü ile inanılmaz şeyler yapıldı. Danimarka’nın resmi tavrının nasıl bir facia olduğunu da başka bir toplantıda konuşuruz, resmi olarak devletin, nasıl iki yüzlü, riyakâr ve faşizme yatkın bir tavır aldığını, ama şimdi sırası değil. Buna mukabil, muazzam bir kitle hareketliliği vardı ve katiyen gençlerle sınırlı değildi, gayet de iyi örgütlenmişti; mesela, hurdaya atılan bütün bisikletleri tamir edip, Almanya’dan, Hollanda’dan, Avustralya’dan gelen aktivistlerin altına birer  tane bisiklet vermeyi ihmal etmediler 12 gün boyunca. Müthiş güzel şeyler vardı doğrusu.

 

Yükselen küresel hareket

 

Asıl önemlisi, Yeni Sol’u ve burada hepimizi en çok ilgilendiren şey şu; yeni bir hareket doğuyor ve  bizim de bu büyük şeyin parçası olduğumuzu hissetmemiz lazım. Benim gibi iklim değişikliği konusuyla yoğun olarak ilgilenen grupların, Greenpeace, vs. gibi yeşillere özgü bir “eksantriklik” nitelemesine maruz kalması tehlikesi var, maalesef benim gördüğüm kadarıyla özellikle solda böyle. Bunun, yeryüzünün şimdiye kadar gelmiş geçmiş en önemli adalet sorunu olduğunu görmek istemiyoruz. Benim bildiğim kadarıyla sol hareketler tarih boyunca en çok adaletle ilgilenmişlerdir. Dolayısıyla, sol adına hareket etme iddiasındaki herhangi bir oluşumun bu iklim meselesini birinci sıraya hatta almaması bence önemli bir eksiklik. Yakından takip edersek görürüz ki, Haiti’de de, Kopenhag’da da ve Gazze’de de aslında başka bir şey var, dünyada büyüyen bir adalet hareketi var sadece iklimde değil. “Bir devrime, hayat tarzı devrimine ihtiyaç var, bize iklim değişikliği değil sistem değişikliği gerekir” diyorlar bu aktivistler de. Nasıl yapılacağı konusunda rivayet elbette muhteliftir, bunun enine boyuna tartışılması gerekir ve bence Kopenhag’daki hareketin en önemli eksiklerden biri de buydu, –bunu laf aramızda diye söylüyorum- yeterince somut bir harekete dönüşmemesi, çünkü herkesin kendi özel vizyonları vardı. Birlikte muazzam hareket ediliyordu, 100 bin kişi filan yürüyordu, ama henüz son güçlü omuzu atacak büyük bir kitle hareketine dönüşmedi. Önümüzde o kadar az zaman var ki, ya kısa zaman içinde böyle bir şeyi başaracağız ya da zaten gezegen intikamını alacak. Bunun hiçbir çaresi yok. Bir avuç şirketin, özellikle enerji şirketlerinin, petrol, kömür, doğalgaz vs. ve onların emrindeki bir takım politikacıların da yardımıyla, eğer biz bu inisiyatifi onların elinden almazsak, gezegen üzerimizden geçecek. Bu da bir gerçek. Biz böyle harcamaya, böyle tüketmeye devam ederek bu korkunç tehlike ile başa çıkamayız. Bu çapta bir problemin gerektirdiği radikal değişiklikleri yapmamız lazım.

 

Şimdi New York’ta da aynı şeyi görmek mümkün. Yalnız biraz önce sözünü ettiğim 12-13 Aralık’ta yapılan toplantıya mektup yazan James Hansen değil, Desmond Tutu gibi rahipler de ya da az önce sözünü ettiğim Haiti’deki öğretmen ve AIDS hemşiresi olan eşi, Seattle’da 1999’daki Dünya Ticaret Örgütü’nü kapatan insanlar... İşi piyasa köktenciliğine teslim edilemeyecek kadar önemli kayıplarımız olacağı fark edilmiş durumda bence.

