Doğumunun 100. Yılında Jean Genet

-
Aa
+
a
a
a

Açık Dergi'nin içinde yeni bir köşe yayınlanmaya başladık: Doğumunun 100. Yılında Jean Genet. Geçen hafta Perşembe günkü ilk bölümde, Açık Radyo programcılarından Halil Turhanlı ile Jean Genet'yi konuştuk.

 

Dinlemek için:

 

İndirmek için: mp3, 17 Mb.

 

Eraslan Sağlam: Bu akşamdan itibaren Açık Dergi’de yeni bir köşe başlıyor: Doğumunun 100. yılında Jean Genet’yi anacağız. Önümüzdeki yıl da devam edecek. Her Perşembe akşamı, aynı saatte konuklarımızla Jean Genet hakkında konuşacağız. İlk konuğumuz, Açık Radyo programcılarından Halil Turhanlı.

 

Halil Turhanlı: Yıllar önce Juan Goytisolo’nun bir programını izlemiştim, sanatı, yazıları, romanları üzerine yapılmış bir televizyon programıydı. Orada Goytisolo hiç unutamadığım bir laf etti “Benim için insanlık ikiye ayrılır, Jean Genet ve diğerleri.” Bu çok iddialı bir söz, çok çarpıcı, çok keskin bir ayrım. “Jean Genet’yi farklı kılan nedir?” sorusunu hemen akla getiriyor. Yetimhanelerde büyümüş, çocukluğu hapishanelerde geçmiş biri, ama aynı zamanda da sadece Fransa’nın değil, bütün dünyanın en önemli yazarlarından bir tanesi, dünya çağdaş edebiyatının en önemli yazarlarından biri haline gelmiş. Jean Genet’yi bütün edebiyatta değil de bütün insanlıktan farklı kılan bir özellikten söz ediyordu o programda Goytisolo. Jean Genet’yi yakından tanıdığınızda onun oyunlarını, romanlarını okuduğunuzda, oyunlarını izlediğinizde, siyasi yazılarını okuduğunuzda ve yaşamıyla temas ettiğinizde, Goytisolo’nun çok da abartmış olmadığını anlıyorsunuz, ona hak veriyorsunuz. Jean Genet, 1967’den 86’daki ölümüne değin, yaşamının son 20 yılında aslında kurmaca pek yazmamıştı, kurmacayı bırakmıştı. Ben de bu nedenle onun daha çok politik yazıları üzerinde durmak istiyorum. Ezilenlerin dostuydu bu kesin, onlardan biriydi, dostu olmanın ötesinde. Siyahlarla, Filistinlilerle arasında doğuştan gelen, “genetik” dedikleri bir yazgı ortaklığı görüyordu. Hep otoriteye karşı çıktı, toplumu ayakta tutan tüm kurumlara, bütün normlara karşı çıktı. Bu karşı çıkma onun bir varoluşsal sorunuydu, ancak karşı çıkarsa var olabileceğine inanıyordu. Kimsesizlerden, yurtsuzlardan yanaydı. Evlilik dışı bir çocuk olarak, kendisi de bir yurda bırakılmış, yetimhanede çocukluğu geçmiş, daha sonra yetimhaneden çıkarılarak evlat edinilmiş, hırsızlık yapmış, ıslahhaneye, daha sonra hapishaneye düşmüş, bütün hayatı boyunca da hep otellerde yaşamış ve nihayet son nefesini bir otel odasında vermişti. Nereden bakarsanız bakın tam bir toplum dışıydı, önemli bir yazar olduktan sonra da toplumun saygın bir üyesi olarak kabul edilmek istemedi, kendisi o toplumu geri çevirdi bu kez. Hep doğuştan onlarla bir bağı olduğunu çok iyi biliyordu; toplumun en alt katmanlarında bulunan bir insan, orada bulunmaktan da çok gocunmayan bir yazar Jean Genet. Saygınlık kazanmayı reddeden, eliyle geri çeviren bir yazar, ama aynı zamanda orada yaşayan, yaşamayı seçen, orada konumlanan bir aziz, Jean Paul Sartre’ın değişiyle “ermiş”ti. Herşeyiyle, yaşamıyla