Chomsky'nin Bilgi Üniversitesi Konuşması

-
Aa
+
a
a
a

Bilgi Üniversitesi, İstanbul, 13 Şubat 2002

 

11 Eylül kırımı, yaygın bir şekilde, tarihi önem taşıyan bir olay olarak tanımlanıyor. Bu doğru, ancak neden doğru olduğu konusunda da kafamızın açık olması gerek. Ne yazık ki bu kırım ölçek açısından kendine özgü bir örnek değil. Tam tersine. Burada kendine özgü olan, silahların namlularının yön değiştirmiş olması. Avrupa ve onun uzantılarının tarihinde ilk defa kendileri böylesine feci cinayetlerin faili değil de hedefi oldular. Avrupa’nın başından caniyane savaşlar geçmiştir ama bu savaşlarda birbirini katledenler Avrupalılardı. İngiliz-Hint savaşlarındaki kırım ise Hindistan’da oldu, İngiltere’de değil..  Belçikalıları katleden Kongo değildi, nasıl Fransızları katleden Cezayirliler değil, Amerikalıları katleden Filipinliler değilse - ve örnekler sürekli çoğaltılabilir.

11 Eylülde olanlar dünya tarihinde yeni bir durumdur ve hiç kuşkusuz dünya düzeni açısından bazı sonuçları olacaktır. Ancak temel sorunlar eskisinden pek farklı değil. Bunun nedeni de bu sorunların, uluslararası düzenin iyice kökleşmiş kurumsal özelliklerini ve dünyadaki gelişmeleri büyük ölçüde yönlendiren güçlü kuvvetleri yansıtıyor olması. Bu kurumsal yapılar ise 11 Eylül’de ya da ondan sonra işlenen suçlardan hemen hiç etkilenmediler. Bunu akılda tutmak önemli. Ayrıca “artık her şey değişti” iddiasının da, az çok eskiden olduğu gibi süregelen anlaşmazlık ve çatışmalarda önemli bir propaganda işlevi gördüğünü de unutmamak gerek.

Bir anlaşmazlıklar ve çatışmalar dünyasında yaşadığımız gerçeği pek de heyecan verici bir haber sayılmaz. Bunun pek çok boyutu ve karmaşık yanı var elbette, ancak son yıllarda oldukça keskin hatlar çekilmeye başlandı. Aşırı basitleştirecek olursak -ki fazla da sayılmaz- bu çatışmanın taraflarından biri, odaklanmış güç merkezleridir, birbirine iyice kenetlenmiş devlet ve özel sektör. Çatışmanın öteki tarafı ise dünya çapında genel nüfustur. Modası geçmiş bir deyimle, eskiden olsa buna “sınıf savaşı” denirdi.

Bu çatışmanın sembolik ifadesi, bundan iki hafta önce Dünya Ekonomik Forumu’nun New York’ta ve Dünya Sosyal Forumu’nun Brezilya’nın Porto Alegre şehrinde aynı sırada yapılmasıydı. Birincisi, dünyanın önde gelen iş dünyası gazetesi London Financial Times’ın belli belirsiz bir ironiyle kullandığı terimi ödünç alacak olursak, “kainatın efendileri”ni bir araya getiriyordu. İkincisi ise, onların geleneksel yaygın düşmanlarını oldukça iyi temsil eden bir oluşumdu.

Bir başka deyim kullanacak olursak, bu sefer de Amerikan demokrasisinin kurucu babalarının deyimiyle, bu sürüp giden çatışmanın, “kainatın efendileri” ile “büyük canavar”ı -genel nüfusu- karşı karşıya getirdiğini söyleyebiliriz. Efendiler, dur durak demeden savaşı sürdürüyorlar ve ne yaptıklarının da gayet iyi farkındalar: hükümet belgeleri ve iş dünyasının yayın organları, bunların genellikle değerleri tepe taklak olmuş kaba Marksistler olduğunu ortaya koyuyor. Onlar da çok korkuyorlar -aslında bu, 17.yüzyıl İngiltere’sindeki ilk demokratik devrimlere dönüş gibi bir şey. Bu hegemonya sisteminin kırılgan olduğunun, büyük ölçüde halkın şu ya da bu şekilde zapturapt altına alınmasına bağlı olduğunun farkındalar. Gözü dönmüş bir arayış içindeler, son yıllarda “Komünizm”, suç örgütleri, uyuşturucular, terörizm gibi yollara başvuruyorlar. Ancak bahaneler değişmekle birlikte, siyasetler az çok aynı kalıyor. Bunun nedeni de az önce belirttiğim gibi, siyasetlerin kurumlardan kaynaklanması ve bunların da nispeten istikrarlı olmasıdır.

Kainatın efendileri tabii ki gündemlerindeki işlerin ilerleyebilmesi için her fırsattan yararlanıyorlar, özellikle de bazı buhranları kullanıyorlar (büyük depremler, savaş, 11 Eylül gibi). Bu tür buhranlar sayesinde halkın korku ve kaygılarını istismar edilerek bir yandan onların edilgin, itaatkar olması talep ediliyor, öte yandan halkın güçlü hasmı, daha da büyük bir gayretkeşlikle kendi tercihli programlarını gerçekleştirmek üzere açılan “fırsat penceresi”nden yararlanıyor. Bu programlar, toplumdan topluma farklılık gösteriyor: kaba kuvvete yatkın devletlerde baskı ve terör tırmandırılıyor, daha demokratik toplumlarda ise toplumu hizaya getirmek üzere tedbirler dayatılırken zenginlik ve güç, eşi görülmemiş ölçüde bir merkezde toplanıyor. Bu tedbirlere halk karşı çıktığı için de bunların marjinal bir demokratik katılım bile olmadan uygulanması gerekiyor. Son birkaç ay içersinde dünyada olduğu gibi burada da bu geniş yelpazenin kapsadığı örnekleri sıralamak kolay.

Dünyanın her yerinde “büyük canavar”ın, buhranların öngörülebilir istismarına karşı koyması gerektiği açıktır. Onlar da kendi çabalarını, bir o kadar ısrarla, eskisinden pek de farklı olmayan temel konular üzerinde yoğunlaştırmaları gerekir. Bunlardan sadece ikisini örnek verecek olursak: türün sağkalımını tehdit etmeye varan militarizmin hızla yükselişi ve “neoliberal” programların nüvesini oluşturan, demokrasiye karşı geniş çaplı saldırı.  İşte bunlar, daha önce olduğu gibi 11 Eylül’den sonra da  bizi öncelikle meşgul etmesi gereken sorunlardır bence. Ancak ben bu konuda konuşmayacağım. Bize dayatılan çerçeve içersinde bu konunun nasıl ele alındığından söz edeceğim, yani kainatın efendilerinin çerçevesine döneceğim.

11 Eylül kırımından sonra Washington “terörizme karşı savaş” ilan etti ve sadece  kuşkulanılan failleri hedef almakla kalmadı, onların bulundukları ülkeyi ve dünya çapında terörizmle itham edilen diğer ülkeleri de hedef aldı. Başkan Bush “dünyayı şer odaklarından temizlemeye” ve “şerrin ayakta kalmasına izin vermeyeceğine” yemin etti. Bu sözler kulağa hiç de yabancı gelmiyor: Bush burada Ronald Reagan’ın “terörizmin şer belası”nı kınayan sözlerini yankılıyordu -burada esas kastedilen, kendisinin işbaşına gelir gelmez Amerika Birleşik Devletleri dış siyasetinin temel konusu olarak ilan ettiği devlet destekli uluslararası terörizmdi. Teröre karşı birinci savaşın odak noktaları Orta Doğu ve Orta Amerika’ydı. 11 Eylül’de yeniden ilan edilen savaşın askeri yönü, Reagan’ın Orta Doğu özel temsilcisi görevinde bulunan Donald Rumsfeld tarafından yürütülüyor ; Birleşmiş Milletler’deki diplomatik çabaları sürdüren John Negroponte ise Reagan’ın Honduras Büyükelçisiydi, Honduras ise Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Amerika’daki harekatlarının başlıca üssüdür. Planlama büyük ölçüde, Reagan-Bush (I) yönetimlerinin başka önde gelen kişilerinin elinde bulunmaktadır.

