'Eğer özgürlük buysa...'

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Amnesty International - Uluslararası Af Örgütü Türkiye temsilcisi Özlem Dalkıran konuğumuz. Bir aydır Irak’taydı, epey zayıflamış bir şekilde geri döndüğünü görüyoruz. Hoşgeldin.

 

Özlem Dalkıran: Hoşbulduk.

 

ÖM: Özlemiştik.

 

ÖD: Sağolun.

 

ÖM: Hakikaten yoğun bir sıcak mıdır, Irak yemekleri mi kötü, niye bu kadar zayıfladın? Saçlarında hafif bir ağarma da var.

 

ÖD: Hayır, Irak yemekleri nefis, çok güzel, tabii gözaltındakiler hariç, onlar bizim yediklerimizi yemediler. Hava sıcak ama nem olmadığı için katlanılabilir bir durum. Sadece rüzgar estiğinde sanki bir fırının önünden geçiyormuşsun da fırından alevler çıkıyormuş gibi yakıyor. Ama tabii zayıflama ve saç ağarması, yaşananlar ve duyulanlarla ilgili bir şey.

 

ÖM: İnsani bir durum, paylaşmamak elde değil... Türkiye’de de, bizim özellikle birkaç günden beri tartıştığımız bir konu var: Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Amerika ziyaretinden Türkiye’ye döndükten sonra dedi ki “Amerikalılar asker istiyor, göndermemizi istiyorlar, çünkü orada zaten savaş bitti, insani bir yardım yapılması gerekiyor. Normalleştirmek için Türkiye’den yardım istiyorlar.” Oysa de facto olarak, fiili olarak pek savaşın bitmediğine dair epey bilgi ediniyoruz. Sen ne diyorsun, birinci elden görgü tanığı olarak?

 

ÖD: Bence savaş bitmedi. Eğer savaş bittiyse, neden asker istiyorlar? Oradaki askerlerle konuştuğumuzda da hepsi çok ciddi bunalımda, ağlıyorlar.

 

ÖM: Amerikan askerleri?

 

ÖD: Evet. Onun dışında yardıma gelen, koalisyon desteğine gelen Lübnanlı askerler gördüm, Koreli askerler gördüm, hiç kimse mutlu değil, çünkü ilk gittiğim günle döndüğüm gün arasında askerlerin tavrında da çok ciddi fark var, bakışlarında da çok ciddi fark var.

 

ÖM: Bir ayda da fark etti yani?

 

ÖD: Tabii, bir ayda da çok ciddi gözle görülür fark var. Bazı günler havada epey ciddi bir elektrik hissediyorduk; yolda rahat yürüyemiyorsun, ne olduğunu tanımlayamadığın bir elektrik var havada. Sonra öğreniyorsun ki 20 farklı yerde saldırı olmuş askerlere yönelik. Şimdi eğer savaş bittiyse... “Gerilla tarzı bir saldırı” dediler, önce ciddiye almıyorlardı, sonra böyle bir tanımlama yaptılar.

 

ÖM: Evet, Amerika’nın en üst düzey yetkilileri, askeri ve sivil yetkilileri de yaptılar bu açıklamayı.

 

ÖD: Ama askerlerin tavrına baktığımızda da o savaşın bittiği gibi bir izlenim elde edemiyorsunuz orada, çünkü hiçbir şey normal değil. Günlük hayatta insanlar normal davranmıyor, herkes çok tedirgin. Eğer savaş bittiyse, o zaman bir olağanüstü hal durumu var demektir; en iyimser tanımlama olarak bunu söyleyebilirim. Eğer savaş bittiyse o zaman normal bir kamu düzeni gerekiyor. Hâlâ koalisyon güçlerinin yazdığı birtakım yönetmeliklerle hayat devam ediyor orada. Bütün bunlar savaş bitmiş de durum çok normale dönmüş bir ruh durumu uyandırmıyor kimsede.

Kimse günlük hayatta güvenlik içinde değil. Sıradan suçlardan bahsediyoruz; adi suçlar dediğimiz suçlarla ilgili kimse güvende değil. Çok ciddi hırsızlıklar, adam kaçırmalar, gasplar söz konusu. Öte taraftan askerlere ya da askeri polise baktığımızda, onların da tavırları normal bir asker tavrı ya da normal bir polis tavrı değil, daha çok savaş ortamında yapılacak şeyleri yapıyorlar. Dolayısıyla bence savaş bitmedi.