ve duruşuyla, toplumla barışık olmamıştı, uzlaşmaz bir tutumu vardı. Katolik, burjuva Fransız toplumuna karşı hep ezilenlerden, siyahlardan, Afrikalılardan, göçmenlerden, eşcinsellerden yanaydı, onların mücadelesine omuz vermişti. Bu Fransız toplumuna karşı, -beyaz topluma karşı- diyelim daha genel anlamda duyduğu bir hınç değildi, -Nietzsche’nin kullandığı anlamda kullanıyorum burada “hınç” sözcüğünü. “Hınç” sözcüğü biraz alttaki, hiyerarşik bir ilişkide altta bulunanın, yoksulun, ezilenin, mülksüzün kendisini ezen hegemonik bir konumda bulunana karşı hissettiği bir duygu, ama çok da olumlu bir duygu değil aslında ezilen açısından. Olumsuz yönü şu hıncın, bir diz çökme aslında, ezenin üstünlüğünü, efendinin üstünlüğünü kabul etme, aşağılanmaların karşısında, aşağılanmalardan kurtulabilmek için bunu bir yol olarak seçmek. Jean Genet’ninki böyle değildi kuşkusuz, Jean Genet’ninki tam anlamıyla bir kızgınlık, bir öfkeydi. Romanlarında, oyunlarında da, yazdıklarında da hep öfkeyi örgütlemiş bir yazardı. Tam da Jean-Luc Nancy’nin söylediği gibi, onda öfke politik bir duygu, hem de mükemmel bir politik duygu olarak beliriyordu. Bu açıdan da hınçla öfke arasında bir ayrım yapmak gerekiyor. Siyasi yazılar kaleme almanın ötesinde bence Jean Genet kıyımların, katliamların vuku bulduğu yerlerde de, sıcak bölgelerde de bulunmuştu. Yani yaptığı bir tür siyasi yazarlıktan öte, gazetecilik de, onu da aşan birşeydi aslında. Hatırlanacaktır Sabra ve Shatila katliamlarının hemen ardından bölgeye gitmişti, orada bulunmuştu. Kendisinin durumuyla, çadırların içerisinde yaşayan yurtsuz, yurt hakkı reddedilen Filistinliler arasında bir benzerlik görüyordu aslında. Devletsiz, göçebe oldukları için onları seviyordu, iktidardan uzak durdukları için, iktidara sahip olmadıkları için. Çok bilinen bir sözü vardır; “Filistinliler devlet kurduklarında artık ben onların yanında olamayacağım” derdi. Yani iktidardan tiksinen bir insan, bir yazar, bir entelektüel, toplumun dışında yaşayan birisiydi Jean Genet. Kurbanın da iktidar sahibi olduktan sonra, bu imkânı eline geçirdikten sonra, hemen bir cellada dönüşebileceğini gayet iyi biliyordu. Bu yüzden de iktidardan hep uzak durmuştu. 70’lerin Avrupasında en çok ses getiren aydınlardan bir tanesiydi Jean Genet. 70’lerin Avrupasını hatırlayalım isterseniz; devlet güçlerinin kolayca yasa dışına çıkabildikleri bir dönemden söz ediyoruz, radikal sol örgütlere, o küçük gruplara karşı mücadele ederken yargısız infazlar yaptıkları, yasaları pek tanımadıkları bir dönem bu. Terörle mücadele adına, yasadışı yollara da başvuruyordu devlet güçleri. Devlet güçlerinin, polisin bu tür tutumu, yasadışına çıkışı toplumdan da onay görüyordu, toplumun sıradan bireylerinin dışında toplumda aydın sayılan kişiler de bunu onaylıyordu güvenlik adına. İşte böyle bir iklimde, böyle bir ortamda, Jean Genet, -akla birkaç örnek daha geliyor tabii Jean Paul Sartre gibi- devlet güçlerinin bu eylemleri karşısında söz konusu terörist denilen o gruplara destek çıkmıştı.