Bundan yirmi yıl önce terörizmin lanetlenmesi sağlam temeller dayanıyordu, bugün de bunların yeniden gündeme gelmesi yerindedir. Ama bazı soruların cevapsız kalmasına yol açtıkları da bir gerçek. Birinci soru şu: “terörizm”den neyi anlıyoruz? İkinci soru ise, bu suça karşı doğru cevap nedir? Cevap ne olursa olsun, en azından temel bir ahlaki doğruyu tatmin edecek bir cevap olmalıdır. Eğer karşıtlarımız için bir ilkenin geçerli olmasını öneriyorsak, o zaman kendimiz için de aynı ilkenin geçerli olmasını kabul etmeli, hatta bunda ısrar etmeliyiz. Yapılan bir iş bizim için doğruysa onlar için de doğrudur; onlar için yanlışsa, bizim için de yanlıştır. Ahlaki tutarlılığın bu asgari düzeyine bile ermemiş kişilerin ciddiye alınması mümkün değildir, hele doğrudan yanlıştan, iyiden kötüden söz etme iddiasında iseler.

“Terörizm”in tanımı sorununun zor ve karmaşık bir iş olduğu iddia edilir. İnsan niye diye merak ediyor. Gayet açık gibi görünen tanımları vardır oysa, örneğin Amerika Birleşik Devletleri Ordu Yönetmeliklerinde olduğu gibi; terörizm, “özü itibarıyla siyasi, dini ya da ideolojik olan hedeflere ulaşmak için şiddetin ya da şiddet tehdidinin önceden tasarlanarak kullanılması”dır. Zamanlaması nedeniyle bu tanım daha da ağırlık kazanıyor çünkü Reagan yönetiminin “terörizme karşı savaş”ını tezgahladığı sırada ortaya atılmıştı. Dünya o kadar az değişti ki yakın geçmişteki bu örnekler bize ders olmalı, hatta terörizme karşı savaşın birinci aşamasından 11 Eylül’de az çok aynı retorikle hortlamasına kadar yönetimdeki sürekliliği burada hesaba katmasak bile.

Terörizme karşı savaşın her iki aşaması da gerek medyada gerekse belli görüşleri yansıtan yayınlarda ve akademik incelemelerde uzun boylu yorumlara neden oldu. Bu yorumların bazı çarpıcı özellikleri var, en çarpıcı olanı da seçicilikleri: terörizm, ONLARIN BİZE  karşı yürüttükleri bir şeydir. Burada BİZİM ONLARA karşı yürüttüğümüz terörden söz etmekten özenle kaçınılır. İşte tanım sorunun bu kadar zor bir şey gibi algılanmasının nedeni bu. Bu temel ilkenin korunmasını sağlayacak bir “terörizm” tanımı yapmak kolay bir iş değildir. Bu uygulamanın bazı örneklerine daha sonra tekrar geleceğim ama bunlar da yanıltıcı çünkü hemen hiç bir istisnası yok; bildiğim kadarıyla sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde değil hiçbir yerde ve sadece şimdi değil ama tarihin hiçbir döneminde. Bu gözlemim herhalde burada da yabancı gelmeyecektir.

11 Eylül sonrasında dünyanın nasıl bir yer haline geldiğini anlamak istiyorsak. “terörizm”in nasıl ele alınacağı konusundaki bu çarpıcı olguları hiç de göz ardı edemeyiz. Bunlar birinci savaşta gayet iyi belgelenmişti ve yakında hortlamış olan şekli için de aynı şey olacaktır.

Şimdiki aşamasında olduğu gibi, terörizme karşı savaş, birinci aşamasında da güçlü bir destek gördü. Reagan’ın “şer belası”nı lanetlemesinden hemen sonra Birleşmiş Milletler Genel Kurulu uluslararası terörizmi derhal mahkum etti ve daha sonra, 1987’de çok daha güçlü ve kesin bir dille bunu tekrarladı. Ancak bu destek oybirliğiyle sağlanmadı. 1987 kararı 153’e karşı 2 oyla kabul edildi, Honduras ise çekimser kaldı. Olumsuz oylarını izah eden Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail, kararda ölümcül kusurun nerede olduğuna işaret ettiler: “bu kararda yer alan hiçbir ifade, Birleşmiş Milletler Şartı tarafından tanınmış olan kendi kaderini tayin, özgürlük ve bağımsızlık hakkını, bu haktan zorla yoksun bırakılan halkın hakkını hiçe sayamaz  .... özellikle de sömürgeci ve ırkçı rejimlerde ve yabancı işgali altında yaşayan halklar” ifadesi yer alıyordu kararda. Bunun neden kabul edilemez olduğu açık. “Sömürgeci ve ırkçı rejimler” sözleri Amerika Birleşik Devletleri’nin müttefiki olan Güney Afrika’ya atıfta bulunuyor, öte yandan Nelson Mandela’nın Afrika Ulusal Kongresi resmen “terörist örgüt” olarak tanımlanıyordu. “Yabancı işgali” sözleri ise Batı Şeria ve Gazze ile Güney Lübnan’ın, Güvenlik Kurulu kararını çiğneyerek İsrail tarafından askeri işgal atında tutulmasına atıfta bulunuyordu. Her iki işgal de, nerdeyse tam bir uluslararası tecride rağmen Amerika Birleşik Devletleri’nin askeri ve diplomatik desteği sayesinde sürdürülüyordu.

Amerika Birleşik Devletleri’nin karşı çıkması nedeniyle Birleşmiş Milletler’in terörizme karşı bu en önemli kararı basına yansımadı ve o zamandan bu yana da unutuldu; bu, sıradan işleyişin bir örneğidir. Ancak sorunlar canlılığını sürdürmeye devam ediyor ve çok yakın tarihin olguları, onları bugün anlamayı umut edenlerce göz ardı edilemez.

Reagan’ın “terörizmin şer belası”nı mahkum etmesi 1985 yılının sonuna doğrudur. Burada belirgin bir şekilde Orta Doğu’daki terörizme atıfta bulunuyordu. Bu konu, Associated Press haber ajansının yazı işleri müdürleri arasında yaptığı bir ankette 1985 yılının başı çeken olayı seçilmişti. Ancak, Yönetimin ılımlı unsuru Dışişleri Bakanı George Shultz için bu, “devlet destekli terörizmin en ürkütücü” ifadesi, “uygarlığın meczup muhalifleri tarafından yayılan bir veba”, “modern çağda barbarlığa dönüş”tü ve ürkütücü derecede yakına gelmişti. “Burada, topraklarımızın içine işlemiş bir kanser var” diyerek Shultz Kongre’yi bilgilendirdi. Bu kanser, “sınırları olmayan bir devrimle” yarım küreyi istila tehlikesini taşıyordu. Bu, ayaküstü uydurulmuş ilginç bir yakıştırmaydı ancak düzenli olarak tekrar edildi ve her seferinde de tüyleri ürpertme görevini yerine getirdi.

