Düşlerimizdeki yer

-
Aa
+
a
a
a

Mustafa BARGUTİ30 Temmuz 2003

 

 

Yol Haritası üzerindeki çekişmeler sürerken ve Filistinliler eşi görülmemiş nitelikte yeni dehşet biçimlerine maruz kalırken, bir an için bu dehşetin ayrıntılarını bir kenara bırakıp, durumumuzun genel bir görünümünü resmetmemizin daha faydalı olabileceğini düşünüyoruz. Oslo süreci, yedi yıl devam eden bir ateşkesi sağlamıştı. Ancak, bu birkaç istisna dışında tek taraflı bir ateşkesti – Filistinliler çoğunlukla söz konusu ateşkese riayet etmesine karşın, İsrailliler çıkarlarımıza ve topraklarımıza saldırılarını sürdürerek barış umutlarını yerle bir ettiler. Bu saldırı üç düzeyde gerçekleştirildi.

 

Öncelikle, Rabin suikastından bu yana İsrail hep sağcılar tarafından yönetildi. Doğru, Netanyahu ile Şaron arasındaki dönemde Barak vardı; fakat, Barak iktidarı ele geçirir geçirmez tamamıyla sağ kanadın çıkarları paralelindeki politikaları takip etti. Özellikle de, yaptıkları “cömert” siyasi teklifi reddedenin Filistin Yönetimiolduğunu, bunun ise İsrail’i yok etmekte kararlı olmasından kaynaklandığına dair bir söylenceyi yayarak bu kurumun meşruiyetini yıkmaya çalıştı. Bu söylence bağımsız Filistin devletinin ortaya çıkmasını engellemeye çalışan Siyonist sağ kanadın hız kazanmasına yaradı.

 

İkinci olarak, Oslo çerçevesinde, yerleşimlerin inşası hızını yitirmeden devam etti. Şartlar üzerinde uzlaşmaya varılmasından bu yana 100’den fazla yeni yerleşim oluşturuldu ve işgal altındaki topraklarda bulunan İsrailli yerleşimcilerin sayısı ikiye katlandı. Bu kendiliğinden gerçekleşen ve sistematik bir genişleme değildi. Bu, statükoyu önceki 27 yıllık işgal boyunca eşi benzeri görülmemiş bir derecede değiştirmek adına gerçekleştirilen kasıtlı ve programlı bir girişimin sonucuydu. Gerçekten de, yerleşim inşa etme hızının büyük ölçüde yavaşladığı tek dönem, 1987’deki İntifada hareketini takiben, Oslo Anlaşması’nın imzalanmasının hemen ardından gelen dönem olmuştur.

 

1993 sonrasındaki, yerleşimlerin genişletilmesi çalışması inceden inceye tasarlanmış bir oluşumdu. Yalnızca yerleşimlerin kendisi çoğunluklu büyük ölçekli olmakla kalmıyor, aynı zamanda bunları birbirlerine ve İsrail’e bağlayacak girift yol ağlarına ihtiyaç duyuyorlardı. Amaç, artan İsrail nüfusu için evler inşa etmek değil, işgal altındaki toprakların ekonomisini ve siyasi coğrafyasını değiştirmekti. İsrail, yerleşim faaliyetleri sayesinde Batı Şeria’yı, Filistin köylerinin ve kasabalarının yalıtılmış ileri karakollardan başka bir şey olmadığı, etnik anlamda İsrailli topraklarına dönüştürmeye çalıştı. 1967 ile 1993 yılları arasında, İsrail çoğunlukla Kudüs’te olmak üzere birtakım özel olguları değiştirmeye çalıştı. Oslo ateşkesi sürecinde, işgal altındaki toprakların kendilerine ait olduğunu iddia etmek için bu bölgelerin coğrafi karakterlerini bütünüyle dönüştürme çabasına girdiler. Ancak, bu girişimler hiç de yeni bir şey değildi; çünkü, bu İsrail’in demografisini değiştirmede başarılı olduğu Celile, Negev ve Caffa’da yaptığının tamı tamına aynısına karşılık geliyordu. Bununla birlikte, buradaki Filistinliler topraklarında kaldığından, söz konusu bölgeler İsrail için çok daha karmaşık bir soruna dönüştü.

 

1967’den bu yana Filistinlilerin talepleri gitgide azalmasına karşın, İsraillilerin istekleri sürekli arttı. Filistinliler, BM bölüştürme kararıyla kendilerine verilen tarihi Filistin’in %45’lik kısmı yerine yalnızca %22’lik bölümü kabul etmeye hazırdı. Oslo anlaşmasının ardından, 1967 sınırlarını esas alan iki devletli bir çözüm hayali hızla ortadan kayboldu. Sonraki müzakerelerse Batı Şeria’nın esas itibarıyla iki taraf arasında nasıl bölüştürülmesi gerektiği üzerinde odaklanmıştı. Bu bağlamda, Barak’ın Oslo anlaşması çerçevesinde sunduğu teklifler şu anda Şaron’un yapmakta olduğu tekliflerden pek de farklı değildi. Ayrıca, bir üçüncü etken daha var. Filistin Otoritesi’nin sistemli şekilde imha edilmesi, kendi yapılarını yeniden oluşturma ve bağımsız bir devletin kurulmasına yönelik yeteneklerini geri dönülemez şekilde zayıflatmıştır. İsrail buna karşılık olarak, yalnızca Filistinliler açısından değil, ancak bölgenin tamamında Arap dünyasındaki parçalanmayı ve anlaşmazlığın yeniden formüle edilmesini sağlayacak uluslararası düzeydeki karmaşık durumu istismar etmiştir.

