Değişime Karşı Çıkmak Şart!

-
Aa
+
a
a
a

Bir fotoğraf: Geniş kenarlı şapkasıyla bir adam Brezilya'da bir gölde kanosunda küreklere asılmış yol almaya çalışıyor. Gölün yüzeyi, binlerce, hatta on binlerce ölü balıktan oluşan kanlı bir halıyla tümüyle kaplanmış durumda – öyle ki, bir santimetre kare dahi su görünmüyor ortalıkta.

 

Amerika kıtasının bütün rekorları kıran tropik fırtınalarından sonuncusunda Meksika'nın, kısa süre önce güneş ve hayat dolu dünyaca ünlü turistik merkezlerinden birinin enkaz parçalarıyla dolu ıssız plajlarının biraz ötesinde dükkânları yağmalayan umutsuz esmer insanların uğultulu telaşı ikinci tabloyu oluşturuyor.

 

Üçüncü tabloya ise deruni bir sessizlik ve sükûnet hakim: Dünyanın tepe noktasında duran bir başka plaj bu. Kuzey Kutbu'nun uçsuz bucaksız boşluğuna bakan plajda Kuzey Buz Denizi usulca kıyıyı yalıyor ve dalgaların sesinden başka çıt yok. Bu benzersiz dinginliğin içinde küçük İnupiat kabilesinin reisi, kıyıdan çok uzakta bir yerde duran buz kütlesine bakıp, bu mevsimde okyanusun yüzlerce kilometre boyunca donup da ayaklarının dibine kadar kalın bir buz tabakasıyla kaplanmış olması gerektiğini söylüyor fısıltıyla.

 

Allah'ın Amazon'undan, Kuzey Kutbu'ndan ve Tropikler'inden bu hüzün verici tablolar, bulunduğumuz yerden çok uzak ve birbiriyle tamamen bağlantısız gibi görünüyorlarsa da, aldanmayalım. Bunlar "şimdi ve burada"! Üstelik, "büyük tablonun", yani yakın geleceğimizi gösteren kristal bir boy aynasının küçücük birer parçasından ibaretler.

 

Amazon havzasındaki balıklar tarihte görülmüş en büyük kuraklık felaketlerinden biri yüzünden "boğularak" ölmüşler ve kuraklık da bilim insanlarının tespitine göre, yağmur ormanlarının büyükbaş hayvan ihracatı için otlak kazanmak üzere yakılmasından, büyüme rekorları kıran Çin'de insanların giderek artan maun mobilya ihtiyacını karşılamak için "sinsice" kesilmesinden kaynaklanıyor. Yani küresel ısınmadan.

 

Cancun'daki melez ve yoksul yağmacılar, tıpkı biraz ötede New Orleans'deki siyahi ve yoksul kardeşleri gibi, tüm rekorları kırdıkları için artık kendilerine isim bulunamayıp Yunan alfabesine başvurulmak zorunda kalınan tropik fırtınaların hayatlarını kararttığı insanlar. Bu fırtınaların güç ve sayılarının rekor seviyeye ulaşması da iklimbilimcilerin saygın bilim dergilerinde yayımladıkları raporlara göre, okyanus yüzeyinin ısınmasından oluyor – yani küresel ısınmadan.

 

Kuzey'de, Şişmaref kasabasında binlerce yıl boyunca istikrarlı şekilde öylece durup durduktan sonra, birdenbire çözülmeye başlayan donmuş toprak tabakasında, İnuitlerin ya da Eskimoların binlerce yıllık hayat tarzını artık geri döndürülmez şekilde değiştiren ve hatta ortadan kaldıran erime olayını neye bağlayacağımızı bulmak içinse, dâhi olmaya gerek yok herhalde. Emareleri dünyanın istisnasız her noktasında açıkça görülmeye başlayan iklim değişikliğinin insan ve bütün canlıların sağlığı üzerinde büyük tahribat yaptığı da belli başlı tüm sağlık dergilerinin nüshalarındaki raporlardan okunabilir.