Tehdit o kadar vahim sayılıyordu ki Başkan ülke çapında olağanüstü hal ilan etti. Bu her yıl yenilendi, çünkü “Nikaragua Hükümetinin siyasetleri ve eylemleri, Amerika Birleşik Devletleri’nin ulusal güvenliği ve dış siyaseti açısından alışılmışın dışında ve olağanüstü bir tehdit oluşturuyor”du. Başkan ayrıca “Nikaragua Hükümetinin Orta Amerika’daki saldırgan faaliyetlerinin yarattığı olağanüstü duruma cevaben” bir ambargo ilan etti. Burada, Amerika Birleşik Devletleri’nin Honduras’taki üslerden yürüttüğü terörist savaşa karşı direnişe atıfta bulunuyordu; bunun dışında “saldırgan faaliyetler” yoktu. Ülke çapında olağanüstü hal ve ambargo, 1 Mayıs 1985’te ilan edildi. Amerika Birleşik Devletleri’nde bunun adı “Kanun Günü”dür, başka her yerde ise yaşanılır koşullar için mücadele eden Amerikalı işçilerle bir dayanışma günüdür. Bu ise Amerika Birleşik Devletleri’nde hemen hiç bilinmeyen bir gerçektir ve çok özgür toplumlarda propaganda sistemlerinin nasıl işlediğini gösteren ilginç bir örnektir.

Shultz, Nikaragua “kanser”inden söz ederek “bunu kesip atmalıyız” uyarısında bulundu, üstelik öyle yumuşak yöntemlerle de değil.: “Eğer pazarlık masasının üzerine gücün gölgesi düşmüyorsa, müzakere sözü teslimiyetin yerine kullanılan bir yumuşatmadır” beyanında bulunarak “denklemin güç unsurunu göz ardı ederek dışarıdan arabulucular gibi, Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Adalet Divanı gibi ütopyacı, hukukçu yollara başvurulmasını” savunanları mahkum etti. Amerika Birleşik Devletleri  “denklemin güç unsuru”nu John Negroponte’nin gözetimi altında, Honduras’ta üslenmiş paralı askerlerle uygulamaya geçiriyor ve Uluslararası Adalet Divanı ile Latin Amerika  ülkelerinin başvurduğu “ütopyacı, hukukçu yolları” başarıyla tıkıyordu -nitekim terörist savaşlarını kazanıncaya kadar da Washinngton böyle davranmayı sürdürdü.

Reagan’ın “terörizmin şer belası”nı kınaması, Washington’da İsrail Başbakanı Simon Peres’in bulunduğu bir toplantıda ilan edildi. Peres, Tunus’un başkentine saldırmak üzere bombardıman uçaklarını yollayıp 75 kişiyi lime lime parçalayan akıllı bombalarla öldürdükten sonra ayağının tozuyla gelip şerrin kökünün kazınması için yapılan çağrıya katılmıştı. Bu olayın haberi başka birtakım kırım eylemlerinin yanı sıra  saygıdeğer İsrailli gazeteci Amnou Kapeliouk’un İsrail basınında ayrıntılı ve canlı açıklamalarıyla yer almıştı. Washington, müttefiki Tunus’u bombardıman uçaklarının yola çıktığını haber vermek için uyarmayı ihmal ederek işbirlikçiliğini sergiledi. Shultz, İsrail Dışişleri Bakanı Yitzak Shamir’e Washington’un “İsrail harekatını oldukça hayırhah bir tutumla karşıladığını” bildirdi ama Güvenlik Kurulu bombalamayı bir”silahlı saldırı eylemi” olarak kınayınca (Amerika Birleşik Devletleri çekimser kaldı) geri adım attı.

Hadi gelin, kendimizi iyice zorlayıp Washington’a ve gediklilerine bir şans tanıyalım ve bu yaptıklarına bir saldırı eylemi, bir savaş suçu demeyelim de, sadece “uygarlığın meczup muhalifleri”nin giriştiği daha az vahim bir uluslararası terör suçu demekle yetinelim. Bu saldırı, 1985 doruk yılında Orta Doğu’da uluslararası terörizmin en aşırı eylemi ödülünün rakipsiz adayıdır.

İkinci bir aday da 8 Mart’ta Beyrut’ta 80 kişinin ölümü 256 kişinin yaralanması ile sonuçlanan bombalı araba eylemidir. Bomba bir caminin dışına yerleştirilmiş, tam ibadet edenlerin çıkacağı saatte patlamak üzere ayarlanmıştı. “250 civarında kara çarşaflı kız ve kadın İmam Rıza Camiinde kılınan Cuma namazından sonra dışarıya uğradığında bombanın esas darbesini yedi” (Washington Post gazetesi) Bomba bununla kalmayıp “bebekleri uykularında yakıp kavurdu”, “yürüyerek camiden eve dönen” çocukları öldürdü ve Batı Beyrut’un “yoğun nüfusa sahip” bu mahallesinin “ana caddesini harabetti.” Esas hedef, terörizmin suç ortağı olmakla itham edilen bir Şii önderdi ama o kaçtı. Cinayeti örgütleyen CIA ile Suudi Arabistanlı gediklileriydi, İngiliz gizli servisinden de yardım almışlardı.

Ödülün geriye kalan tek yarışmacısı ise işgal altındaki Lübnan’da Mart ayında Peres’in yürüttüğü “demir yumruk” harekatıdır. Bölgeyi iyi bilen bir Batılı diplomatın gözlemlediği gibi “önceden tasarlanmış gaddarlık ve keyfi cinayet” konusunda daha erişilmemiş derinliklere inen bu olayda İsrail Savunma Güçleri (İSG) köyleri topa tuttu, erkekleri toparlayıp götürdü, İSG’nin yarı askeri ortaklarının katlettiği pek çok insanın yanı sıra onlarca köylüyü öldürdü, hastaneleri topa tuttu ve “sorguya çekmek” üzere hastaları alıp götürdü ve daha nice hunharlık işledi. İSG’nin yüksek komutası, harekatın hedeflerinin “terörist köylüler” olduğunu ilan etti. “Devam etmeleri gerek” diye ekliyordu Jerusalem Post gazetesinin askeri muhabiri, çünkü işgal altındaki Lübnan’da “oturanların ödemek zorunda kalacakları bedele rağmen” İSG’nin “düzeni ve güvenliği koruması” şart.

Bu tarihten üç yıl önce 20000 kadar insanın ölümüne yol açan İsrail’in Lübnan’ı istilasında olduğu gibi  Lübnan’daki bu harekatlar ve daha niceleri bir meşru müdafaa saikiyle değil, daha çok siyasi amaçlara ulaşmak üzere gerçekleştirilmişti ve zaten İsrail’de de hemen böyle algılandı. Aynı şey, 1996’da Simon Peres’in istilasına kadar sürüp giden başka harekatların hemen hepsi için geçerliydi. Bunların hepsi de Amerika Birleşik Devletleri’nin askeri ve diplomatik desteğine vazgeçilmez şekilde bel bağlamışlardı. Dürüstlüğe icazet olsaydı -ki buna pek ihtimal yok- bunlara Amerika Birleşik Devletleri-İsrail harekatları derdik, tıpkı Türkiye’nin güneydoğusunda 1990’lı yıllarda Kürtlere karşı dehşetin doruğuna ulaşan harekata da Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye’nin birlikte yürüttükleri bir devlet destekli  uluslararası terörizm harekatı diyebileceğimiz gibi.

Zımni bir anlaşma sonucu bu harekatların hiçbiri uluslararası terörizmin kayıtlarına geçmez, çünkü “terörizm” teriminin ONLARIN BİZE yaptıklarıyla sınırlı kalması konusundaki temel koşulu çiğnemiş olurlar. Bu zımni anlaşmanın katı kuralları vardır ve kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, bunlara meydan okumak hemen hemen imkansızdır. Ahlaki tutarlılığın asgari seviyesine ulaşmamamız ve bu gerçeğin de kibarca sürdürülen tartışmalarda asla gündeme getirilmemesi can alıcı bir önem taşır.