 

İsrail buraya kadar üç temel kurala sıkı sıkıya bağlı kalmıştır (Bunlar, Raja Shehadah tarafından ustalıkla tarif edilmiş ve belgelenmiştir). 1. Hiçbir Filistin varlığının başka bir devletle olan sınırlarını kontrol etmesine izin verilmemelidir. Gelecekte oluşabilecek herhangi bir Filistin varlığı uygulamada “sınırlara sahip olmamalı” ve geçici ya da kalıcı önlemlerle olmak üzere sonsuza dek İsrail halkıyla ve ordusuyla kuşatılmalıdır. 2. Filistin varlığının ya da özerk yönetimin sahip olabileceği her türlü güç mutlak hakimiyete tekabül etmemeli, işlevsel düzeyde kalmalıdır. 3. Filistinlilerle ya da Araplarla mutabık kalınan hiçbir düzenlemenin ya da anlaşmanın (ve burada, Oslo vurgulanmak isteniyor) İsrail’in statükoyu değiştirme ve işgal altındaki topraklara ilişkin yeni gerçeklikler yaratma kabiliyetini engellemesine izin verilmemelidir.

 

İsrail bu amaçlara ulaşmak için Filistinli ve Arap arabulucuların bütünlüklü bir stratejik yaklaşım sergileyememesinden yararlanmıştır. İsrail bir yandan yollar inşa etmesine, yerleşimleri oluşturmasına ve Filistinlileri toplu şekilde cezalandırmasına olanak veren bir yasalar ve askeri kararlar ağı kurarken daima kısmi ve geçici çözümlerin de yanında olmuştur.

 

İkinci İntifada’nın patlak vermesinin ardından, İsrail Filistinlilerle çatışmasının tarihteki ve günümüzdeki gerçekliklerine dair uluslararası düzlemdeki algıları değiştirmek üzere dünya medyasını daha etkin şekilde kullanmaya başlamıştır. Başlıca amacı yalnızca sığınmacıların haklarını inkar etmek değil, aynı zamanda bu hakların yorumlanmasını çarpıtmak olmuştur. Hatta öyle ki, bu tür hakları talep eden herkes İsrail devletini yıkmayı istemekten dolayı suçlanabilecekti. Bu kampanya süresince işgal altındaki topraklar “tartışmalı bölgeler” olarak nitelendirildi, İntifada, iki eşit güç arasındaki askeri çatışma olarak yeniden icat edildi ve “işgal” sözcüğü, kelime dağarcığından çıkarıldı. Şaron’un kendisini Ben Gurti’nun 1948’de başladığı işi bitirmesi gereken adam olarak gördüğü söylenebilir.

 

Hal böyleyken neden birileri çıkıp Yol Haritası ile rahatlarını kaçırır ki? Neden Şaron Filistin devleti fikrini kabul etmiş gibi görünüyor? Ve neden İsrail Kudüs ile Golan’ı ilhak ettiği şekilde tüm işgal altındaki toprakları ilhak etmeye yanaşmıyor?

 

DEMOGRAFİK PROBLEM:  İsrail’in bölgeleri ilhak etme tereddüdünün birinci sebebi nicelikseldir. İsrail, tüm çabalarına karşın Filistinlilerin ortaya koyduğu demografik soruna hâlâ bir çözüm bulabilmiş değil. 1948’de ödedikleri ağır bedelin ardından, halen kendi topraklarında yaşamakta olan Filistinliler burayı terk etmeyi reddediyor. Tek başına, onların bu alanlarda varlıklarını sürdürdükleri gerçeği bile, Filistin mücadelesinin en belirgin başarısıdır. Bu varlık 1967’den önce olduğu gibi yalnızca sayısal bir başarıyı da temsil etmiyor. Bugün Filistin varlığı dinamik, bilinçli ve direniş taahhüdü vermiş bir yapı sergiliyor. Bunun süregelen varoluşu İsrail açısından pahalıya patlamıştır; gerçekten de, pek çok bakımdan, İsrail işgalin bedeliyle başa çıkacak durumda değildir.

 

İsrail kamuoyu, insan hayatı açısından işgalin bedeli konusunda son derece duyarlıdır. Üstelik, İsrail toplumu ve ekonomisi bu açık uçlu düşmanlığı daha uzun bir süre sürdürebilecek durumda değildir. İsrail’in birinci ve ikinci İntifadayı durdurmak için büyük bir çaba harcamasının nedeni budur.

İsrail ekonomisinin çöküşünde İntifada’nın getirdiği baskıların oynadığı rol herkes tarafından açıkça görülebilir. Bugün İsrail, ülkede hiçbir zaman yaşanmamış yüksek işsizlik oranları ve sermaye kaçışıyla beraber tarihindeki en kötü ekonomik durgunluğu yaşıyor. İntifada’nın başlangıcından beri İsrail’in kayıpları 23 milyar dolar olarak tahmin ediliyor. Kişi başına düşen gelir ise %12 oranında düştü.

 

Ayrıca, İsrail dünya kamuoyuna karşı da son derece duyarlı. İsrailliler sırtlarını ABD desteğine dayamayı başarmış dahi olsalar, dünyadaki diğer ülkelerde güvenilirliklerini büyük ölçüde kaybettiklerinin farkındalar. Avrupa’daki halk desteği çöktü. İsrail ile Arap halkının kaynaştırılması duraklama evresine girdi. Bazıları Filistinlilere doğrudan tabandan bir koruma sağlayan uluslararası dayanışma hareketleri doğuyor. İsrail’in karşı çıkmalarına rağmen Filistin dayanışma hareketi gücünü dünya çapındaki globalleşme karşıtı kampanyayla birleştirdi ve her ikisi de birbirlerini karşılıklı olarak güçlendiriyorlar. İsrail, Avrupa Parlamentosu’nun desteğini kaybediyor; hatta, İngiltere Parlamentosu bile onlardan uzaklaşmakta.