 

Daima kışkırtıcıydı, politik, aynı zamanda da etikti, vicdanın sesine de kulak veren ve bunu dile getiren, ödünsüz, korkmadan, bütün bir toplumu karşısına almaktan hiçbir zaman korkmayan bir yazar, bir aydındı Jean Genet. Yasa dışı olanlara arasında bir kardeş gibi, doğuştan bir yazgı birliği olduğunu söylemiştim, “Hizmetçiler” adlı oyununda Papin kardeşlerin hikâyesini anlatır, Fransa’da gerçekten meydana gelmiş bir cinayete dayalı bir oyundur herkesin bildiği üzere. İki hizmetçi kardeş, Papin kardeşler, ev sahibini öldürmüşlerdir ve gerçeküstücüler de çok sevmişlerdi onları, bir tür kahraman anti kahraman olarak benimsemişlerdi. Jean Genet’nin de onlara benzer duygularla yaklaştığını söyleyebiliriz.

 

Lanetli bir yazar olduğu söylenebilir Genet’nin. Hemen eklenmesi gereken birşey daha var, provokatif bir yazardı az önce de söyledim, kışkırtıcı bir yazardı, şiddeti stilize ettiği söylenir; doğru evet şiddeti stilize etmiştir, ama az önce verdiğim örnekte 1970’lerin Avrupasında da ve daha geniş anlamda bütün toplumda, içinde yaşadığımız toplumda, burjuva toplumunda, toplumun özünde bir şiddet vardır, yasaların varlığı bir şiddettir toplumda, yasaları müeyyideleri uygulamaları gerekmez, salt varlıklarıyla bir şiddeti bize hissettirirler her an. Bu toplum şiddet yoluyla kendini kurmuştur ve şiddete dayanarak da varlığını sürdürebilir ancak. İşte Jean Genet bunu çok çok iyi bilen, kendi hayatında derisinin altında, bedeninde, yaşamın her anında bunu hissetmiş birisiydi ve şiddeti stilize etti evet; şiddeti teşhir edebilmek için, içinde yaşadığımız toplumun şiddetini teşhir edebilmek için şiddeti stilize etmişti. Kendisiyle yapılan bir söyleşiyihatırlıyorum; “Neden suça çok yatkındın, suçu işleyebilecek ortamlarda da bulundun, hırsızlık yaptın, ama neden cinayet işlemedin?” diye sordu söyleşiyi yapan. “Evet,” diyor bütün samimiyetiyle Jean Genet, “Cinayet işlemek için birçok nedenim vardı bu toplumda, bir değil birkaç tane cinayet işleyebilirdim, böyle fırsat da elime geçti, ama ben oturup kitap yazmayı tercih ettim daha sonra” diyor. “Kitap yazmak düşlemektir benim için,” diyor, kızgınlığı örgütlemekti onun için gerçekten de, kendisini ifade etmenin bir yoluydu. Romanlarında, oyunlarında da politik tavrından hiç taviz vermemişti, ama yaşamının son 20 yılında -ki önemli bir zaman kesiti, hiç de az değil- kurmacaya inanmadığını, edebiyatın toplumu dönüştürme gücüne inanmadığını söylüyordu ve oturup roman yazmaktansa doğrudan eylemde bulunmayı tercih edeceğini,söylüyordu.

 

Suçluların alt dünyasını, eşcinsel alt kültürü, 1940’ların Fransa’sından itibaren suçlu ve toplum dışıların, fahişelerin, hırsızların, eşcinsellerin, acımasız, hoşgörüsüz toplumda aşağılanmış olan bütün insanların dışlanmışlığını, onların varoluşsal yaralarını bizlere  gösterdi ve onlarla üçüncü dünyadaki ezilenlerin mücadeleleri, Amerika’daki siyahların mücadelesi arasında bir birlik görmüştü.

 