Zımni anlaşmanın ışığında yorumcuların nasıl olup da Orta Doğu’da “terörizmin şer belası”nı kınayanların işlenen suçların elebaşıları olmalarında hiçbir tuhaflık görmediklerini anlamak daha kolaydır. Dolayısıyla dehşetin doruğuna ulaştığı “barbarlığın dönüşü” sırasında bu olaylar da hiç yorumsuz geçiştirildi.

1985’in hafızalarda yer eden ödül sahibi, Achille Lauro gemisinin kaçırılması ve Leon Klinghoffer adlı yolcusunun hunharca öldürülmesiydi. Bunun aşağılık bir terörist eylem olduğu su götürmez. Ve çok daha korkunç sonuçlara yol açan Tunus kırımına misilleme olarak ve bu tür başka olaylara önceden engel olmak amacıyla yapıldığı iddiasının da hiçbir haklı yanı yoktur. Ahlaki doğrulara sahip çıkmayı biliyorsak, o zaman bundan, kendi misilleme ve önceden engelleme eylemlerimiz için de aynı şeyin geçerli olduğu sonucunu çıkarmamız gerekir.

“Terörizm” teriminin nasıl kullanılacağı konusundaki can alıcı zımni anlaşmanın bir tarihi evrensel olduğundan söz etmiştim. Bu uygulamayı en aşırı kitle katliamcıları bile benimsiyor: Naziler, yurtdışından yönetilen terörist partizanlara karşı halkı koruyorlardı. Japon iç muhaberat belgeleri, Mançurya’nın barışçı halkına ve halkın meşru hükümetine dehşet salan “Çinli haydutlar”a karşı savaşan Japonların kendilerini burada nasıl bir “yeryüzü cenneti” yaratmak üzere fedakarca çalışan insanlar olarak gördüklerini ortaya koyuyor. Bunun istisnalarını bulmak zordur. Ve hemen her zaman olduğu gibi, en bayağı propagandanın içinde eser miktarda olsa bile bir hakikat vardır. Avrupa’daki partizan faaliyetlerinin dışarıdan yönetildiği konusunda kimsenin, haklı olarak, bir kuşkusu yoktu. Ayrıca Nazi karşıtı partizanların teröre başvurdukları da su götürmez. “Sömürgeci  ve ırkçı rejimler ile yabancı işgaline” karşı direnişler içersinde teröre başvurmamış bir vakaya rastlamak zordur; örneğin Amerikan devriminin teröre başvurduğu kesindir. Ayrıca Mançurya’da, Fransa’da ve başka yerlerdeki faşist iktidarların dayattıkları rejimlerin de en az Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri tarafından kurulan gedikli rejimler kadar meşruluğu vardır.

Buna rağmen bu tür propagandayı tiksintiyle reddediyoruz, doğru olan da budur. Ahlaki doğrular da kendimize de aynı şeyi uygulamamızı zorunlu kılıyor.

“Terörizm” konusundaki zımni anlaşma tabii ki Orta Doğu’daki terörizm ile sınırlı değildi. Teröre karşı birinci savaşın öteki odak noktası olan Orta Amerika için de geçerliydi. El Salvador ve Guatemala’da Amerika Birleşik Devletleri ve gediklileri, acımasız bir devlet destekli uluslararası terörizm kampanyası yürütüyorlardı ama bunun adına “kontr-terör” deniliyordu. Aynı şey Nikaragua kanserinin kökünü kazıma savaşı için de geçerliydi. 1984’te Kanun Günü’nde Başkan Reagan hukukun olmadığı yerde ancak “keşmekeş ve düzensizlik” olabileceğini beyan etti. Ondan bir gün önce ise Uluslararası Adalet Divanı’nda görülen davayı Amerika Birleşik Devletleri’nin kaale almayacağını ilan etmişti. Bu arada Uluslararası Adalet Divanı Reagan yönetimini “kanunsuz güç kullanmak”tan mahkum etti ve bu suçlarına son vermesini, Nikaragua’ya da hatırı sayılı bir tazminat ödemesini emretti (Haziran 1986). Bir kez daha Batı’ya karşı hayırhah davranalım ve buna, çok daha vahim bir suç olan savaş saldırganlığı demeyelim -bu Nürnberg Mahkemesi gibi bir uluslararası mahkemeyi gerektirir-, bunun yerine sadece uluslararası terörizm diyelim.

Uluslararası Adalet Divanı’nın kararı küçümseyici bir tavırla göz ardı edildi, tıpkı bütün devletlere uluslararası hukuka uymaları çağrısında bulunan (Amerika Birleşik Devletleri tarafından da veto edilen) bir BİRLEŞMİŞ MİLLETLER Güvenlik Kurulu kararı ve birbirini izleyen BİRLEŞMİŞ MİLLETLER Genel Kurul kararlarının (Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail karşı çıktı, bir seferinde El Salvador da onlara katıldı) göz ardı edildiği gibi.

Dünya Mahkemesinin kararının açıklandığı sırada Kongre, “kanunsuz güç kullanmak” ile iştigal eden paralı asker kuvvetlerine ayrılan fonları ciddi ölçüde arttırıyordu. Bundan kısa bir süre sonra Amerika Birleşik Devletleri komutası onlara “yumuşak hedeflere” -savunmasız sivil hedefler-saldırma ve Nikaragua ordusu ile çatışmaya girmekten kaçınma talimatı verdi. Nitekim Amerika Birleşik Devletleri’nin gökten denetimi ve terörist güçlere sağlanan sofistike iletişim teçhizatı sayesinde bunu başardılar. Bu taktik Amerika’da uzun uzun tartışıldı ve solda da olan bazı saygıdeğer yorumcular tarafından “maliyet-fayda analizi testi”nden geçtiği ölçüde makul sayılmıştı. Bu analiz “içeriye dökülen kan ve sefalet miktarına göre öteki taraftan demokrasinin çıkması olasılığı”na dayanıyordu -Batılı elitlerin anladığı şekliyle “demokrasi” terimidir bu ve bunu nasıl yorumladıkları da bu bölgede çok canlı bir şekilde görülmüştür.

Washington daha önce eşi görülmemiş ölçekte bir uluslararası terör şebekesi yaratarak ve bunu sadece Orta Amerika’da ve Orta Doğu’da kullanmakla yetinmeyip dünya çapında yaygınlaştırarak “terörizme karşı savaş”ını sürdürdü. Çağdaş terminolojiyi kullanacak olursak buna bir “şer mihveri” de diyebiliriz ve bu taktirde terimi yerinde kullanmış oluruz çünkü burada gerçekten bir mihver vardı ve bu mihverin Genel Karargahını da kolayca  teşhis etmek mümkündür. Buna karşılık Irak ile İran arasındaki sıcak ilişkiler ise özenle gizli tutulmuştur. Bunun sonuçları ölümcül ve kalıcı oldu. Orta Amerika’da Amerika Birleşik Devletleri tarafından yönlendirilen ve desteklenen terör, bizzat devlet güvenlik güçlerinin doğrudan doğruya fail konumunda oldukları ülkelerde en aşırı seviyeye ulaştı; bu da bu bölgede özellikle son on beş yılın çok bilinen bir olgusudur. Bunun sonuçları, bu bakımdan fazlasıyla tüyler ürpertici deneyimleri olan El Salvadorlu Cizvitlerin 1994’te düzenlediği bir konferansta ele alındı. Konferans raporunda özellikle vurgulanan bir nokta var: “Güçlülerin sahip oldukları olanaklardan farklı alternatifler açısından çoğunluğun beklentilerini ehlileştirmede terör kültürü”nün kalıcılığı ve bunun etkileri. Bu devlet terörünün ne kadar etkili olduğu konusunda önemli bir gözlemdir ve bunu yaygın şekilde genelleştirmek mümkündür.