 

Bugün Filistin’in kurtuluşu, dünyadaki en öncelikli ulusal kurtuluş amaçlarından biri haline gelmiştir. İsrail lehindeki lobinin hegemonyası sayesinde, ABD’de Filistin sorununa yönelik olarak yaygın şekilde varlığını sürdüren içler acısı tavır dahi tersine dönmüştür. Şayet ABD’de yaşayan Filistinliler kısa bir süre için bile olsa, fikir ayrılıklarını aşma, korkularını yenme ve daha müreffeh vatandaşlarından kaynak sağlayıp lobi oluşturmada başarılı olabilirlerse, her şey çok farklı olabilir. Halihazırdaki güç dengesizliğine rağmen Başkan George W. Bush’un dahi herhangi bir yerleşimi yaşanılır hale getirecek iki temel koşulu bir kenara atmayı başaramaması ilginçtir. Bunlar, bağımsız ve demokratik bir Filistin devletinin kurulması ve 1967 işgalinin sona erdirilmesi olarak ifade edilebilir. Bazı Filistinli ya da Arap taraflar kendisine bunu gerçekleştirme bahanesi sunmadığı sürece, Bush’un gelecekte de bu koşulların her ikisini yok sayamayacağı söylenebilir.

 

Ayrıca, İsrail bölgelerin ilhakını masum ve kolay şekilde gerçekleştirmesini zorlaştıran daha acil ve somut engellerle karşı karşıyadır. Açık konuşmak gerekirse, İntifada’yı ve Filistin direnişini sona erdirmenin askeri bir yolu bulunmamaktadır. İsrail, bir kereden fazla olmak üzere askeri çözümü denemiş, ancak tüm çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ayrıca, işgal altındaki topraklarda yaşayan halkın yuvalarını terk etmesini – Şaron’un uzun zamandır hayalini kurduğu utanç verici “transfer” - sağlamak imkansızdır. İsrail’in bu “transfer”i gerçekleştirmek adına elde ettiği son şans, Irak savaşı sırasında ortaya çıktı, ancak o zaman bile hiçbir girişimde bulunulamadı. Güç karşı konulamaz olduğunda dahi, başarabileceklerinin bir sınırı vardır.

 

Şimdi, eğer İsrail, bölgeleri ilhak ederek problemlerini çözemiyorsa, İsrail hükümeti ne istiyor? Basit ifadesiyle, tek istediği, yeni bir ateşkes; işgal altındaki topraklardan geri kalanları kesip almasını sağlayacak ve Filistin ulusal hareketinin kalan azmini kıracak zamanı kazandıracak ikinci bir Oslo. İsrail hükümeti, yalnızca Filistinliler için geçerli olmak üzere, yeni bir ateşkes dönemi yaşamak istiyor. İstedikleri, barışı andıran bir şey, oysa gerçeği değil. Fikir ayrılıklarıyla zayıflayarak ve ekonomik ve gündelik güçlükler karşısında yıpranarak, nihayetinde pes edeceğimiz umuduyla Filistinlilerin statükoyu kabul etmesini istiyorlar.

 

İşte, ara devlet veya geçici sınırlara sahip bir devlet fikri de böyle doğmuştur. Ara devlet talebini öne sürmesine karşın, İsrail’in yol haritasına itiraz etmesinin nedeni de budur; çünkü, yol haritası ilk aşamada yerleşimleri dondurmaktadır.

 

Filistinliler olarak, hatalarımızdan ders almamız gerekiyor. ABD ve uluslararası güvenceler tarafından desteklenen Oslo anlaşması, İsrail ordusunun tekrar düzenlenmesini ve sınır bölgeleri, yerleşimler ve Kudüs hariç olmak kaydıyla, 1999’a kadar Gazze ve Batı Şeria’daki tüm bölgelerden tahliyesini öngörüyordu. Bu, sığınmacılar, Kudüs ve sınır sorunlarının ertelenmesi karşılığında, İsrail’in belirlenen tarihte Batı Şeria ve Gazze’nin %90’ından çekilmesi anlamına geliyordu. Ertelenen konular, aynı yıl gerçekleştirilecek olan müzakerelerle çözümlenecekti. Ancak, bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Eylül 2000 itibarıyla İsrail toprakların yalnızca %18’ini boşaltmıştı ve Kudüs, sığınmacılar ve yerleşimler meseleleri çözümlenmek bir yana, müzakere konusu bile olmamıştı. Bu dönemde gelişmekte olan tek şey varlıkları ordu ve yol barikatlarıyla artan yerleşimler ve bunların yol ağı olmuştu. Peki, şayet gelecekte nihai devlet kurmak gibi bir niyeti yoksa neden İsrail geçici devlet konusunda ısrar etmektedir?

 

Bu görünürde tutarsız davranışların ardında yatan bazı nedenleri sezinlemek mümkün. Başlangıç olarak, geçici devlet İsrail’in sınırlar, sığınmacılar, yerleşimler ve Kudüs gibi temel konuların tartışılmasını bir kez daha belirsiz bir süre için ertelemesine izin verecek. Elbette asıl umutları, zamanla bu meselelerin çözümlenemeyecek hale gelmesi ve çözüm arayışlarının tamamıyla bir kenara bırakılmasıdır.