Hegemonyaya, iktidara ve ast-üst ilişkilerine daima karşı çıktı. Kendisinin de bir yara taşıdığı söylenebilir içerisinde, kendi ruhunda da bir yara taşıyordu; hayatı konusunda çok az şey bilen insanların bile hemen fark edebilecekleri, tahmin edebilecekleri gibi, evlilik dışı bir çocuk olmaktan, yetimhanelerde büyümüş olmaktan dolayı. 1950’lerin sonunda yazdığı bir yazı vardır Jean Genet’nin; Rembrandt’ın Sırrı. Rembrandt’ın da yaralı olduğunu söyler ve yaralı olduğunun da bilincindedir, ruhunda bu yaranın karısının ölümünden sonra açıldığını ve o andan itibaren de Rembrandt’ın sanatının daha radikalleştiğini, yoksullara empati duyan bir Rembrandt’ın karşımıza çıktığını söyler. Aynı yarayı Jean Genet de ruhunda taşıyordu, Fransa’yı, Katolik Fransa’yı ve cumhuriyeti hiç sevmedi. Tam burada Alain Badiou’nun Fransa eleştirisiyle ilgili bir alıntı yapmak, ona bir göndermede bulunmak istiyorum; Fransız aydınlarının cumhuriyete tapınmalarından söz eder, hatta yakınır Alain Badiou. “Cezayir’de, Hindiçin’de işkence yapan bu cumhuriyeti niye bu kadar seviyor aydınlar?” der. Jean Genet de tam tersi, bu cumhuriyeti, Fransa cumhuriyetini hiç sevmiyordu, sevmek bir yana ondan nefret ediyordu. Kendisini Fransa’da, doğduğu yerde, büyüdüğü yerde bir yurtsuz olarak hissediyordu. Aslında biraz da Fas’ı özellikle Tanca’yı çok sevmesi ve orada gömülü olması Fransa’ya karşı duyduğu bu derin nefretten dolayıdır. Filistinlileri de bu yüzden anlıyordu, kendisi de bir yurtsuzdu, çadırlarda, kamplarda yaşayan, yurt edinmemiş, yurt edinme hakları ellerinden alınmış Filistinlileri de bu bakımdan kendisi gibi görüyordu ve seviyordu. Jean Genet’nin bir sözünü hatırlıyorum ve benim de çok sevdiğim bir sözüdür o, çok da bilinen bir sözdür; “İsyan eden, başkaldıran insanlar beni cezbediyorlar, çünkü ben kendimde bütün bir toplumu sorgulama ihtiyacı hissediyorum ve o isyan eden insanlar bu ihtiyacımı daha da yoğunlaştırıyorlar,” der. “Renkli ırkların yaşadıkları baskılarda da kendimi tanıdım” der başka bir yerde. 1967-68’de sanıyorum sevgilisinin, hayat arkadaşının, ip cambazı Abdullah’ın intihar etmesi, daha sonra kendisinin de İtalya’da intihara teşebbüs etmesi hayatında bir dönüm noktası olmuştur Jean Genet’nin. Bu dönemde, yazdığı pek çok şeyi, -bunlar arasında romanların ve oyunların da olduğu söylenir- imha ettiği, yaktığı söylenir. İşte bu dönemde zaten artık edebiyatın gücüne inanmadığını, toplumu dönüştürme gücünü sorguladığı bir dönemdir. Bertolt Brecht’in mesela Fransa’da komünist hareket üzerine hiçbir etkisi olmadığını söyler, kendisinin de oyunlarının siyah hareketi etkilemediğini söyler, bu yüzden onlarla daha yakın temasta bulunmayı ve onların arasına katılmayı, aktivist olmayı seçeceğini belirtir. Son 20 yılda politik yazıları gerçekten de ağırlık kazanmıştır.

 

Bir şey daha söyleyerek, daha fazla uzatmadan kapatmak istiyorum, hep eleştireldir Genet aslında, 68’e de eleştirel bakmıştır, Lucien Goldmann onu İtalya’dan çağırır, “Gel Fransa’da senin seveceğin şeyler oluyor şu anda” diye. Evet 68’e önceleri biraz sorgulayarak, biraz kuşkuyla yaklaşmış, ama 1977’de, yani 70’lerin sonunda yazdığı bir yazıda da 68’e bayağı eleştirel bir bakışı vardır, bu eleştirel bakışını hiç yitirmemiştir.

 

1968’de Amerika’da Demokrat Parti’nin toplantısında Esquire dergisi ondan bir yazı istemişti, fakat Amerika ona vize vermedi, vize alamayınca da kaçak yollardan, yasa dışı yollardan Amerika’ya girdi Jean Genet. Aynı toplantıda Esquire dergisi Burroughs’tan da bir yazı istemişti.

 

Başkaldırıyı, kargaşayı hep sevdiğini, başkaldırıda bir cazibe, hatta erotik bir cazibe bulduğunu söylemiştim. 68 çok hoşuna gitmişti, Demokrat Parti’nin o toplantısı, polisin hippileri coplaması Lincoln Park’ta, Chicago’da, büyük bir arbede yaşanması vs. Orada fotoğrafları vardır, William Burroughs ve Allen Ginsberg’le birlikte, elele, kolkola polislere karşı direnirken. William Burroughs da ayrıca seneler sonra, 20 yıl kadar sonra Meksika’da, Paris’te ve Londra’da yıllar geçirdikten sonra Amerika’ya gelmiş ve şöyle bir söz etmiştir; “Neden bunca yıl ben Amerika’dan uzakta kaldım? Bu kargaşa olan bir memleket, bu güzel memleketten, kargaşadan uzakta kaldım,” diye hayıflanmıştır. Tabii uzak kalmasını gerektirecek nedenler de vardı, ama dediğim gibi o Demokratik Parti toplantısı bir dönüm noktası olmuştur hepsi için. Daha sonra Amerika’ya Siyah Panterler’in konuğu olarak gitti, konferanslar da verdi Jean Genet.

 

Nereden bakarsak bakalım sıradışı bir yazardı, hep sıradışı ve kışkırtıcı bir yazardı, hep eleştireldi, toplumla barışık olmayan bir yazardı; bir yazarı büyük kılan da bence bu özellikleridir.