Latin Amerika’da, başka yerlerde de olduğu gibi, 11 Eylül kırımı sert bir dille kınandı. Ancak bunun hiç de yeni sayılacak bir şey olmadığını da hemen herkes ekledi. Managua’da yayınlanan Cizvit Üniversitesi’nin araştırma dergisinin sorumluları, bu kırımın “Armageddon” olarak tanımlanabileceğini, ancak Nikaragua’nın Amerika Birleşik Devletleri’nin saldırısı altında “kendi Armageddon’unu dayanılmaz bir ağır çekimle yaşadığını ve şimdi de bu saldırıların sona ermesiyle bir kasvet batağına saplandığını” yazdılar. 1980li yılların devlet destekli uluslararası terörizm saldırısına maruz kalan başkalarının durumu daha da kötüydü. Aslında bu, 1960ların başından itibaren kıtayı kasıp kavuran ve çoğunlukla izi Washington’a kadar sürülen yaygın bir devlet terörü vebasının en yeni aşamasından başka bir şey değildir.

On dakika öncesine kadar olan her şeyin “tarih” sayıldığı bir ortamda, muzaffer olanların ellerinin tersiyle tarihi önemsiz diye bir kenara itmeleri sıradan bir yaklaşımdır. Batı’da iyi eğitim görmüş söylemin ortak yanıdır bu; standart doktrin şudur: bazı kusurlar olduğunu kabul edebiliriz ama bütün bunları geride bırakıp şimdi (dünyanın önde gelen gazetesinin deyimiyle) “gayrı insani olan her şeye son vermeye kararlı, idealist bir Yeni Dünya”nın önderliği altında şanlı bir geleceğe doğru hep birlikte yürümeliyiz. Kurbanlar ise olaylara daha farklı bakmak eğilimindedirler: onların bir tarihi hafızası vardır. Durmadan geçmişe ait can sıkıcı ayrıntıları gündeme getirirler ve böylesine ilgisiz konularla vakit kaybettikleri için Batılı yorumcular tarafından keskin bir dille kınanırlar. Bu birbirinden farklı tepkiler, tarihin, hem de çok yakın tarihin ortaya çıkardığı gerçeklerin ışığında tamamen anlaşılabilir.

Dürüst insanlar kurbanların yanında yer alacaklardır, bana göre, ve sırf bu bakımdan da değil.

Geleneksel kurbanların bu nükseden hastalığı hesaba katılacak olursa, Washington’un 11 Eylül’ün intikamını almak için yaptığı savaş çağrısının Latin Amerika’da pek şevkle karşılanmaması şaşırtıcı değildir. Kırımın kınanmasında hemen herkes birleşiyordu ama bir uluslararası Gallup araştırmasının ortaya koyduğu gibi suçluların iadesi yerine askeri güce başvurulmasını destekleyenlerin sayısı çok azdı. Bu oran %2 ile (Meksika) %11 (Venezuela ve Kolombiya) arasında kalıyordu. Meksika’da insanların hafızaları o kadar geriye gidiyordu ki bundan 150 yıl önce Meksika’nın yarısının Amerika Birleşik Devletleri tarafından fethedildiğini bile hatırlıyorlardı. 11 Eylül terörünü kınamalarına kendi deneyimlerinin anıları düzenli bir şekilde eşlik ediyordu.Panamalı ve diğer Latin Amerikalı gazeteciler, I. George Bush Aralık 1989’da Haklı Dava Harekatı sırasında Panama’nın Chorillo bölgesini bombaladığında binlerce yoksul insanın nasıl öldüğünü hatırlıyordu. Bu harekatın amacı ise, CIA’den para aldığı sırada işlediği pek çok suç nedeniyle Florida’da ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış, söz dinlemez bir caniyi ele geçirip kaçırmaktı. Batı’da bunların hepsi unutuldu ve gerçek rakamlar da bilinmiyor. İşte başka bir tarihi evrensel: muzaffer olanların işledikleri vahim suçlar hemen hiçbir zaman soruşturulmaz.

Devlet destekli uluslararası terörizm bugün de fazla değişikliğe uğramadan sürüyor, değişen yalnızca bahaneler ve taktikler oluyor. Amerika Birleşik Devletleri silahlarının belli başlı alıcıları listesi bu konuda fazlasıyla bilgi veriyor ve uluslararası insan hakları raporlarına aşina olanlara bunlar da aşina gelecektir.

Zımni anlaşmanın ışığında, Başkan Bush’un Afganlara, Amerika Birleşik Devletleri’nin terör zanlısı olarak gördüğü kişileri teslim edinceye kadar (kanıt getirilmesi taleplerini ve müzakere önerilerini tersleyerek) bombalamaların devam edeceğini bildirmesine kimsenin şaşmaması gerekirdi. Bundan birkaç hafta sonra, üç haftalık bombalamanın ardından yeni savaş hedefleri eklendiğinde. İngiliz Genel Kurmay Başkanı Amiral Sir Michael Boyce’un “ülke halkı, kendilerini yönetenleri değiştirmediği sürece bunun böyle sürüp gideceğini anlamadıkça” Amerika Birleşik Devletleri-İngiltere saldırılarının süreceği konusunda Afganları uyarmasına da hiç şaşmamak gerekirdi.

Başka bir deyişle, Amerşka Birleşik Devletleri ve İngiltere “özü itibarıyla siyasi olan hedeflerine ulaşmak için hesaplı kitaplı şiddet kullanımında”  direteceklerdir; bu teknik anlamda uluslararası terörizmdir ama standart zımni anlaşma gereği mevzuat dışı kalır. Ayrıca, uluslararası terörizmin, öne çıkarılarak haber haline getirilen, örneğin New York Times gazetesinin birinci sayfasından vb. verilen beyanlarının hiçbir yoruma yol açmamasına da şaşmamak gerekir. Nedenler hep aynıdır: bu BİZİM normal olarak ONLARA yaptığımız bir şeydir, dolayısıyla tanımı gereği doğru ve haklıdır.

Tükidides binlerce yıl önce şu gözlemde bulunmuştu: “büyük uluslar istediklerini yaparlar, küçük uluslar ise neyi kabul etmeleri gerekiyorsa onu kabul ederler.” Birkaç bin yıl içersinde dünya epey değişti, ama bazı şeyler az çok aynı kalmaya devam ediyor, en azından güç merkezlerinde bu böyle. İşin sevindirici yanı, halkların daha uygar hale gelmesidir ve bunun da gücün kullanımı üzerindeki etkisi büyüktür.Zenginlerin ve güçlülerin, uygun gördükleri zaman terörizme başvurmaları da, iyi eğitim görmüş sınıfların da bu hareketleri soylu amaçlardan kaynaklanan bir meşru müdafaa olarak görmeleri de doğaldır. Muzaffer olanların entelektüel kültürlerinde sağladıkları başarılar oldukça şaşırtıcıdır. Örneğin terörizm üzerine akademik eserlerde sık sık Küba’dan söz edilir. Herhalde kırk yılı aşkın bir süredir Küba uluslararası terörizmin baş hedefi olmuştur, bu olayların çoğu da oldukça vahimdir. Bunlardan sadece birine değinelim: Kennedy’nin terörist ekiplerinden biri tarafından bir petro-kimya tesisinin imha edilmesi ve belki 400 kişini ölümüne yol açılması Küba füze krizinin gergin bi anında meydana gelmişti ve her şeyin sonu olacak bir nükleer savaşa yol açabilirdi. Ama Amerika Birleşik Devletleri üslerinden Küba’ya karşı sürdürülen terörizm, kayıtlara geçen terörizm tarihinin bir parçası değildir. Akademik çalışmalarda Küba’yla ilgili göndermelerde uluslararası terörizme karışmış olabileceği konusundaki kuşkulara değinilir, yoksa Küba’ya karşı esas üssü Amerika Birleşik Devletleri’nde, çoğu zaman da Washington’da olan terörist savaşa değil.