 

Ayrıca, geçici devlet Filistinlilerin temel haklarını görmezlikten gelebilmeleri için Filistin-İsrail anlaşmazlığını yeniden formüle etme yolundaki çabalarında da yararlı olacaktır. Buradaki amaç, İsrail’in bir yandan yoluna devam edip toprakların büyük bölümünü ilhak etmesine olanak tanınırken, İsrail’i ilhakın demografik yükünden kurtaracak bir çözüm bulmaktır. Bölgelerin % 42’sine karşılık gelen bir devlet önerisini yapmalarının nedeni de budur. Bu şekilde, “bağımsız” Filistin devleti bağımsızlığı veya sınırları olmayan, coğrafi anlamda birbirinden kopuk kuşatılmış bölgelerden oluşan bir devlete indirgenecektir. Filistinlilerin gettolarda yaşamını sürdürmesine izin verilebilir. Bölge sakinlerinin kendilerini yönetmesine ve hatta zulmetmesine yetki veren bir sistem oluşturulabilir. Kendi gıdaları, sağlıkları, ekonomileri konusunda sorunluluk almalarına izin verilebilir. Ancak, toprakları üzerinde hiçbir hakimiyetleri olmadığı gibi, gettolarını geçerli bir devlete dönüştürme beklentileri de olmayacaktır.

 

Tıpkı bir insana zorla acı ilaç içirmek gibi, Filistinliler de durumun yalnızca “geçici” olduğu bahanesiyle bu korkunç kadere yavaş yavaş alıştırılıyorlar. Ancak, Oslo sürecinde de gördüğümüz gibi geçici olan kısa zamanda kalıcı olana dönüşecek, her zaman ilerleme yetersizliğine ilişkin bahaneler bulunacak ve Kudüs ile sığınmacılar sorunları daima müzakere konuları olarak değil, aşılamaz engeller olarak sunulacaktır.

 

Şu anda Şaron, Filistinliler’den sığınmacıların geri dönüş haklarından vazgeçmelerini ve anlaşmazlığın sona erdiğini ilan etmelerini istiyor. Karşılığındaysa Filistinlilere yaşanacak birkaç sıkışık gettodan başka bir şey teklif etmiyor. Şaron’un çözümü Batı Şeria’nın ve Gazze’nin Yahudileştirilmesi ve ilhakıdır ve bunun gerçek olabilmesi için Filistinlilerin tarihi ödünler vermesini istiyor. Tarihteki en kötü ırkçı apartheid sistemi altında, sürekli kölelikte yaşamak için Filistinlilerin haklarından vazgeçmesini istiyor. Yol Haritasına gelince, Şaron kendisini için uygun unsurları seçmek, uymayanların ise üzerini çizmek istiyor. Metin üzerinde 15 genel başlık altında 100 değişiklik yapmasının nedeni de budur. Bir taraftan yerleşimleri dondurmayı reddederken, diğer taraftan da Filistin mücadelesini bitirmek istiyor. Kudüs hakkında tartışmayı reddederken, geri dönüş hakkını yürürlükten kaldırmayı istiyor.

 

Burada basılmış olan haritalar Şaron’un nasıl Siyonist zincirin bir başka halkasını oluşturduğunu gösteriyor. Haritalarda, nihayetinde ırk ayrımcılığını kutsayan bir duvar inşa edilene ve işgal altındaki topraklar minik parsellere bölünene kadar, varsayılan Filistin devleti sınırlarının nasıl küçüleceği görülebiliyor. 1967’deki sınırlara dayalı iki devletli bir çözümde Filistinlilere toprakların yüzde 22’si verilmesine karşın, 1947’deki bölüştürme planına göre toprakların yüzde 45’i onlara veriliyordu. Şaron’un teklifi ise onlara yalnızca yüzde 9’luk bir kısmın verilmesini öngörüyor. Rakamlar, her şeyi açıkça ortaya koyuyor ancak asıl önemli olan bunların ardındaki eğilimler.

 

Filistinliler her çatışmada daha fazla toprak kaybetmesine karşın, direnişleri daha fazla arttı. Bırakıp gitmeyi reddettiler, sayıları gitgide arttı ve kurumsal yapılarını kuvvetlendirmek, uluslarının haklarına dair bilincini yükseltmek ve uluslararası destek sağlamak yoluyla kendilerini ömür boyu sürecek bir mücadeleye adadılar. Tüm bunların arasında, ince bir çizgi halinde, insan faktörünün bizim adımıza çalışan en önemli değer olduğu gerçeği varlığını sürdürüyor.

 

Geçmişte, ülkemizin insan kaynaklarını kullanmış, hatta zaman zaman tüketmiştik. Ancak, Oslo’dan bu yana yurtdışında yaşayan Filistinlilerin insan potansiyelini organize etmekte ve kullanmakta başarılı olamadık. 2002 Haziranında kurulan Filistin Ulusal Demokratik İnisiyatifi’nin amaçlarından biri de budur.

 

Şaron başarısız olmasını istediğinden ve ABD kabul etmesi için onu zorlayacak bir ruh haline henüz girmediğinden, yol haritasının kaderi başından beri kötü. En olası senaryo, yol haritasının Şaron’un ayrıcalık taleplerini barındıracak şekilde değiştirilmesi. Bu gerçekleşirse, Filistin halkı daha önce eşi görülmemiş bir tehlike altında kalacak. Çünkü, anlaşmazlık artık elimizde tutmamıza izin verilen toprak yüzdesi kavgası olmaktan çıkıp, yaşamını sürdürmek adına bir sebebi ve devam ettirilecek bir kimliği olan bir ulus olarak hayatta kalma hakkının mücadelesine dönüşecektir.