 

Amerikalıların onur kırıcı uygulamaları

 

ÖM: Onun öte tarafında Uluslararası Af Örgütü de oldukça önemli bir rapor yayınladı, zaman zaman bundan parçalar okumak fırsatını bulmuştuk Açık Gazete’de de. Yani gittikçe sinirlerinin bozulmakta olduğuna dair ve kötü muamele, hatta işkence sınıfına girecek olan çok fazla olay; galiba havaalanında tutuyorlar...

 

ÖD: Evet, meşhur Camp Croper.

 

ÖM: Onlar hakkında da bize biraz bilgi verir misin? Sonra yiyecek, içecek meselesine de döneceğiz tabii. Bu arada ben dinleyicilere söyleyeyim: o meşhur, çok yıllar boyu kapsama fırsatı bulduğumuz bombalardan da ayırt edilemeyen renkleri, sarı paketlerle verilen günlük rasyon, karne gibi, nasıl adlandırılacak bilmiyorum.

 

ÖD: Tayın.

 

ÖM: Evet, tayından bize birer paket de getirmiş burada. Televizyon olmadığımız için gösteremiyoruz ama, tasvir edebiliriz. Bu kötü muamele ve yiyecek meselesine birazcık değinelim istersen.

 

ÖD: Sondan başlayayım; bu ünlü Camp Croper dedikleri, bu onların verdiği isim ama halk ‘havaalanı’ diye tanımlıyor, yani ‘the airport’ diye biliniyor ya da Arapça ‘matar’ ismiyle. Onu kapatacaklarına dair ben dönmeden son 10-15 gündür bir rivayet vardı. Oranın kapatılacağını ve orada gözaltında tutulan insanların da diğer gözaltı merkezlerine transfer edileceği söyleniyordu ama, biz çok şey dinledik, hiçbiri oradayken henüz gerçekleşmemişti. Mesela ben daha gitmeden gözaltında tutulanlara, yakalananlara 72 saat içinde bir yasal danışmanla görüşebilme hakkı verileceği söyleniyordu. Daha böyle bir vaka ile karşılaşmadık, yani Amerikalılar tarafından yakalandıktan sonra 72 saat içinde bir avukatla görüştürülme şansına sahip olmuş bir şahısla biz konuşamadık, varsa da bilmiyorum.

 

Kötü muamele gözaltında başlamıyor, daha yakalama, ev aramalarında, ev baskınlarından itibaren çok ciddi ihlaller söz konusu. Yani evin anahtarı olsa bile özellikle son dönemlerde yaygınlaşmaya başlayan tanklarla kapılarını uçurmalar, hatta bazen patlayıcılar kullanılarak, mesela Ramaldi’de patlayıcılar kullanılarak kapılar açılıyor. Hâlâ duyuyoruz ki eskisine nazaran biraz daha dikkat ediyorlar ama hâlâ kadınlar aranıyor. Irak gibi bir toplumda bu çok ciddi bir sorun.

 

ÖM: Erkekler tarafından?

 

ÖD: Tabii. Kadınları aramanın ötesinde, bu baskınlar genellikle geceleri yapılıyor ve insanlar o sıcakta bazen sadece iç çamaşırları ile yatıyorlar, erkekler de iç çamaşırı ile görülmekten rahatsız, bir de eşlerinin, kızlarının, ailedeki kadınların bu halde, başları açık bile görülmesi çok büyük rahatsızlık onlar için, gecelikleriyle, bazen iç çamaşırları ile yakalanmaları çok ciddi rahatsızlık veriyor. Çok sıklıkla duyduğumuz –çok dağınık konuşuyor olabilirim ama-  “özgürlük dedikleri buysa, biz Saddam dönemine geri dönmek istiyoruz.” Bu çok tehlikeli bir cümle, biz Uluslararası Af Örgütü olarak ya da dünyanın dört bir tarafındaki insan hakları örgütleri, Saddam Hüseyin dönemindeki hak ihlalleri ile ilgili çok ciddi araştırmalar yaptık, herkese duyurduk. Bu dönemde yaşananları anlattığımızda nedense “Siz Saddam rejimini geri istiyorsunuz galiba?” gibi bir ithamla karşılaşıyorduk. Hayır, istemiyoruz ama, ne yazık ki yapılan uygulamalar insanlara bunu dedirtmeye başladı. Bence burada koalisyon güçleri bir daha oturup düşünmeleri lazım çünkü insanlar “Saddam döneminde biz böyle değildik, o dönemde daha güven içindeydik” diyebiliyorlar. Bir başka yakalama sırasında, sizin de sıklıkla televizyonlarda ve fotoğraflarda gördüğünüz elleri arkadan bağlayıp yere yatırma, postallarla enseye ya da sırta bastırma olayları son derece aşağılayıcı.