11 Eylül sonrası akademik literatüre bakacak olursak 1980’li yılların bir “devlet destekli terörizm” dönemi olarak tanımlandığını görürüz ve burada kastedilen, 80’li yıllar boyunca dev let destekli terörün tartışmasız en önemli unsurunu oluşturan ve Reagan yönetimi tarafından gerçekleştirilen dev boyutlu uluslararası terörist harekatlar değil, arka planda Sovyetler Birliği’nin bulunduğu iddiasıyla Libya, İran, Küba gibi ülkelerdir. Saygın bir uzman Washington’un harekatlarını “terörizme karşı önceden tedbir alan bir tavır” olarak tanımlıyor. Terör üzerine önde gelen akademik uzmanlardan biri, Terörizm ve Siyasi Şiddet Dergisinin yayıncısı geçenlerde 1960’larda Amerikalılara karşı “Viet Kong terörü, Batı’nın merkezinin kolay incinir olduğu konusundaki umutları alevlendirdi” diye yazdı, böylece sonu bin Ladin’e varan yolun taşları da döşenmiş oluyordu. Böyle bir benzetme yapmak için epey bir araştırma yapmış olması gerekir, ama muzaffer olanların entelektüel kültüründe böyle şeylerin farkına bile varılmıyor. Tarih boyunca dünyanın dört köşesinden buna benzer örnekler bulunabilir. Hatta bunların içersinde John Stuart Mill gibi olağandışı bir ahlaki tutarlılığa ve zekaya sahip insanlar da vardır. İngiltere’nin Hindistan’daki caniyane kıyımını haklı çıkarmak için Mill’in yazdığı dehşet verici metinler bugün “insani müdahale” literatürünün klasikleri arasında sayılmaktadır.

Terörizm sadece elverişli bir araç sayılmakla kalmıyor, elde ettiği başarılar açıkça kutlanıyor. Nikaragua’da Amerika Birleşik Devletleri terör operasyonlarının yol açtığı kırım basında hiç de üstü kapalı olmayan bir üslupla ele alındı ve New York Times gazetesinin bir manşetinde belirtildiği gibi bu kırımın başarılı sonuçları Amerikalıları “sevinç içinde bir araya getirdi” - tabii burada suçlara suç olarak bakılmıyor, teröristlerin yaptıklarına. 1965’te yüz binlerce Endonezyalının katledilmesi -bunların çoğu topraksız köylülerdi- gizlemeye gerek duyulmayan bir coşkuyla karşılandı, bunun yanı sıra Washington’a da bu olayda oynadığı kritik rolü gizlemeyi başardığı için övgüler yağdırıldı. Ne de olsa, “akıllara durgunluk veren bir kitle katliamıyla” (New York Times)  kendi toplumlarını temizleyen “ılımlı Endonezyalıları” mahcup edebilirdi bu rolün ortaya çıkması. CIA ise bu katliamı Stalin’in, Hitler’in ve Mao’nun işlediği cinayetlerle kıyaslamıştı. Bunun gibi daha pek çok örnek vardır.

Tesadüfen buradan geçen bir uzaylı, Usame bin Ladin’in 11 Eylül karşısında rezilce sevince boğulmasının neden bu kadar infial ve şaşkınlık yarattığını merakla karşılayabilir. Oysa bu bir hata olurdu, yani onların şerle yüklü terörünü bizim soylu olan terörümüzden ayırd etmeyi başaramamak, tarih boyunca işlerlik kazanmış bu ilkeyi kavrayamamak anlamına gelirdi.

Resmi tanımlara bağlı kalacak olursak, terörizmi zayıfların silahı olarak tanımlamak ciddi bir hatadır. Pek çok silah gibi bu da güçlülerin elinde çok daha etkili bir şekilde kullanılan bir silahtır. Ama buna artık terör değil de “kontrterör” ya da “düşük yoğunluklu savaş” ya da “meşru müdafaa” demek daha doğru olur. Üstelik başarılı olursa “rasyonel” ve “pragmatik”tir ve bizi “sevinç içinde bir araya getirir”.

Şimdi 11 Eylül kırımına doğru cevap nasıl verilir sorusuna gelelim ama bunu yaparken düşmanlarımıza uyguladığımız standartların bizim için de geçerli olması gerektiği yolundaki ahlaki doğruyu da akılda tutalım. Diyelim ki Amiral Boyce’un savaşın hedefleri konusundaki beyanı meşruydu. O zaman Batı devlet terörizminin kurbanlarının da ona göre hareket etmeye hakkı vardır. Böyle bir sonuca varılması herkes tarafından infialle karşılanır, doğrusu da budur. Dolayısıyla resmi düşmanlara uygulandığında bu ilke iyice kabul edilmezdir, hele hele bu durumda askeri harekata çok sayıda insanı ciddi bir riske sokacağı beklentisiyle girişildiğini fark ettiğimizde. Bilgi sahibi yetkililerden hiçbiri Birleşmiş Milletler’in “7,5 milyon Afganın kışın aç kalacağı -bu sayının, 11 Eylül öncesine kıyasla 2,5 milyon insan daha anlamına geldiği” yolundaki tahminini ciddi bir şekilde sorgulamadı. New York Times’a göre bu, sadece bombalama tehdidi sonucu ortaya çıkan %50’lik bir artıştı., Tarihten çıkan derslere bakacak olursak, ödenen bedel hiçbir zaman araştırılmayacaktır.Tarihi yazanlar asla kendi suçlarını araştırmazlar.

Başkalarının yanı sıra Vatikan da bu konuda farklı bir cevap önerdi ve bu, Amerikalı-İngiliz bir askeri tarih uzmanı olan Michael Howard tarafından dile getirildi, geçtiğimiz ay da önemli bir kurulu düzen dergisi olan Foreign Affairs’de yeniden yayınlandı: “bir suç çetesinin komplosuna karşı Birleşmiş Milletler’in himayesi altında yürütülecek bir polis operasyonu ile çete mensupları yakalanmalı, uluslararası bir mahkemenin karşısına çıkarılmalı, burada adil bir yargılama sonucu suçlu bulunurlarsa gerekli cezaya çarptırılmalıdırlar.” Bunun üzerinde hiç durulmadığı halde, makul gibi görünen bir öneri. Öyle olduğu kabul edilirse, o zaman Batı devlet terörizmine de uygulanması makul olurdu. Ama bunun da hiçbir zaman üzerinde durulması mümkün değildir, tam tersi nedenlerle olsa da: ceza, zayıflara ve yenik düşenlere verilen bir şeydir, zafer kazananlara değil.

Afganistan’daki savaş yaygın bir şekilde “haklı savaş” olarak tanımlandı, gerçekten de bunun neden böyle olduğu açık. Bir “haklı savaş” kavramını oluşturmak için bu yargıyı destekleyebilecek nitelikte birkaç girişim de oldu. Öyleyse. aynı ahlaki doğru açısından değerlendirildiklerinde bu önerilerin ayakta durup durmadığını sormak da yerinde olur. Şimdiye kadar anında çökmeyen bir tanesine bile rastlamadım: önerilen kavramın Batı devlet terörizmine uygulanması, düşünülemeyecek ve hatta aşağılık bir şey olarak karşılanırdı. Ancak, en yüksek uluslararası yetkililerin yargısının ışığında tartışma götürmeyen tek olaya, Washington’un Nikaragua’ya karşı savaşına bu öneriler nasıl uygulanırdı diye bir soru sorabiliriz. Tabii bunun tartışma götürmez oluşu, uluslararası hukuka ve sözleşmelere karşı belli bir yükümlülük duyanlar içindir. Bu kategorinin ölçeğini belirlemek için Eylül ayından bu yana uluslararası terörizm vebası konusunda sular seller gibi akan yorumlar içersinde bu konuya hangi sıklıkla değinildiği sorusunu sorabiliriz. Bunlar oldukça eğitici deneylerdir.