 

İşte burada, Türkiye’deki en önemli sorunlardan bir tanesinin de bunun görülmesinde çeşitli sebeplerden dolayı güçlük çekilmesi olduğu kanaatindeyim ben. Yani bu ulusalcılık meseleleri ve  kendini inanılmaz derecede önemseme hastalığı, -biraz önce örneğini vermeye çalıştığım gibi,”kahraman Türk kurtarıcılar” “bütün medya, bütün dünya bizi konuşuyor” diye yazıp kendileri inanabiliyorlar- aynı şekilde işte Engenekon meselesinde de ve başka meselelerde de maalesef önümüzü tıkayan bir şey. Halbuki mesele küresel ısınma meselesi değil, hatta iklim meselesi olmadığı gibi belki artık sağ ve sol meselesi olmanın da ötesine geçti. Bu laflarımın çok itiraz yaratabileceğini bilerek söylüyorum. Mesela James Hansen son yazdığı yazıda, diyor ki; “Washington’da muazzam bir savaş, cereyan ediyor ve kaybedeceklerimiz akıl almaz boyutlarda, ama maalesef kamuoyu gerek medya yüzünden gerek başka sebeplerle yeterince enforme değil. Mesele doğrudan doğruya çatışmanın sadece iklim değişikliği üzerinden yürütülüyor, oysa meselenin iklimden bağımsız tanımlanması gerekiyor. Burada bizim sorunumuz toplumsal. Asıl mesele, toplum fosil yakıt bağımlılığından kendini nasıl kurtaracak ve en ekonomik, etkili, hakkaniyetli, eşitlikçi bir biçimde temiz bir enerji geleceğine nasıl geçecek? Bütün mesele budur; burada da sağcısı solcusu, muhafazakârı, bağımsızı ve liberali birleşmek zorunda, çünkü hepimizin gelecek nesillerini tehdit ediyor; ama tabii ki çeşitli çıkar ilişkileri yüzünden satın alınmış olan gazeteler, televizyonlar, kamuoyunun bunu yeterince görmesine imkân vermiyor. Obama da, Washington da anlamıyor meseleyi. Şirketlerin etkisiyle, kâr ihtirası ve hırslarıyla belirlenmiş bir yolu seçti ve eğer kamuoyu, halk bir şekilde geniş çapta bu kavgaya angaje olmazsa, o zaman Obama yönetimi de hepimizin boğazına bastırıp, hiçbir şekilde çözüm olmayan “cap and trade” -”sınırla ve pazarla”- yöntemini dayatacak ve Goldman Sacks firmasının yine trilyonları cebe indirmesine yol açacak ve bunun altından kalkamayacağız. Ve bütün bunları tartışmak için bir fizikçi olmaya da lüzum yok, ekonomist olmaya da lüzum yok, sadece aklıselim sahibi olmak yeterli” diye çok uzun anlatıyor. Tek bir temel mesele olduğunu söylüyor; “Fosil yakıtlar, petrol, kömür ve doğalgaz en ucuz enerji olmaya devam ettiği sürece onlar mutlaka kullanılacak ve tüketilecektir sonuna kadar ve hatta bu tüketim artacaktır.  Piyasa mekanizmaları geçerli olduğu sürece -ki geçerli- bunu hiçbir kuvvet engelleyemeyecek” diyor. “Bir avuç ülke, ‘biz karbon emisyonlarımızı, salımlarımızı azalttık’ diyorlar, ama bizi işletiyorlar, yok böyle bir şey, çünkü sadece yeşil taklidi yapıyorlar, bütün bu mekanizmalarla yeşil badana yapıyorlar,” diyor. Mesela Kyoto’da öngörülen ‘temiz kalkınma mekanizması’ gibi şeylerle -ki Türkiye ona bile çok uzun süre itiraz etti biliyorsunuz-. Ben çok destekledim tabii Türkiye’nin Kyoto’yu imzalamasını, iyi de, çok önemli bir şey yaptığını düşünüyorum son ülkelerden biri olmasına rağmen, ama aslında bu ‘temiz kalkınma mekanizmaları’ denen ‘offset’ler yürürlüğe soktular ve şimdi sera gazı salımında %3 artış var. Yani feci bir aldatmaca var aslında. Çok basit aslında, “serbest piyasaya bırakalım o bulur yolunu” diyorlar.

 

Fakat büyük bir uyanış da var. James Hansen, “Biz bu fosil yakıt bağımlılığımızı tedavi edebiliriz ve bu süreç içinde emisyonlarımızı, iklim değişikliği yapan salımları da azaltabiliriz. Bir tek şey lazım, özel çıkarlar, yani şirketlerin çıkarları yerine kamunun çıkarlarını ön plana koymamız lazım. Peki bunu nasıl yaptıracağız? Çok basit, fosil yakıt en ucuz enerji biçimi olduğu sürece bunu yapamayız. İnsan sağlığına, çevreye zararı ve çocuklarımızın ve doğmamış nesillerin sağlığı açısından yaratacağı etkiler hesaba hiç katılmazsa tabii ki ucuz olur” diyor. Yeşil ekonominin müthiş de bir stimulus getireceğini de hesapladı iktisatçılar aslında, mesela sadece Utah’ın bir bölgesinde, Nevada çölünün bir bölümünde, %18’ine yayarak iyi bir sistemle güneş panelleri kurulursa, Amerika’nın tamamına enerji sağlayabileceğine dair hesaplar var, ama işlerine gelmiyor petrolcülerün filan.