 

ÖM: Başa torba geçirmeler, vs.

 

Panik halde alışveriş

 

ÖD: İlk başta hemen torba geçirmiyorlar, daha çok göz bağlamaya döndüler, o torba giderek daha az kullanılmaya başlandı. Eğer bir bant bulamazlarsa torba geçiriyorlar. Mesela eski bir tutukluyla, serbest bırakılmışlardan biriyle görüşürken şöyle bir cümle sarf etti, onu asla unutmuyorum: “Beni ayağımdan vursalardı onları unutabilirdim ve affedebilirdim ama beni ailemin, akrabalarımın, komşularımın gözleri önünde yere yatırdılar ve ayaklarımı enseme bastırdılar. Bana bir hayvan muamelesi yaptılar, bunu asla unutmayacağım ve onları asla affetmeyeceğim.” Bu, onur kırıcılık bölümünün ne kadar etkili olduğunu gösteriyor. Çünkü orada bir şiddet ortamı var, Baas döneminden beri yaşanan bir korku ve şiddet var, yani insanlar kötü muameleye alışkın, -bunu bir haklılık anlamında söylemiyorum ama- günlük hayatın bir parçası.

 

ÖM: Ölü görmeye... korkunç muameleler...

 

ÖD: Herkesin silahı var zaten ama bu tip davranışlar son derece rahatsız ediyor. Mesela Baas dönemi sırasında ev aramalarında mutlaka mahallenin muhtarı tanık olarak bulunurmuş evlerde; mümkün değil yani. Herhangi bir haklı neden olmadan ev darma duman ediliyor. Hırsızlık olayları da var, askerler para ve kıymetli eşya çalıyorlar. Bunlar halkın gözünde anlaşılamaz durumlar, gözaltına alındıktan sonraki kötü muameleye gelinceye kadar zaten daha arama aşamasında başlanan çok ciddi rahatsızlıklar söz konusu. Bütün bunlar zaten “onlar işgal kuvveti” noktasına getirdi halkı. Amerikalılara karşı çok ciddi bir rahatsızlık var, yapılan saldırılar, evet belki direniş güçleri tarafından yapılıyor ama insanlar da “oo, hoşgeldin Amerika” diye alkış tutmuyor artık.

 

ÖM: Başta da olmadı zaten, bekleniyordu işte pirinç atılacak, kucaklanacaktı diye ama taa o ilk Saddam heykelinin ana meydanda Amerikan askerleri ve tankları tarafından yıkılmasıyla beraber oradaki çok az, kalabalık bile denmeyen birkaç yüz kişi en fazla, o tarihten beri pek böyle bir kucaklama olmadığı gibi gittikçe yükselen bir nefret olduğu da yalnız Robert Fisk’in değil, okuduğumuz pek çok yazıdan anlaşılıyor. Hatta Amerikan gazetelerinde de bu etraflıca çıkmaya başladı. Sen de bizzat söylüyorsun ki bir ay içinde bile tavırda önemli değişiklikler var.