 

Halihazırdaki mücadelenin çarpıtılmaması ya da İsrail’in bakış açısına indirgenmemesi büyük önem taşımaktadır. Filistinliler ile İsrail işgali arasındaki anlaşmazlık, iki eşit taraf arasında gerçekleşen bir ihtilaf değildir; gayrimenkul işlemlerine dair bir anlaşmazlık da değildir. Zulüm edilenler ile zulüm yapanlar ya da işgalciler ile işgal altında yaşayanlar asla bir tutulamaz. Filistin mücadelesi, özgürlüğünden, bağımsızlığından ve anavatanından 55 yıldır mahrum edilmiş ve 36 yıldır işgale maruz bırakılmış bir halkın mücadelesidir. Bu, İsrailliler de dahil olmak üzere, genel anlamıyla tüm uluslar tarafından kullanılan bir hak olan bir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını kullanma mücadelesidir.

 

Filistinliler, insanların zulüm veya ırkçılık olmaksızın özgür ve şerefiyle yaşayabildiği özgür, kendi kendini yönetebilen ve bağımsız bir anavatana sahip olmak için mücadele veriyor. Hukuk kurallarının üstünlüğünün korunduğu ve vatandaşlarının beklentilerinin karşılandığı yaşamlar sürdürdüğü bir vatanda yaşamak istiyoruz. Mevcut çatışmada tehdit altında olan taraf dünyanın dördüncü büyük nükleer cephaneliğine, bölgedeki en fazla kitle imha silahına ve dünyadaki en güçlü ordulardan birine sahip olan İsrail değildir. Tehdit altında olan taraf Filistin halkıdır. Gerçek ve sürekli barışın yanı sıra, gerçek ve eksiltilmemiş egemenliğin hüküm sürdüğü özgür ve bağımsız bir devletimiz olana kadar mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz.

 

Ulusumuzun kolektif bilincini yeniden şekillendirmek istiyorsak, tüm Filistinlilerin anlaşmazlığın gerçek doğasını tanımlaması gerekiyor. Ülke içindeki demokrasiyi güçlendirmemiz de eşit derecede önem taşımaktadır; bu, ortak vizyonumuzu ortak eyleme dönüştürmemizin ve Filistin halkını hem kendi vatanında hem de dünyada hesaba katılması gereken bir güç haline getirilmesinin ön koşuludur.

 

ÖNÜMÜZDEKİ YOL: Şaron’un tasarılarının ışığında ve özellikle, Filistin’in demografik problemini gettolaştırma ve apartheid sistemiyle çözme planı karşısında, elimizde olan beş temel yöntemin tamamını kullanmamız gerekiyor.

 

1 - Birleşik ulusal komuta: İlk adım, kolektif katılımı organize edecek, ulusal direniş stratejimizi tanımlayacak ve müzakereler dahil olmak üzere mücadelenin ve politik eylemlerin çeşitli biçimlerini yönlendirecek bir yapı vazifesini gören birleşik ulusal komutayı oluşturmaktır. Halihazırda Filistin Yönetimi ile ulusal özgürleştirme hareketi arasındaki yaşanan ayrılığın iki muhtemel sonucu olmuştur: Bu, feci bir kopmaya yol açabilir veya iki tarafın birleşik ulusal liderlik çatısı altında birleştirilmesiyle çözümlenebilir. Elbette, mevcut durum olduğu gibi de devam edebilir. Ancak, bu bir kopuşun meydana gelmesini engellemesine rağmen, ulusun özverilerini ve metanetini somut başarılara dönüştürmesine de engel olabilir. Toplumu içerisinde farklılıkları olan tek halk Filistinliler değildir. Bu farklılıkları ortadan kaldırmanın tek yolu, demokratik seçimlerdir. Azınlığın görüşlerine sahip çıkmasını ve bunları dile getirmesini onaylarken, çoğunluğun görüşünü de kabul etmemiz gerekir.

 

Halihazırdaki durumun devam etmesine izin verecek olursak, seçimlerin yapılması için gereken doğru koşullar hiçbir zaman doğmayacak ve asla bu yönde kendiliğinden bir itici kuvvet gerçekleşmeyecektir. İhtiyacımız olan şey, geçici bir birleşik komuta – bir nebze koordinasyon ve uzlaşma sağlayabilecek ve insanlarımızın uzun zamandır eksikliğini hissettiği vizyonu, liderliği ve yönlendirmeyi sunabilecek bir liderlik modeli - oluşturmak için acilen eyleme geçmektir. Birleşik komuta, çeşitli hizipleri temsil eden kişilerin bir araya gelmesi kadar basit bir şey değildir. Bu hizipler, zaten var olan birçok yapıda temsil edilmektedir: Yürütme Komitesi, Hizipleri Koordine Etme Komitesi ve çeşitli İntifada mercileri. Birleşik komutanın, sivil toplum temsilcilerinin ve halktan şahısların yanı sıra tüm politik kuvvetlerin temsilcilerinden oluşan bir yürütme mercii olması gerekmektedir. Bu komutanın etkili olabilmesi için müzakere pozisyonları da dahil olmak üzere, gelecekteki politik hareketlere karar verecek yetkilere sahip olmalıdır. Aynı zamanda, komuta mücadelenin her aşamasındaki biçimleri ve taktikleri tayin etmek konusunda da yetkilendirilmelidir.

 

Bu teklifin gerçekleşmesi zor gözükebilir. Bazıları, İslami hareketlerin, Filistin Yönetimi’nin ve demokratların nasıl olup da ortak müzakere şartlarında mutabık kalacağını merak ediyor olabilir. Oysa, bunun yanıtı son derece basit: Şayet, bir bütün olarak kendi halklarının iyiliğini kendi hizip çıkarlarından daha çok düşünüyorlarsa, tek yapmaları gereken budur. Her durumda, onlara sunulan herhangi bir partinin bir sonraki seçimde halka kendi nihai programını savunmasını engellemeyen geçici bir liderlik. Ancak, bu formülün başarısı iki konuda bir uzlaşmaya varılmasını gerektiriyor: Seçimlerin önceki seçimlerde tanık olduğumuz sahtekârlıklardan tamamıyla arındırılmış olması gerekiyor; ayrıca, tüm hiziplerin demokrasi oyununun kurallarına bağlı kalması, çoğunluğun kararına saygı göstermesi ve çoğulcu politikanın ve iktidarın el değiştirmesinin olumlu yönlerini barışçıl bir şekilde anlaması gerekiyor.