 

“Biz buna izin veremeyiz, eğer ‘böyle gelmiş böyle gider’ mantığıyla devam edersek, bu şirketler her zamanki gibi devam edecekler kârlarına ve bizim üzerimizden silindir gibi geçecekler, lobileriyle herşeyi satın alacaklar,” diyor. Son kitabında, son derece karmaşık grafiklerin yanısıra 2 yaşındaki torunun fotoğrafı da var. Mesele çünkü böyle bir mesele, yani artık sadece bilimsel bir tartışma değil, torunlarımız geleceğini de ilgilendiren gayet hayati bir mesele.

 

“Hem çocuklarımızın, hem de gezegen üzerindeki diğer canlıların hayatına daha fazla önem veriyoruz ve buna izin vermeyeceğiz, o yüzden de uzlaşma yok” diyor Hansen. “Yani sivil itaatsizlik yöntemiyle, nasıl kölelik kaldırılırken uzlaşmadıysak, yani ‘kölelerin yarısını serbest bırakın diğer yarısı kalsın’ diyemezdiysek bunu da yapamayız,” diyor. Kendisi de torun sahibi bir adam olarak sokaklarda yürüyor.

 

Mesele çok basit aslında, biz bunu yapacak mıyız, yapmayacak mıyız? Kitabının ilk sayfasında, ilk satırlarda meseleyi şöyle koyuyor: “Yeryüzü gezegeni, canlılar aleminin, medeniyetin gelişip serpildiği dünyanın bildiğimiz iklim kalıpları, -işte dört mevsim olur ve istikrarlı kıyı çizgileri şöyledir, işte New York’un limanı şöyledir,  Antalya şöyledir vs.- iok yakın bir gelecekte değişecek. Durumun aciliyeti şu son bir kaç yıl içinde berraklaştı. Şimdi elimizde bu krizin açık kanıtları var artık. Yani yeryüzündeki tüm fosil yakıtların, kömürün, petrolün,  doğalgazın kullanılmasına devam edilmesi, gezegen üzerinde yaşayan diğer milyonlarca canlı türünü de tehdit etmekle kalmıyor, insanlığın kendisinin varoluşu da tehdit altında ve çok da vakit yok. Özetle son şansımız bu, kullanamazsak bundan sonra kurtuluş da yok,” diyor. Çünkü ‘feedback’ yani ‘geri besleme’ dedikleri, bilimsel olarak kontrolü imkânsız bir mekanizma devreye giriyor. çıkıyor.

 

Gazze, Filistin, İsrail ve uluslararası hukuk

 

İki önemli şey daha söyleyip bitireyim. Yine çok önemsediğim, bence dünyanın en cesur ve önemli gazetecilerinden biri olan, aynı zamanda sinemacı John Pilger’ın Znet’te çok iyi bir yazısı çıktı. Daha bunu radyoda paylaşamadım, size öncelik tanıyorum. Kopenhag’daki iklim zirvesindeki fars dünyada önemli bir şeyi gösterdi. Yani zengin ülkelerin, hem de yoksul ülkelerin içindeki zenginlerin insanlığın çok büyük bir kısmına karşı ağır bir savaş açmış olduğu apaçık ortaya çıkıyordu Kopenhag’da. Ama aynı zamanda çok önemli bir şeyi daha gösterdi, belki de şimdiye kadar hiç görülmemiş bir direniş hareketinin de doğduğunu. Pilger’ı çok severim, hayranlıkla taklit de edebilirim, ama ben bunu ondan önce söylemiş olduğum için Kopenhag’da, beni bu sefer kopyacılıkla suçlayamazlar! Bu hakikaten çok önemli hareketin Kopenhag’daki önemli ipuçlarını günbegün aktarmaya çalıştım radyoda. Pilger, şöyle de tanımlamış o çok özlü üslubuyla, “Yeryüzü gezegeni için adaleti içeren bir enternasyonalizmi, evrensel insan haklarıyla ve de ceza adaletiyle yani işgal edenlerin ve herkesin üstünden silindir gibi küstahça geçenlerin de cezalandırılmasını öngören bir uluslararası hareketin doğuşuna tanık oluyoruz orada. Bunu gördük Kopenhag’da. Bütün dünyada gelişiyor, her tarafta gelişiyor bence bu kitlesel hareket ve en iyi haber de Filistin’den geliyor” diyor.