 

ÖD: Gerginlik arttıkça askerin tavrı da sertleşiyor, böyle bir kısır döngüye girdi iş orada. Benim kaldığım otelin yakınında bir süpermarket vardı mesela, oraya askerler gelip alışveriş yapıyordu. Kendileri de bu sarı paketlerin kahverengi olanlarını yiyorlar ve onlar da çok mutlu değil tabii, dolayısıyla arada bir gidip fıstık ezmesi, kola vs. için marketlerden toplu alışveriş yapıyorlar. Ne zaman geldiklerini çok net görüyorduk, çünkü bir tank, iki kruzer, üstlerinde makineli tüfekler ve üstlerinde 4-5 tane asker birbirlerine sırtını vermiş sürekli etrafı kolluyor, askerler içeride alışveriş yaparken. Böyle bir panik ortamı var. Tanklar zaten sürekli devriye geziyor, bombalamalar sırasında hasar görmüş evlerden bazılarının bu tankların vibrasyonundan iyice duvarı açılıyor, bazıları yıkılıyor. Dolayısıyla çok ciddi panik var ortada. Eskiden mesela bu kontrol noktalarında, check point’lerde çok rahat film çekebiliyorduk, fotoğraf çekebiliyorduk, şimdi böyle bir şey yaptığınızda kameralarınızı, vs. alıp gasp ediyorlar, elinizden alıyorlar.

 

ÖM: Hatta son öğrendiğimize göre, El Cezire ve El Arabia’da çıkmaya başladı ya bazı haberler, onların da kapatılması gündemde. Halkı isyana teşvik etmek suçundan... Paul Bremer açıklama yapmış, “kapatacağız” diye.

 

ÖD: Evet, 14. emir çıkardılar. Order No. 14.

 

Mustafa Arslantunalı: Bu emirler 10 tane değil miydi?

 

ÖD: O şimdi Bremer usulü, Irak emirleri bunlar... Bir nevi kanun, hatta resmi gazete gibi bir şey de yapıyorlar ama ikincisini hâlâ çıkarmayı başaramadılar.

 

ÖM: El Vaka El Irakia.

 

Medya sansürü & sıradan katliamlar

 

ÖD: Orada bu 14. yönetmelik –diyelim- medya sansürü ile ilgili ve bu yönetmelikte diyor ki: “İster Irak halkına ister koalisyon güçlerine, askerlere ya da Irak polisine yönelik şiddeti teşvik eden, şiddeti savunan medya organlarına baskın yapılabilir, mallarına el konabilir ve 1000 dolara kadar para cezası verilebilir.” İtiraz edilirse gözaltına alınmalar, tutuklanmalar da söz konusu. Burada mesela şiddete teşvik çok itiraz edilmeyecek bir durum olabilir, tartışmaya açık bir şey ama, Baas rejimini övmek de bu suçlar arasında. Burada bence bir soru işareti var. Tamam Baas rejiminin tarihi çok kirli ama herhangi bir siyasi ideolojiyi savunmak ve bunun yasaklanması tartışılması gereken bir şey, çünkü şiddeti teşvik yok. Şiddet kullanmış bir rejimi savunuyor olabilirsiniz, böyle algılanabilir ama sonuçta bu bir yorumdur. Baas rejiminin belki de baktığınızda kağıt üzerinde, mesela Irak ceza yasası şu an Amerikalıların hâlâ uyguladığı bir iki değişiklikle bir yasa, o anlamda kağıt üzerinde çok da vahim şeyler yok. Uygulama çok korkunç.

 

MA: Orada bir sansür olduğunu biliyoruz, peki ne kadar etkili olabiliyor bu sansür? Siz hem orada bulundunuz hem de zaten bütün basını izlediğiniz için karşılaştırma imkânına sahipsiniz.

 

ÖD: Bir otosansür olduğu zaten, hem yabancı medya anlamında hem de Irak medyası anlamında var. Irak medyası tabii eski rejimden sonra daha özgür hissediyor kendini doğal olarak. Çünkü eskiden hiçbir şey yazamıyorlardı, şimdi daha çok şey yazıyorlar ama onlar da giderek daha az Amerika ve koalisyon güçlerini eleştirebilir hale geldiler bu 14. yönetmelikle birlikte.