 

***

 

Artık çoktan unuttuğumuz bir gerçeği, yani biz insanların doğanın bir parçası olduğumuz ve her şeyin birbiriyle kopmaz bir biçimde bağlantılı olduğu gerçeğini süratle hatırlamamız için epey sebep var. Refahı, teknolojisi, şiddeti ve iklim yıkımı ile iyi ve kötüyü birleştiren "enterkonnekte" bir dünya sosyal sistemi, çağa mührünü vuran en önemli olgu herhalde. Ama, bu bütünleşmiş dünyanın, aynı zamanda zenginle yoksul arasında fena halde bölünmüş, fena halde de sınırlı (sonlu/finite) bir âlem olduğu konusunda da bir bellek tazeleme işlemi yapmak zorundayız. Emareleri iyice belirmeye başlayan bir başka olgu, insan faaliyetlerinin yeryüzü üzerinde bıraktığı "iz"in (kimi düşünürlere göre "gölge"nin), tabiatın kendi güçlerinin bıraktığı ize kıyasla şimdilerde çok daha büyük olması. Biyosferin, yani hava-kara-deniz'deki canlılar âleminin üzerindeki insan baskısı bir tümör gibi büyürken, her yıl insanlık, doğa'nın yenileyebileceğinden yüzde yirmi fazla kaynak tüketiyor. Çevrebilimci Wolfgang Sachs'ın ifadesiyle, ekolojik olarak hedefi şaşırmak, daha doğrusu oku hedefin ötesine aşırmak, insanlık tarihinin ayırıcı özelliği haline gelmiş durumda.

 

Peki, bu "sonlu" dünyanın çevre âlemini kim işgal ediyor, diye sual edecek olursak, yeryüzüne bırakılan "ayak izi"nin yarısının ABD-Japonya-Avrupa üçgeninden oluşan sınaileşmiş ülkelere ait olduğu cevabını buluyoruz. Ne var ki, bunlar dünya ahalisinin yalnızca beşte birini oluşturduklarından, ortaya ciddi bir hakkaniyet sorunu çıktığı da açık. Müzakere safhasında olduğumuz AB'ye gelince, onun ekolojik ticaret dengesi pek bozuk: İthal ettiği enerji ve malların hacmi, ihraç ettiğinin üç katı. Hani, temiz ve ekolojik bakımdan  çok verimli bir topluluk görünümü veriyorsa da insanın her gördüğüne aldanmaması gerekiyor. Yeni bir terim uydurmamıza izin verilirse, bu "yanılgılama", yine Sachs'ın deyimiyle Avrupa'nın "zengin ülke yanılsama etkisi"nden kaynaklanıyor. Ama, tabii, "adaletin bu mu dünya?" şeklindeki Doğulu (daha doğrusu "Güneyli") anti emperyalist ve ulusalcı isyanımızı haykırmadan önce derince bir nefes almakta yarar olabilir: Dünya nüfusunun neredeyse dörtte birini oluşturan 1,7 milyar insan da şimdilerde "sınır-ötesi tüketici sınıf" diye adlandırılan insanlardan oluşmakta çünkü, ve bunların yarısı sınaileşmiş zengin ülkelerde ise, öteki yarısı da –"gelişme yolunda" diye sevecenlikle adlandırdığımız–  Doğu ya da Güney ülkelerinde yaşamakta.

 

Doğal kaynaklar konusunda daha adil bir dünya olması şart. Bu, yalnız tüm insan ve insan toplumlarının temel taşını oluşturan adalet duygusundan değil, aynı zamanda çok "pragmatik" varolma zorunluluğundan kaynaklanıyor. Bunun için de dünyanın tüm insanlarının "rızk hakkı"nın, onlar sadece birer dünya vatandaşı oldukları için, güvence altına alınması gerekiyor. Küresel iklim değişikliğine karşı durmak da bunun temelini oluşturuyor. Çevre hakkı, artık Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde ve temel BM Sözleşmelerinde ifadesini bulan evrensel insan hakları kriterlerinin, öncelikle "yaşama hakkı"nın ayrılmaz bir parçası. Tabii, bunların karşısına da devletlerin yanı sıra, uluslararası kurumların ve şirketlerin sorumlulukları listesinin konması da aynı derece hayati bir zorunluluk olarak beliriyor. Sınır ötesi tüketici sınıfının çevre gaspından vazgeçirilmeye zorlanması, adil ticaretin zorlanması, tam bir şeffaflığın ve hesap vermenin sağlanması gerekiyor.