Benzer sorular, terörizme karşı savaşların başka yönleriyle ilgili olarak da gündeme geliyor. Afganistan’daki Amerika Birleşik Devletleri-İngiliz savaşının Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu’nun muğlak kararlarının icazetiyle mi başlatıldığı konusu çok tartışıldı, ama bence esas mesele bu değil. Amerika Birleşik Devletleri kesinlikle muğlak olmayan ve açık bir icazet alabilirdi: Rusya ve Çin, kendi terörist kırımları için Washington’dan icazet almak umuduyla teröre karşı koalisyona şevkle katıldılar. İngiltere ile Fransa da buna engel olmazlardı. Ama bu çözüm reddedildi. Herhalde bunun nedeni de, Nikaragua modeline uygun olarak uluslararası hukuk ve sözleşmelerin yükümlülüklerinin öngördüğü yol izlenecek olsaydı, Amerika Birleşik Devletleri’nin kendinden daha yüksek bir yetki mercii olduğunu kabul etmesi gerektiği anlamına gelmesiydi. Bu da ezici güce sahip bir devletin kabul etmeye pek yanaşacağı bir durum değildir. Bunun, diplomasi ve uluslararası ilişkiler literatüründe bir adı bile var: “inanılırlığı” tesis etmek, yani şiddete başvurulmasının alışılagelmiş resmi gerekçesi. Sırbistan’ın bombalanması bun en son örneklerinden biridir. Şüpheli faillerin müzakere sonucu transferini görüşmeyi reddetmenin dayandığı temel de herhalde buydu.

Ahlaki doğru bu tür konular için de geçerlidir. Amerika Birleşik Devletleri teröristleri iade etmeyi reddediyor, hatta suçları açık seçik kanıtlarla ortaya çıkarılmış olsa bile. Yakın zamana ait bir örnek, Haiti’deki yarı askeri kuvvetlerin başındaki Emmanuel Constant ile ilgilidir. Bu kuvvetler 1990’lı yılların başında askeri cunta rejimi sırasında binlerce insanın hunharca öldürülmesinden sorumluydu. Washington buna resmen karşı çıkmakla birlikte zımnen destekliyor, OAS’ın ilan ettiği ambargoyu alenen baltalıyor ve askeri cuntayla zengin destekçilerine petrol gönderilmesine gizlice izin veriyordu. Constant, hazır bulunmadığı bir duruşmada Haiti mahkemesi tarafından mahkum edildi; böyle bir durumda suçun tespit edilmesi bir sorun yaratmaz. Seçimle işbaşına gelen hükümet tekrar tekrar Amerika Birleşik Devletleri’nden iadesini talep ettiği ve en son 30 Eylül 2001’de, tam da Taliban’ın bin Ladin’i müzakere sonucu teslim etme inisyatifinin aşağılayıcı bir tavırla geçiştirildiği sırada, talebini yenilediği halde, Haiti’nin talebi, daha önce de olduğu gibi, görmezlikten gelindi. Herhalde bunun nedeni de, bundan birkaç yıl önce Human Rights Watch örgütünün de öne sürdüğü gibi, Amerika Birleşik Devletleri’nin terörist rejimle bağlantısı konusunda “utanç verici açıklamaların ortaya çıkmasından kaçınmak”tı. Ne var ki bundan, Haiti’nin, elinden geldiği kadar Washington’un Afganistan’da uyguladığı modeli örnek alarak, Constant’ın iadesini zorlamak için kuvvete başvurma hakkına sahip olduğu sonucunu çıkaramayız. Bunun düşüncesi bile infial uyandırmaya yeter. İşte gene ahlaki doğrunun açıkça çiğnenmesinin bir örneği var burada.

Bu tür örnekler kolaylıkla çoğaltılabilir. Soğuk savaş bahaneleri, bunu devam ettirmenin mümkün olduğu sürece adak sunarcasına öne sürüldü ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra anında yapılan bir değişiklikle yeni bahaneler aynı siyasetleri bazen daha da sert bir şekilde sürdürmek üzere kullanıldı. Ancak içerden bakıldığında farklı bir tablo çıkar ortaya ve bu aslında soruşturmayla ortaya çıkarılanlarla da genellikle tutarlılık gösterir. Şunu da belirtmeliyim: soruşturma, Amerika Birleşik Devletleri’nde alışılmamış ölçüde kolay yapılan bir iştir. Burada göreceli olarak çok açık bir toplum vardır, bildiğim kadarıyla da bu konuda tektir. İşte bu nedenle de istemediğiniz kadar çok zaman aşımına uğramış planlama kayıtları vardır --tabii burada her şeyi bulamazsınız ama kamu söylemine nadiren giren son derece tutarlı ve can alıcı önem taşıyan bazı tekrarlanan olguları saptamaya yetecek kadar da bilgi vardır bunlarda. Küba bu bakımdan çok çarpıcı bir örnek. Castro Ocak 1959’da Batista diktatörlüğünü devirdikten iki ay sonra Milli Güvenlik Kurulu onun hükümetini devirmeyi planlamaya başladı. Bunu gerçekleştirmek üzere Mart 1960’da da resmi bir karar verildi. Ancak, hem Latin Amerika’nın tepkisinden korkulduğu hem de Küba’daki hükümetin halk desteğine sahip olduğunun farkında olunduğu için Amerika Birleşik Devletleri’nin oynadığı rolün gizli tutulması kaydıyla bu yapıldı. O sırada hiçbir Rus bağlantısı ciddiye alınmıyordu. Bundan kısa bir süre sonra Kennedy yönetimi işbaşına geldi ve Latin Amerika üzerinde yoğunlaşma kararını açıkladı. Kennedy bir Latin Amerika misyonu oluşturdu ve bunun başını çeken tarihçi Arthur Schlesinger de misyonun vardığı sonuçları koltuğuna yeni oturan Başkan’a bildirdi. Schlesinger’in verdiği bilgiye göre Küba tehdidi, “kendi sorunlarına sahip çıkmak yolundaki Castro düşüncesinin yayılmasıydı”. Bu düşünce başka ülkelerde “artık insanca yaşama fırsatını talep eden yoksulları ve ayrıcalıklı olmayanları” yüreklendirebilirdi. İşte üst kademe planlamacıların “virüs” ya da “çürük elma” etkisi olarak adlandırdıkları şey budur: virüs başkalarına da bulaşabilir, çürük elma ise bir çuval elmayı berbat edebilir, bu yüzden hegemonya sisteminin erozyona uğramasına yol açılabilirdi. Bu aslında “domino teorisi”nin rasyonel bir versiyonu. Schlesinger bir soğuk savaş bağlantısını gündeme getirmekten de geri kalmadı: “Sovyetler Birliği arka planda dönenip duruyor, bol keseden kalkınma borçları dağıtıyor ve kendisini tek bir kuşak içersinde modernleşmeyi gerçekleştirecek model olarak tanıtıyor”; burada gene bir çuval elmayı berbat edebilecek çürük elma teması işleniyor.

Şimdi çok aşikar olan soruya geri dönelim: “haklı savaş” teorileri uyarınca Küba bu kırk yıldır süren teröre karşı nasıl bir tepki gösterme hakkına sahiptir?