Mesela ben gelmeden bir hafta önce El Müstakila adlı bir gazeteyi kapattılar, bilgisayarlarına vs. el koydular. Biz gazetede o sayıyı göremedik çünkü yüzden fazla gazete çıkıyor, hepsini okuyamıyoruz, bu daha ufak ve dini bir grubun gazetesiydi. Ama koalisyon güçlerinin verdiği basın açıklamasında gazetede “Amerikan askerlerini öldürmek, Amerikalılara karşı savaşmak caizdir, bunu yapmak sevaptır” gibi bir açıklama olduğu için kapatıldığını söylüyor. Ben karşı tarafı dinlemediğim için sadece bu açıklama ile yetinmekteyim ama bu yüzden kapatıldı.

 

ÖM: Zaten El Cezire’nin El Ramadi’de bürolarını da basmışlar ve tutuklamışlar bazı muhabirleri; sonradan serbest bırakmışlar anladığım kadarıyla.

 

ÖD: Bu El Cezire’nin ilk defa başına gelmiyor. En fazla şey yapan... onlar sürekli yer değiştiriyor, en son Swan Lake Hotel diye bir otelin sığınağında ofislerini kurmuşlardı. Artık herhalde en güvenli yer orası, diye düşünüyorlar.

 

ÖM: Öyle ciddi bir problem var. Peki bu yiyecek meselesine dönersek, iki şeye de; bir de bu kol-bacak kırmalar, müthiş dayak hadiseleri galiba Uluslararası Af Örgütü’nün raporu üzerine ortaya çıktı ve soruşturma açıldığını biliyoruz.

 

ÖD: Evet, ilk defa sanıyorum bir hafta önce öyle bir şey yapıldı. Genelde bir kamu düzeni orada söz konusuydu ya da savaş esirleri ile ilgili daha çok konuşuluyordu, ama bize gelen o kadar çok bilgi oldu ki... Af Örgütü çıkardı bu gözaltı meselesini ortaya ve çok ciddi dikkat çekti. Hatta o kadar çok üstünde duruldu ki, geçtiğimiz salı günü ilk kez... Orada müstakil gösteriler yapılıyor mesela bir aşiretten birisi gözaltına alındıysa. Bu aşiret insanları geliyor Cumhuriyet Sarayının önünde pankart açıp gösteri yapıyorlar, serbest bırakılması için. İlk kez bütün orada oluşmaya başlayan insan hakları örgütleri bir araya gelerek gözaltı koşullarını protesto etmek için bir gösteri düzenledi. O anlamda kendimizi başarılı hissettik çünkü olayı sadece ifşa etmekle kalmadık, oradaki sivil toplumun örgütlenmesine de bir katkı sağladık.

 

ÖM: Bir de tabii, unutmuştum, senin orada bulunduğun sırada bu Süleymaniye olayı da dahil pek çok şey oldu; inanılmaz. Amerikan askerleri de çok sayıda öldürüldü ama bir de rastgele ateş açma sonucunda bir katliam oldu orada.

 

ÖD: O çok yaygın. Ben Bağdat dışına çok çıkmadım, misyondan diğer arkadaşlar gitti; Kuzey Irak’a gittiler, güneye gittiler, Ramaldi’ye, vs. gittiler. Ben daha çok Bağdat’ta kaldım ama mesela Bağdat’ta bile bir vaka var. Gittik, başında bir bandaj, yaralanmış, ne olmuş? “Valla bilmiyoruz, biz gidiyorduk, Cismi Müstakil dedikleri bir asma köprü var, onun üstünden giderken birdenbire karşıdan gelen Amerikan cipi bize ateş açmaya başladı...” Arabayı da görüyorsunuz, üzerinde 10’dan fazla kurşun deliği var. “Niye peki?” “Hiçbir fikrimiz yok. Biz yine ucuz kurtulduk, bir kişi yaralandı. Öndeki arabada iki kişi öldü!”

 

Asker kamu düzeni sağlamak için eğitilmedi

 

ÖM: Bu artık umuradiyeden, sıradan olaylar halinde ama bir de halkın üstüne, işte 11 kişinin katledilmesi...