 

Hamas’ın ve Filistin Yönetimi’nin geçmişte birtakım çekinceleri olmuştu. Halihazırdaki sorun, Hamas’ın ya da Filistin Yönetimi’nin veya yalnızca bir bölümünün hâlâ birtakım şüpheler besliyor olmasıdır. Bazı Filistin Yönetimi liderleri birlik istiyor, ancak henüz başkalarını politik karar alma sürecine dahil etmek için hazır değiller. Sorumluluk olmadan destek, düzenli aralıklarla seçimler olmadan meşruiyet ve halk kendilerine demokratik yollarla belirgin bir velayet vermemişken ulus namına müzakereler yapma hakkını talep ediyorlar. Tüm bu davranışların son bulması ve yerini katılım ile bağlılık gibi prensiplerin alması gerekmektedir. Neticede, herhangi bir Filistinli delegenin tam bir güvenilirlik sunabilmesi için kendisine demokratik seçimlerle verilmiş velayete sahip olması şarttır. Böyle bir velayet, şimdiye kadar dengesini bulamamış olan müzakerelere denge unsuru getirebilir. Şaron, seçilmiş Knesset’in (İsrail Parlamentosu) ezici desteğiyle müzakere yapabilmesine karşın, Abu Mazen de tıpkı kendisinden önceki Yaser Arafat gibi, Filistin nüfusunun beşte birinden fazlasını temsil etmeyen ve Filistin halkının yalnızca bir bölümünü esas alan, seçimle verilen velayeti 1999 yılında sona ermiş bir Yasama Konseyi tarafından desteklenen azınlık hükümetinin desteğine güvenebilir.

 

Lider Arafat, tüm politik ağırlığına ve demokratik yollarla seçilmiş olmasına rağmen, kararlarının politik desteğini garantiye almak için Ulusal ve Merkezi Konseylere gitmek zorunda kalmıştı. Abu Mazen ise daha bile zayıf bir konumda bulunuyor. Görevine seçilerek gelmedi ve El-Fetih ya da FKÖ dahilinde Arafat’ın karizmasına sahip değil. Abu Mazen’in hükümeti, önceki tüm Filistin Yönetimi hükümetleriyle karşılaştırıldığında en azından seçimler yapılana kadar kendisine destek verecek birleşik bir ulusal komutaya çok daha fazla ihtiyaç duyuyor. Aksi durumda, hükümet müzakereleri yürütecek meşruiyeti hiçbir zaman elde edemeyecek. Bunun yerine, aldığı tek bir kararı dahi çeşitli hiziplerle tekrar ayrı ayrı gözden geçirmek durumunda kalacak; bu, prensipteki yersizliği bir yana, uygulamada da asla savunulamayacak bir süreç.

 

Filistinlilerin, bu bağlamda yapması gereken dört şey vardır: (a) ulusal birliğimizi korumak ve hiç kimsenin vizyonumuzun bütünlüğünü hiçe saymasına izin vermemek; (b) saflarımıza ayrılıkçılık aşılama girişimlerini aşmak; (c) güçlü devletlerin bunu yapmakta zorlandığı bir zamanda, ulusal meşruiyetimizi ve bağımsız karar-alma gücümüzü geliştirmek; (d) liderliği tüm yetersizlik ve sorumsuzluk suçlamalarından arındıracak hakiki yerel reformlar gerçekleştirmek. Politik düzeydeyse, politik sistemimizi modası geçmiş kısıtlamalardan arındırmamız, sistemi - özellikle kadınlar ve gençler olmak üzere - herkesin katılımına açık hale getirmemiz, kaynakları yoksulların ve imtiyaz sahibi olmayanların metanetini ve anavatanlarında kalabilme kabiliyetlerini destekleyecek şekilde yeniden dağıtmamız ve yaşama kuvvetimizin başlıca kaynağı olan insan kaynaklarını olabilecek en üst kerteye kadar harekete geçirmemiz gerekmektedir.

 

Bu nedenle, seçimler yapılır yapılmaz feshedilecek geçici bir yapı olarak birleşik ulusal komutaya ihtiyacımız var. Diplomatik kanallardan veya diğer politik yollarla gerçekleştirilen mücadele çatışan çıkarlara sahip birbirinden ayrı gruplarla ya da çoğunluğun şiddetle karşı çıktığı bir azınlık tarafından alınan kararlarla yürütülemez. Ayrıca, dünyanın ve özellikle de dostlarımızın kafasını birbiriyle çatışan mesajlarla ve söylevlerle karıştırmayı da göze alamayız.

 

2 - Özgür seçimler: Filistinliler, İsrail kuvvetlerinin yerini alacak uluslararası bir merciin desteğiyle gerçekleştirilecek özgür ve demokratik seçimler yapma hakkına sahiptir. Son uzlaşmayı tüm yönleriyle müzakere edecek güvenilir insanları seçmeye hakkımız olmalıdır. Bu, Filistin halkının uçlara kaymasına son verebilecek ve geleceğini şekillendirirken aktif bir rol üstlenmesini sağlayacak tek hareket tarzı olarak görünmektedir.