 

Hasbel kader uluslararası hukuk mürekkebi yalamış biri olarak, ben her zaman, “Uluslararası hukuk ne işe yarar allah aşkına? Yalandan ibaret!” laflarıyla o kadar çok karşılaştım ki ve bu eleştiriler yerine göre haklıydı da, ama tayin edici bir önemi vardır aslında uluslararası hukukun. Çünkü bir şey olmaz, olmaz, ama sonra bir bakarsınız Pinochet denen adamı Londra’da ev hapsinde çürürken de bulabilirsiniz. Bu önemlidir. Şimdi aynı şey İsrail için de oluyor, apartheid’i böyle bitirdiler, yani uluslararası hukukla, ambargoyla vs. Muazzam bir mücadeleydi, ve şimdi de İsrail için, “hiç kimsenin uluslararası hukuku bu kadar büyük bir küstahlıkla çiğnemesine izin verilmiyor artık, bir moment yakalandı” diyor. Yani “1990’da Saddam Hüseyin’in İsrail’i kınayan cümleleri üzerine üstünden geçtiler diyor, tıpatıp aynı cümlelerle, aynı kelimelerle söylendi hiçbir şey olmadı İsrail’e. 11 Aralık’ta da Obama 2.75 milyar yardım verdi ve bu da daha peşinatıydı, 30 milyar daha verecek zaten ekonomileri iyice sarsılmış olan Amerikalıların cebinden,” diyor. Ama artık anlaşılmaya başlandı, bu korkunç riyakârlık, ikiyüzlülük Amerika’da da açığa çıkmaya başladı ve tüketici boykot kampanyaları artık sıradanlaşmaya başladı. Mesela Ahava diye bir kozmetik ürünleri firması varmış, İsrail’de bu yerleşim yerleri denen yerde tamamen illegal, uluslararası hukuka aykırı şek,lde imal ettiriyor 3 paraya tabii onları. Filistinlileri, kendilerini vurdukları silahları bile onlara yaptırıyorlar. Yani korkunç aşağılık bir durum var. Mesela Ahava, üstelik de bir film yıldızını, Sex and The City’nin yıldızı Kristin Davis’i kullanıyormuş rekamlarında. Onu bırakmak zorunda kalmış kampanya devam edince. Bu çok önemli bir şey tabii. Britanya’da en büyük şirketlerden birisi Sainsburry, bir de Tesco artık şeyin baskı altında kalmaya başlamışlar fena halde, raflarda o yerleşkelerde yapılan illegal topraklarda yapılan ürünleri bırakması için. AB’nin ticari anlaşmasına aykırı, hukuka aykırı bir durum var. Avustralya’da da Fransızların meşhur Veolia su şirketi, -feci bir şirket- desalinasyon yani tuzdan arıtma ünitesi yapacaklarmış iptal etmiş Avustralya mesela. Çünkü Veolia aynı zamanda da bu yerleşimcilerin bulunduğu yerlere bir metro yapacakmış, onu duyunca iptal etmişler. Norveç de İsrail’in medar-ı iftiharı bu high-tech şirketlerden Elbit’le -Filistin’e yapılan korkunç duvarın gözleme aletlerini filan da yapan- şirketle sözleşmesini iptal etmiş. Yani ilk defa Batı’da resmi bir boykot görüyoruz İsrail’e karşı. Bu olağanüstü bir değişiklik. Yani bunca yıllık  hayatımda İsrail tabusunun bu kadar sarsıldığını ilk defa görüyorum. Britanya’nın sendikalar konseyi de boykota katılma kararı almış.

 

Yani Uluslararası Suçlar Mahkemesi önemsiz gibi görünüyor. Türkiye bir türlü bunu kabul edebilmiş değil, bir yandan müthiş havalar basılıyor, dış politikada başarılardan filan söz edilerek, ama “niye bu Uluslararası Suçlar Mahkemesi’ne taraf değil Türkiye?” diye sormak lazım. O da ayrı bir konu aslında. Konudan konuya sıçramayalım, ama bence Pilger’ın da söylediği gibi çok net bir momentum var.