 

ÖD: Evet, gösteriler sırasında. Bunlar asker, kamu düzenini, asayişi sağlayacak polis değil. Zaten Af Örgütü’nün tavsiyelerinden biri memorandumda buydu. İnsanlar çatışma ortamına göre yetiştirilmiş, eğitim almış insanlar, dolayısıyla kamu düzeniyle ilgili bilgileri yok. Dolayısıyla bir an önce Irak polisinin devreye girmesi lazım. Tabii Irak polisinin de şöyle bir açmazı var: Irak polisi Amerikan güçlerinden eğitim aldığı için öldürülüyor. Yani onlara karşı da... Amerika ile işbirliği yapıldığı için, benim bildiğim iki tane tercüman öldürüldü. Dolayısıyla ellerinde kalabalığı dağıtacak bir bilgi ve teçhizat olmadığı için yaptıkları tek şey ateş etmek, bazen havaya ateş ediyorlar, seken kurşunlar tarafından yaralanma ve ölümler oluyor, bazen de doğrudan üstlerine ateş ediliyor. Sadece Süleymaniye’de değil, Bağdat’ta da böyle bir iki olay oldu.

 

ÖM: 11 kişinin öldüğünü de, sonra ısrarla söyledi BBC, önce 5 demişti ama Robert Fisk Independent ve başka yerlerde de 11 kişinin, tam da savaşın sonlarındaki büyük katliamın olduğu yerin 40 metre ötesinde bir kez daha...

 

ÖD: O rakamlara pek güvenmemek lazım.

 

ÖM: Bunlar çok ciddi şeyler tabii.

 

ÖD: Şöyle bir şey var, sanıyorum biraz da Amerika ve İngiltere’deki halkı umutsuzluğa ve infiale sürüklememek için sayılar biraz azaltılıyor. Biz duyuyoruz ki, günde minimum 10 saldırı oluyor, bazı günler 20 küsura çıkabiliyor Amerikan güçlerine ya da işgal kuvvetlerine karşı yapılan saldırılar ama koalisyon güçlerinden yapılan resmi açıklamaya baktığımızda “2-3 yerde” diyor. Yaralanma ya da ölümle sonuçlanmayan saldırılar sanıyorum bildirilmiyor.

 

ÖM: Kaza, vs. diye de sanıyorum çok sayıda şey bildiriliyor, mesela “yol kazasında öldü” vs. Jessica Linch’in olayında olduğu gibi; kendisi aslında kaçarken yolda trafik kazası gibi bir şey olmuş belki ama onu saymıyorlar. Öyle şeyleri saymıyorlar. Çatışmada ölenleri sayıyorlar bir tek.

 

ÖD: Ne olduğu meçhul, herhangi tarafsız bir bilgi edinme şansınız çok fazla yok çünkü Irak halkıyla konuştuğunuzda da, aynı anda iki kişi ile konuştuğunuz aynı olayı doğrulamak istediğinizde iki farklı öykü ile de karşılaşabiliyorsunuz. Tamamen bulunduğu konumla ilgili, mesela biri gösterinin içinde, göstericilerden biri, dışarıda biri seyrediyor, ikisinden çok farklı yorumlar alıyorsunuz.

 

ÖM: Bu arada askerler de ağlıyor diyorsun?

 

ÖD: Evet. “Evimize dönmek istiyoruz artık, biz böyle olacağını bilmiyorduk” diye ağlıyorlar.

 

ÖM: Ama onlar da sözleşmeli personel olarak oradalar, değil mi?

 

ÖD: E, tabii, açıkcası çok zalimce bir duruş olabilir ama, onlar için çok üzülemiyorum çünkü bu bir kontrat ve bu da bir mesleki risktir. Yani bir işe girdiğinizde imzaladığınız kontrat çok bellidir, hele de askerseniz ya da polisseniz zaten bunun riskleri ölüme kadar varabilen şeyler; bunu da çok bilerek o askerliği yapıyorsunuz. Tabii bu insanların çoğu ücretsiz eğitim alabilmek için –çünkü eğitim çok pahalı, o yüzden diye birtakım açıklamalar yapıyorlar- ama sonuç olarak dediğim gibi bir risktir. Bunlar ayrıca bu insanları gözaltındakilere ya da yakaladıkları insanlara kötü muamele yapmalarına katiyen haklı çıkarmıyor. “Benim sinirlerim bozuldu, gel seni iki dakika döveyim” diye bir şey olamaz.