 

Seçimler, bağımsız bir devletin sivil direnişini güçlendirecek ve işleyiş mekanizmasını destekleyecektir. Bunları organize etmek güç olmayacaktır. Gerçekten de, yol haritasında gerçekleştirilecek olan seçimler de hesaba katıldığından, halihazırda bağımsız bir denetim komitesi kuruldu ve Avrupa’dan kaynak tahsis edildi. Seçimler, İsrailliler ile Filistinlilerin talepleri arasındaki dengesizliği sona erdirmemizin tek yoludur. Uluslararası toplum kaç kez İsrail’in, kendisinin demokratik bir devlet olduğu fakat Filistin’in demokratik bir devlet olmadığı bahanesiyle yürüttüğü manipülasyona yenik düştü? Filistin taleplerinin demokratik süreç dahilinde halkın katılımıyla desteklenmesi gerek. Seçimler her Filistinli kamu görevlisinin, parlamenter temsilcinin ve delegenin yeniden sorumluluk sahibi olmasını sağlayacaktır.

 

Filistin devleti işleyiş mekanizmasının öncelikle belediye meclisleri, Yasama Konseyi ve başbakanlık için seçim yapılmadan oluşturulabileceğini hayal etmek oldukça güç. Bunlarım tümü acil meseleler. 1976’dan beri belediye meclisleri seçimi yapılmadı. Yasama Konseyi’nin velayeti 1999’da sona erdi ve dolayısıyla, Konsey nihai barış anlaşmasına ilişkin olarak herhangi bir anlaşmayı tasdik edecek politik ve ahlaki otoriteden yoksun. FKÖ meşruiyetinin başlıca kaynağı olduğu varsayılan Filistin Ulusal Konseyi on yılı aşkın bir süredir görev yapıyor ve yakın zamanda seçim yapması da beklenmiyor. Pratikte yetkilerinin pek çoğu elinden alınmış vaziyette. Aynısı, yetkileri Filistin Yönetimi içinde eritilen pek çok FKÖ mercii için de geçerlidir. Sonuç olarak, FKÖ içindeki demokratik yaşam sözcüğün tam anlamıyla bir durma noktasına geldi.

 

Demokrasi canlanır canlanmaz, Filistinlilerin, İsrail’in barbarların yaşadığı bir bölgedeki tek demokratik devlet olduğu ve bu nedenle, demokrasisini korumak için askeri baskı ve terör yöntemlerini kullanmasının gerekli olduğu iddialarını çürütecek güçlü bir argümanı olacaktır. Seçimlere geniş bir demokratik hareketin dahil edilmesi İsrail’in, Filistinlilerin despot yöneticilerden ya da fanatik fundamentalistlerden başka bir şey olmadıkları iddiasını da ortadan kaldıracaktır.

 

3 - Kısmi çözümlerin reddi: Filistinliler olarak, ulusal bağımsızlığımızın özünü sabote edecek tüm girişimlere karşı durmamız gerekiyor. Özellikle, kısmı ve geçici “çözümler”in olduğu uzun ve karanlık tünellere sürüklenmeyi reddetmemiz lazım. Bunun yerine, kendi kendini yönetebilen, sınırlarını, doğal kaynaklarını ve su rezervlerini gerçekten kontrol altında tutabilen bağımsız bir devletin kurulması üzerinde durmamız gerekiyor. Dolayısıyla, “geçici durum” ya da geçici sınırları olan devlet olarak tanımlanan herhangi bir evreyi ihtiyatla karşılamamız lazım. Son barış anlaşmasına ilişkin tüm hususların ele alınması ve çözümlenmesi konusunda ısrarcı olmalıyız: Yerleşimler, sınırlar, Kudüs ve sığınmacılar. İsrail’in dilinde “geçici”, “kalıcı” anlamına geliyor. Gerçek geçici önlemler, Oslo çerçevesinde olduğu gibi baskıyı hafifletmek ve krizleri aşmak için kullanmalıdır. Bize asıl gereken, kısmi ve geçici çözümleri reddedip dört temel sorunu (sığınmacılar, sınırlar, Kudüs ve yerleşimler) içerecek herhangi bir çözümde ısrarcı olan kolektif bir duruşun yerleşmesi. Tek gerçek çözüm ise sınırları, toprakları, hava sahası ve doğal kaynakları üzerinde gerçek egemenliğe ve denetime sahip bağımsız ve demokratik bir devletin kurulmasıdır.

 

Filistinliler geçici devlet fikrine direnme hakkına ve kabiliyetine sahiptir. Geçici devlet fikri karşısında heyecanlanan veya az da olsa umutlu olan tek bir Avrupalı ya da Amerikalı hükümet temsilcisine rastlamadım. Bunun nedeni, söz konusu fikrin son derece açık şekilde savunulamaz oluşudur. Bunun yol haritasında hesaba katılması durumu, yalnızca İsrail baskısı altında benimsenmesi nedeniyle gerçek olabilir. Böyle bir şantaja yanıt olarak, egemen bir Filistin devleti konusunda ısrar etmeliyiz. Diğer deyişle, her iki halkın acı çekmesine son vermek adına gerçek barış için ısrarcı olmalıyız.

 

4 - Haklarından mahrum edilmiş insanlar için destek: Filistin Ulusal İnisiyatifi, Filistin halkının potansiyelini harekete geçirme ve bu potansiyelin özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinde kullanılması için çağrıda bulundu. Bunu yapabilmek için işgal altındaki topraklarda nüfusun çalışan ve haklarından mahrum edilmiş kesimlerine yeterli destek sağlamamız gerekiyor. Sürgündeki Filistinlileri bu amacın etrafında toplamalı ve onlar ile ulusun geri kalanı arasındaki bağları yeniden kurmalıyız. Bu, ulusal projenin canlandırılmasıyla ve işgale karşı kamu ve sivil mücadelenin çeşitli biçimleriyle gerçekleştirilebilir.