 

Gazze’de tamamen savunmasız 1400 kişiyi yok ettiler, taş taş üstünde bırakmadılar, hastaneleri, okulları filan yerle bir ettiler.  Fakat işte 42 ülkeden, milletvekillerinin filan katıldığı, sanatçıların, George Galloway gibi çok ilginç isimlerin de olduğu konvoy, Amerika’nın rüşvetle satın aldığı Kahire diktatörlüğüne rağmen, -“dünyanın en yükek güvenlikli, en büyük açık hapishanesi” diyor Chomsky- Gazze’ye girdiler ve çocuklar da duvarlara çıktı ve Filistin bayrağını da çektiler. “Bu daha başlangıçtır” diyor Pilger. Ben de bu kanaatteyim, Kopenhag’daki bütün eylemlerde görünen de buydu aslında. Danimarka hükümeti bütün STK’ları konferansın yapıldığı binadan attı, bir boş kabuğa dönüştürdü, çok yanlız hissettik kendimizi içeride, ama bir daha asla geri dönülmeyecek bir değişikliğin de bütün ipuçları vardı orada.

 

Tabiat Ana’nın hakları

 

Bunun en önemli örneklerinden biriyle,  Bolivya’daki konferans davetiyle bitireyim. “İklim değişikliğinin, insanlığın, bütün canlılar aleminin ve bugün bildiğimiz haliyle tabiat ananın –’paçamama’ diyorlar Bolivya yerlileri- varlığına yönelik gerçek bir tehdit olduğunu gözönünde tutarak;” diye başlıyor ve devam ediyor Bolivya devlet başkanı Evo Morales. Dünya halklarının dayanışma, adalet ve hayata saygı ilkelerinin rehberliğinde insanlığı ve tabiat anayı kurtaracağına güven duyarak ve uluslararası Tabiat Ana Günü’nü kutlayarak 6 tane de şey öneriyor; bunlar 20-22 Nisan’da “İklim Değişikliği ve Tabiat Ana’nın Hakları Dünya Halklar Konferansı”nda, Bolivya’daki, o meşhur ve müthiş bir su mücadelesi verdikleri, Amerika’nın en büyük Bechtel şirketini alt ettikleri Koçabamba’da yapılacak bir konferansta konuşulacak.

 

“Birisi insanlığın doğa ile ahenk içinde iyi yaşamasını sağlayacak radikal önlemleri tartışmak ve önermek. Bütün bunun yapısı, kapitalizmi, sistemi analiz edip, Tabiat Ana Hakları Evrensel Bildirgesi” projesi üzerinde konuşacağız” diyor. Yani İnsan Hakları Evrensel Bildirisi” gibi aynen Tabiat Ana’nın cansız varlıklarıyla da, taşıyla, toprağıyla da hakları olduğunu söyleyecek bir anlaşma çıkartmayı düşünüyorlar. İkincisi Kyoto Protokolü’nü çok ilerletmek, iklim borcunu kabul ettirmek, iklim değişikliği mültecileri ve göçmenleri meselesi, zengin ülkelerin gelişme yolundaki ülkelere teknoloji transferi yapmak mecburiyetinde olması. Üçüncüsü ormanlar ve yerli halkların hakları. Dördüncüsü iklim değişikliği konusunda halkların dünya referandumunu örgütlemek için çalışmak. Yani bir referandum çıkartmaya çalışıyorlar. Bunu tasavvur bile edemezdik 2-3 sene önce. Beşincisi, bir “iklim adaleti mahkemesi” kurulması ve son olarak altıncısı, “yaşamı iklim değişikliğine karşı korumak ve tabiat ananın haklarını savunmak üzere eylem ve seferberlik – ‘seferberlik’ kelimesini kullanıyor!- stratejilerini belirlemek”. Bu son derece önemli. Hem bireyleri, hem bu yönde çalışan kuruluşları davet ediyor, bir de “halklarını seven hükümetler de gelebilir” diyor.

 

Yerli halkının diliyle konuşan müthiş bir adam Morales ve -”sosyalist hüküme”t diyor, bilmiyorum sosyalist midir değil midir ama- dünyanın en demokratik ülkesi olduğundan benim tereddüdüm yok şahsen Bolivya’nın. Bunu 2-3 sene önce tasavvur bile etmek imkânsızdı, yani Evo Morales doğduğu zaman Koçabamba’nın ya da La Paz’ın meydanına girmesi yasaktı. Evet Kızılderililerin şehrin meydana girmeleri yasaktı. Şimdi seri katil Christoph Colomb’dan 500 yıl sonra, bu adam buranın ilk yerli Kızılderili başkanı, sosyalist bir koka işçisi ve hepimizi bu kitle hareketine çağırıyor, sakin ve çok hoş bir sesle. Süper bir ekibi var ayrıca da.

 

Yani böyle bir şey var ve biz de bunun parçasıyız. 500 yıldan beri devam etmekte olan bu muazzam adaletsizliğin her alanda yıkılmasına yönelik bir hareket gözlüyorum, ama önce bu ulusalcı vs. şeylerden kurtulmamız lazım herhalde.

 

Hepinize çok teşekkür ederim.