 

ÖM: Halbuki bunları da yapmışlar, sinirleri bozuldu diye değil mi? Çok önemli şeyler vardı. Bu yiyecek meseleleri de matrak yani, üzerinde İngilizce’den başka hiçbir ibare olmayan ve “ABD halkından yiyecek hediyesidir” ve 550 kalori olduğu belirtilen fasulye ile patates paketi var.

 

ÖD: Iraklılar fasulye ve patatesi sadece pilavın üzerine sos yapmak için kullanıyorlar; bunlar yemek değil. Önce şunu açıklığa kavuşturalım: bunları sokaktaki halk yemiyor zaten, onlara dağıtılmıyor, bunlar gözaltındakilere verilen günlük tayın. Bir paketin içinde iki şey var, mesela birisi patatesle fasulye, öbüründe makarna ve bezelye var. Bir tane poşette reçel var, bisküvi var. Benim getirdiğim pakette bisküvi yok, çünkü yedikleri tek şey bisküvi bu paketten. Bir de tuz, biber, kolonyalı mendil, kibrit ve kaşığın olduğu bir başka poşet daha var. Biz THY’nin uçaklarında daha iyi şeyler yiyoruz açıkçası 3 saatlik yolculukta, bunları bir gün boyunca yemek durumundalar.

 

Gözaltındakilere Amerikan diyeti

 

ÖM: Toplam kalori de 1400 filan mı?

 

ÖD: 1500-1600 civarında, ki çok az bir kalori. Üstelik de düşünün ki bu insanlar Camp Croper gibi bir yerde gölgede 50 derecede olan bir şehirde çadırda kalıyorlar. İlk başta hiç su vermemişler, ondan sonra günde 4 litre su. Yıkanma şansınız yok. Mesela ben çok az su içen bir insanım ama, Irak’ta günde 6-8 litre arası su içiyordum ve Amerikan askerlerine söylenen de “minimum 8 litre su tüketeceksiniz günde,” ama 4 litre su yeterli görülmüş.

 

ÖM: Amerikan askerleri de kendilerine az su verildiğinden şikayetçi oluyorlardı. Bunu açıkça böyle okuduk.

 

ÖD: Tabii ben orada iken burada neler olup bittiğini çok da takip edemedim.

 

ÖM: Çok acayipti, geldi de, onun için söyledim.

 

ÖD: Mesela serbest bırakılanlarla konuştuğumuzda ısrarla bize “bize yemek verilmedi” diyorlar. Mümkün değil, biliyoruz ki bu sarı paketler verildi. On dakika uğraştıktan sonra itiraf ediyorlar ki “evet, bir sarı paket verildi.” Ama bunun yemek olduğunu bile idrak edemiyorlar, çünkü biraz önce dediğin gibi üzerinde tek kelime Arapça yok ve Iraklılar için bu yemek değil. Iraklılar kahvaltı dahil hep et yiyorlar. Diyeceksiniz ki gözaltı koşullarında böyle et vs. olmaz ama, onun yanısıra orası dini çok yukarıda tutan bir toplum, dolayısıyla bu yemeklerde kullanılan yağın helal ya da haram olduğuna dair de bir ibare yok üstlerinde. Artık son bir hafta on gündür normal Irak yemeği verildiğine dair Amerikalılar tarafından, Tesfirat diye bir hapishane var, orada Irak yemeği veriliyor artık. Camp Croper’da da verilmeye başlandı diye, oradaki komutan bize söyledi. Normale dönmüşler çünkü insanlar bir ayda 10 küsur kilo vermişler, hem bu yemeği reddettikleri için, hem de çok ciddi su sorunu olduğu için. Su sorununu da yavaş yavaş hallediyorlarmış ama hâlâ adalet sistemi ile ilgili sorunlar devam ediyor tabii.

 

ÖM: Peki, anlamakta çok güçlük çektiğimiz şeylerden biri bu elektrik olmaması ve bunu Amerikalıların düzeltememiş olması hâlâ. Çünkü anladığım kadarıyla Irak’ta çok da önemli suyun filtre edilmesi vs. açısından elektrik.