 

Ateşkes ve askeri operasyonların durdurulması – bunun artık devam edeceğini umut etmek istiyoruz - İntifadayı askeri bağlantılardan kurtaracak, Filistin halkının milli davasının ahlaki bütünlüğünü gözler önüne serecek ve kitlelere sivil mücadelenin daha kapsamlı şekillerinde yer alma kapısını ardına kadar açacaktır. Ateşkes, hiçbir şekilde mücadelenin sona ermesi anlamına gelmiyor ve özellikle de mücadelenin salt devam etmesinin değil, daha da kızışmasının beklendiği şartlarda, başlayacak olan müzakerelerin bu mücadelenin izleyeceği yolu yansıtması gerekmektedir. İsrail’in yeni yerleşimler ve Kudüs’ü daha çok Yahudileştirilme planlarına bakarak, mücadelelerin nasıl gelişeceğini tahmin etmek mümkün olacaktır. Şaron’un Kudüs ve sığınmacılar hakkında müzakere etmeyi reddetmesi, önemli bir noktadır.

 

5. Uluslararası dayanışma sağlama: Gitgide artan uluslararası dayanışma hareketinin desteğini toplamalıyız. Belki bir gün, tarih El-Aksa İntifadasının en önemli başarısının, kendi haklarımızı etkili bir şekilde savunamadığımız için gittikçe azalan Filistin halkına yönelik uluslararası dayanışma hareketinin desteğini canlandırmak olduğunu ve gerçekte işgalin ve yerleşimlerin pençeleri Filistin topraklarını lime lime ederken, Oslo’nun barışın kazanıldığına dair yarattığı yanlış izlenimleri de yazacaktır. Filistinlileri korumak adına tabandan bir uluslararası kampanyanın (GIPP) başlatılması uluslararası dayanışma hareketinin şekillendirilmesine yönelik görkemli bir adım olmuştur. Uluslararası dayanışma hareketini kendi ulusal direnişimizle birleştirirsek, Güney Afrika’da apartheid ile dövüşen kuvvete benzer bir güç oluşturacağız; işgalin ve yerleşimlerin kötülüklerini gözler önüne serebilen ve insanlarımızın uzun zamandır mustarip olduğu işgale ve ırkçılığa son verebilecek bir güç.

 

Eğer bu başarılacak olursa, her ne kadar yüzyıllar olmasa da, halkımızın bir yüzyıl sonra en azından kısmen suçsuzluğunun kanıtlanmasını sağlayacaktır. Kuşaklar boyunca yabancı egemenliğinden başka bir şey görmedik ve zulüm ile haksızlığa katlanmak zorunda kaldık. Yüzyıllar boyunca asla kendi kendimizi yönetme, geleceğimizi tayin etme, hayatlarımızı planlama ve özgürlük ve gurur içinde yaşama şansımız olmadı. Ancak tüm bunlara rağmen, ıstıraplarımızı aşmayı, kurban edilme duygumuzu kovalamayı ve kendi kendimizi geliştirme ile eğitim üzerinde odaklanmayı başardık. Bilimsel, profesyonel ve ulusal mücadele her birimiz için sevgili Filistin’imize bağlılığımızı göstermenin bir yolu halini aldı.

 

Filistinliler, düzinelerce ülkenin kurulmasına yardımcı olmuş ve birçok ulusal bağımsızlık hareketinin başarılarını desteklemiştir. Şimdiyse, kendi devletimizi kurmanın ve nihayet hak ettiğimiz özgürlüğü kazanmanın zamanı geldi. Bu yalnızca Filistinliler için değil, insanlığın diğer bölümü ve dünya çapında barış ve adaletin sağlanması adına büyük bir başarıyı temsil edecektir. Bu, aynı zamanda dünyayı sadece top namlularının ve Apache helikopterlerinin kumanda panelinden değil, nihayet yepyeni bir perspektiften görecek olan İsrailliler için de bir başarı olacaktır. İsraillilerin artık hayatta kalmak için zulmetmek ve başkalarının topraklarını işgal etmek durumunda olan bir ulusun kendisinin de hür olamayacağı gerçeğinin bilincinde olması gerekiyor.

 

Dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan Filistinlilerin kendilerine, özgürlüklerini ve bağımsızlıklarını kazanabilme kabiliyetlerine inanması gerekiyor. Bu inanç, Filistin mücadelesinin ahlaki bütünlüğünü korumamıza ve bu bütünlüğü lekelemek isteyenleri uzaklaştırmamıza yardımcı olacaktır.

 

1978’deki Camp David Konferansı’ndaki acı deneyimimizden aldığımız ders, yalnızca kendimize güvenmemiz ve kendi potansiyelimizi geliştirmemiz gerektiğiydi. İnsanlarımızı, sivil toplumu ve devlet mekanizmasını ne kadar organize edersek , mücadelemiz de o kadar etkili olacaktır. Ayrılıkların üstesinden gelmemiz ve tüm farklılıkları bir potada eritme yolu olarak demokrasiyi kucaklamamız gerekiyor. Fikir ayrılıkları bölünmenin değil, yaşamın kaynağı olmalıdır.

 

Filistin Ulusal İnisiyatifi, Filistin halkına yeni ufuklar açabilir ve potansiyelini uyandırmasını sağlayabilir, kararlılığını pekiştirebilir, mücadelesine güç verebilir ve özgür, barışçıl, bağımsız ve demokratik bir devlet hedefine erişmesini sağlayabilir. Her ne kadar zor görünse de, düşlerimizdeki yerin varolduğuna dair inancım tam; dünyada barış ve Filistin için de bir yer var.

 

Yazar, Filistin Ulusal İnisiyatifi’nin genel sekreteridir ve Filistin Tıbbi Yardım Komiteleri’nin başkanıdır.

 

Çeviri: Yeşim Kafa / Ayşe Topçu