 

***

Türkiye gibi "Güney" ülkelerinin, o köhnemiş endüstriyel gelişme modellerini taklit etmek gibi nafile ve aptalca bir çaba yerine, tüm ülkelerin doğanın dayatması sonunda eninde sonunda varmak zorunda kalacakları yere, yani esas olarak "rüzgâr-güneş" (hidrojen) enerjisine dayalı ekonomiye sıçramaları, doğrusu aklıselime hayli uygun olur. Aslında petrolü bulunmamak gibi inanılmaz bir şansa sahip olan Türkiye, dünyada yenilenebilir enerji konusunda çok önemli hamleler içinde bulunan Danimarka'dan gelen "yeşil" bir uzman tarafından, "rüzgâr-güneş-su bileşimi açısından ideal" ve Danimarka'yı haydi haydi sollayan bir ülke olarak tarif edilmişti.

 

Dolayısıyla, ekonomiyi ekolojinin önünde tutan nafile yaklaşımları hemen bırakmak lazım gibi görünüyor. Oysa, zaman zaman, televizyonlarda ve halk önündeki konuşmalarında Türkiye'yi bir "enerji köprüsü" olarak tarif eden, sayısız yeni barajlar, hatta nükleer santraller inşa etmekten coşkuyla bahseden Başbakan'la, 2008'e kadar geçerli olacak Kyoto Protokolüne Türkiye'nin – ulusal çıkarlar nedeniyle– 2015'ten önce taraf olmayacağını belirten Çevre Bakanı'nın, küresel iklim değişikliği tehdidi konusunda yeterince bilgilendirilmemiş olduğu hissine varıyor insan.

 

Dünyada doğal kaynak adaleti hareketi konusunda öncü rolü oynayacak resmi siyasi aktörler hangileri? Sachs, hegemonyaya dayanmayan bir dünya düzenini savunma konusunda Avrupa Birliği'nin en kötü aday gibi görünmediğini belirtiyor. Entelektüel açıdan kozmopolitanizm fikrine ebelik eden, siyasi açıdan çok taraflı bir işbirliği temeli üzerinde barışçıl bir düzen kuran, hukuki açıdan yurttaşlık haklarını devlet haklarının önüne geçiren, ekonomik açıdan da piyasa ekonomisine sosyal ve çevreci bir çerçeve çizmekte direnen bir AB. Kozmopolit bir dünya liderliği rolünü oynamaya kapasitesi yetmeyen ABD karşısında AB'nin böyle bir tarihi fırsatı olduğunu ortaya koyuyor. Ama, AB'nin kendisinin de genel olarak dünyada egemen görünen çelişkiler ve riyakârlık gibi etik sorunlar yüzünden zaaf içinde olduğunu da eklemekten geri kalmıyor.

 

Belki de, geçenlerde bir yazıda (bkz.: Kâinatın Tefrikası no.487 – "Kapımızdaki Kanatlı Canavar") başka bir vesileyle ortaya koyduğum nâçizane öneriyi, azıcık değiştirerek, AB'nin bu zaafiyetini gidermede yardımcı olma konusunda Türkiye için tekrarlayabilirim:

 

"Bu arada, Başbakan Erdoğan'ın Pakistan'daki deprem felaketi üzerine gösterdiği atiklik ve cevvaliyeti (felaket bölgesine ilk ulaşan yardım ve kurtarma ekiplerinin arasında Türkiye'den ekiplerin olması, depremden sonra ülkeyi ilk ziyaret eden yabancı Başbakan'ın Erdoğan olması, Türkiye'nin Pakistan'a en büyük yardımı vaat eden ülke olması vb...), alternatif enerji üreten sektörlere destek, küresel iklim değişikliğine karşı "yeniden yapılanma" konusunda uluslararası alanda aktif bir rol oynama, vb konusunda da göstermesi dileğiyle...

 

Bekleyecek ve göreceğiz."

 

__________________________

 

29 Ekim 2005'te, Radikal gazetesinin Cumhuriyet ekinde yayımlanmıştır.