 

ÖD: Tabii. Zaten en büyük hoşnutsuzluk oradan başladı. Herkes gözaltına alınmıyor, dolayısıyla herkesin Amerika’ya karşı düşmanca duyguları bundan dolayı değil, ya da herkesin evi aranmıyor, birebir böyle bir şey yok. Ama herkes hoşnutsuz çünkü elektrik yok, su yok, güvenlik yok, hükümet yok; en çok duyduğumuz şey bu: “Kahraba maku” diyorlar sürekli. İlk öğrendiğim kelime ‘kahraba’ oldu, kahraba elektrik demek. Dolayısıyla herkesin evinde bir air condition var, en kötü ihtimal bir pervane var. İnsanlar uyuyamıyor, elektrik olmadığında hiçbiri çalışmıyor, çok sıcak, evler taş olsa bile inanılmaz sıcak.

Su yok, mesela ilk gittiğimde günde sadece iki saat elektrik veriliyordu, sonra yavaş yavaş 4-6 saate kadar çıktı ama düzensiz, bazı günler hiç kesilmiyordu. Zaten insanlar “Aradan 4 ay geçti, koskoca Amerika devleti, dünya lideri, bütün bir Irak’ı işgal edebildi, niye bir elektriği halledemiyor?” diyor. Tabii bütün elektrik kabloları bile yağmalandı. Bu yağma ile ilgili bir parantez açmak istiyorum, bu konuda Irak halkı çok rahatsız, “Biz yağmalamadık, Iraklılar, Bağdatlılar yağmalamadı” diye sürekli söylüyorlar ve tabii bunları doğrulama imkânı yok, tamamen dedikodu anlatıyorum burada. Bu Saddam Hüseyin savaştan hemen önce bütün cezaevlerini açtı, siyasi mahkumlar hariç bütün mahkumları serbest bırakmıştı, iddiaya göre bütün onların yaptığı bir şey bu.

 

ÖM: Bütün hırsız, uğursuz, katil, vs.

 

ÖD: Hepsi, adi suçlular serbest bırakıldığı için onlar fırsattan istifade etti Amerika’nın da desteği ile. Birçok kapı Amerikan tankları tarafından yıkılarak açıldı ve insanlar öyle girdi içeriye. Hakikaten gittiğimiz evlerde de yağma malzemesi görmüyoruz. Bu elektrik meselesi çözülemiyor, su meselesi dolayısıyla çözülemiyor, kanalizasyon sistemi bazı yerlerde şey olduğu için; orada zincirleme arıtma sistemi var, dolayısıyla bir sistem tıkandığında geriye doğru hepsi tıkanmış oluyor. Böylece bütün şehrin kanalizasyon sistemi çökmüş oluyor ve bazı daha yoksul muhitlerde kanalizasyon sokağın ortasından akıyor. Bir de o sıcakta sadece kokusu bile insanı öldürebilir, o kadar korkunç bir durum.

 

ÖM: Hastaneleri düşünmek bile istemiyor insan, koskoca savaş, toplam 10 binin üzerinde askerlerle 6-7 bin sivil öldüğünden bahsediliyor, artık bilmiyorum o durumu nasıl hallettiler, yaralıları vs?

 

ÖD: Zaten hastanede -bir iki yaralıyı ziyaret ettik- içler acısı bir durum, doktorlar çaresiz. Yani maaş alamamalarını bir kenara koymuşlar artık, ama ilaç yok, en temel hijyen malzemeleri yok, elektrik yok, elektrik olmayınca diyaliz makinesine bağlı olan ya da yaşamsal ünitelere bağlı olan insanlar ölüyor. Jeneratörler yetmiyor, vs.

 

ÖM: İyi yemeklere rağmen neden kilo kaybetmiş olduğun anlaşılıyor. İstersen bu noktada keselim. Mustafa senin sormak istediğin bir soru var mı?

 

MA: Yok ama ileride tekrar bir program yapmamız gerekecek herhalde.

 

ÖD: Evet, daha hiçbir şey anlatmadım gibi geliyor bana.

 

ÖM: Ben de ne soracağımı doğrusunu istersen... çok profesyonelleşememiş olduğumuz anlaşılıyor burada. Çok insani ve korkunç tabii. Kolay değil, 21. yüzyılın ilk büyük sömürge savaşını yaşamış oluyoruz, onun için parça parça gidiyor. Tekrar konuşmamız gerekecek herhalde.

 

ÖD: Gelirim.

 

(31 Temmuz 2003 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)