Uluslararası terörizmi “uygarlığın meczup muhalifleri” tarafından yayılan bir veba salgını olarak kınamak iyi güzel. Hatta “şer güçlerini dünyadan sürüp atmak” taahhüdünün bile ciddiye alınması mümkün, yeter ki ahlaki doğruların gereği yerine getirilsin. Bir başka eğitici deney de bu olgunun kabul edilmesi için bir arayış içinde olmak, en temel ahlaki ölçütlerin düzeyine çıkmak için belli bir gönül rızası göstermektir. Bir kez daha şunu vurgulamalıyım: bütün bunlar sadece Amerika Birleşik Devletleri’ne ve onun gediklileri ile müttefiklerine özgü, sadece onların siyasetlerine özgü ya da bunların sınırında kalanlar hariç, sadece hakim entelektüel kültürlere özgü şeyler değildir. Bunun tarihi bir istisnası varsa ben henüz rastlamadım.

Çok yakın tarih ve yönetimlerin sürekliliği, “terörizme karşı savaş”ın yeni aşaması başlığı altında neler olabileceğini tahmin etmek için bize yeterince olanak tanıyor, tabii bu arada “büyük canavar” davranıp bunları engellemek için harekete geçmezse -nitekim geçmişte bunu yaptığı ve bazen oldukça başarılı olduğu da görülmüştür. Ama eğer canavar kendisinden talep edilen itaatla, boyun eğmeyle ve tek yanlı “yurtseverlik”le ehlileştirilirse, beklentilerin pek umut verici olduğu söylenemez.

Bir de hükümet belgelerindeki resmi beklentilere bakalım.

Amerika Birleşik Devletleri’nin istihbarat topluluğu, farklı akademik dallardan ve özel sektörden uzmanların katılımıyla önümüzdeki 15 yıl için beklentileri içeren bir raporu kısa bir süre önce yayınladı. Bu beklentilere göre “küreselleşme” yoluna devam edecek ancak “kronik finansal iniş çıkışların ve giderek büyüyen ekonomik uçurumun damgasını vuracağı evrimi sarsıntılı olacak”. Giderek büyüyen ekonomik uçurum demek, teknik olarak daha az küreselleşme ve küresel pazarda tek fiyat-tek ücrete odaklanma demektir. Ancak, doktriner açıdan tercih edilen anlamıyla daha fazla küreselleşme demektir çünkü burada özel gücün sağlayacağı fayda gözetilmektedir. Finansal iniş çıkışlar olacağı beklentisi ise daha yavaş büyüme, daha fazla kriz ve yoksul çoğunluğa daha çok zarar verilmesi anlamına gelmektedir.

Askeri planlamacılar da aynı projeksiyonları kabul ediyorlar. Bunlar, Clinton yıllarına ait belgelerde daha da yaygın silahlanma programlarının ardında yatan beklentilerin bunlar olduğunu açıkça ortaya koymuşlardır. 11 Eylül öncesinde bile Amerika Birleşik Devletleri’nin askeri harcamaları başka devletlerinkinin çok önündeydi. Terör saldırıları derhal bahane edilerek askeri harcamaların çarpıcı şekilde arttırılması için kullanıldı, tabii bu da özel ekonominin kilit sektörlerini sevince boğdu. Aslında bunların çok azının terörizmle uzaktan yakından ilişkisi vardır ve uzun zamandır en ciddi terörist tehdit olarak bilinen olguların ise hemen hiç sözü bile edilmemektedir. “Milli güvenlik” kavramını milletin güvenliği ile ilgili bir kavrammış gibi görmek ciddi bir hatadır. En belalı program da “füze savunması” kisvesi altında tanıtılan uzayın askerileştirilmesidir. Burada uzaya yerleştirilmiş saldırı silahlarını kullanma kapasitesini genişletmenin esas nedeni zenginlerle yoksullar arasında giderek açılan uçurumdur ve bunun sürmesi beklenmektedir -her ne kadar ekonomik teori tersini söylese de gerçekliğe uygun olan budur. Yoksullar, dünyanın büyük canavarı, bu süreci kesintiye uğratmaya kalkabilir ve teknik jargonda adına “istikrar” denen şeyin çıkarları gözetilerek canavarın denetim altına alınması gerekmektedir. Bu da şiddete başvurmayı gerekli kılmaktadır. Dünya düzeninin bekçisi olarak da Amerika Birleşik Devletleri’nin bu için başını çekmesi gerekmektedir.

Konvansiyonel güçlerde ve kitle imha silahlarında ezici hakimiyete sahip olmak yeterli değildir. Son sınırı da aşmak gerekir: şimdiye kadar uyulan 1967 tarihli Uzay Antlaşmasını ihlal ederek uzayın askerileştirilmesine başlamak. Amerika Birleşik Devletleri’nin bu antlaşmayı hiçe saymaya niyetli olduğunu sezen Birleşmiş Milletler Genel Kurulu bunu yeniden teyid etti. Amerika Birleşik Devletleri ise nerdeyse tam bir tecrit durumunda kaldığı halde bunu red etti. Washington da aynı gerekçeyle son bir yıldır Birleşmiş Milletler Silahsızlanma Konferansındaki müzakereleri felce uğrattı. Bütün bunlar haber olmaya layık görülmeden geçiştiriliyor, tabii bunun da sağlam gerekçeleri var. Biyolojinin daha yüksek zekaya sahip tek deneyine son  verebilecek olan planlardan yurttaşların haberdar olmasına izin vermek akıllıca bir iş olmaz.

“Askeri sanayi” teriminin de yanıltıcı olduğunu akılda tutmalıyız, burada genellikle ileri sanayiden söz edilmektedir aslında. Askeri sistem, tarih boyunca, ama özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrasında çarpıcı bir artış göstererek, maliyetlerin ve riskin toplumsallaştırılması, buna karşılık karın özelleştirilmesi için bir araç olarak kullanılmıştır. Sözümona “yeni ekonomi” de büyük ölçüde ekonomide devlet sektörünün dinamik ve  yenilikçi olan kesiminin uzantısı olarak ortaya çıkmasıdır. Biyolojik bilimler alanında kamu harcamalarının artmasının nedeni de akıllı sağcıların, ekonomi açısından en ileri sektörün biyoloji temelli olduğunu kavramış olmasıdır. Önümüzdeki yıl için bu alanda büyük bir harcama öngörülmektedir, bunun bahanesi de biyo-terörizmdir, tıpkı daha önceleri “Ruslar geliyor” bahanesiyle yeni ekonominin bedelini ödemesi için halkın kandırılmasında olduğu gibi. Bütün bunlar da çöktükten sonra, Parti Çizgisi hiç teklemeden, anında tavır değiştirip bu tehditlerin yerine Üçüncü Dünya ülkelerinin giderek artan “teknik sofistikasyonu” tehdidini geçirdi. İşte Milli Güvenlik Muafiyetlerinin uluslararası ekonomik anlaşmaların bir parçası olmasının nedeni de budur. Bunun Haiti’ye pek faydası olmuyor ama Amerika Birleşik Devletleri ekonomisinin ayakta kalmasına yarıyor çünkü yoksullar için katı bir pazar disiplini, zenginler için ise bir dadı devlete dayalı geleneksel ilkeye uyuyor.

Aynı zamanda unutmamamız gereken başka bir şey de planlamacıların ve stratejik analistlerin savundukları programların taşıdığı risklerin tamamen bilincinde olduklarıdır. “Füze savunması” başlığı altında ele alınan uzayım askerileştirilmesi unsurunun bile, potansiyel hasımların beklenen tepkileri nedeniyle ciddi riskler taşıdığının farkındadırlar. “Füze savunması”nın hem hasımları hem de savunucuları bunun esas olarak bir saldırı silahı olduğu konusunda hemfikirdirler. Hem Çin’in hem de Amerikan Rand Corporation’ın nerdeyse aynı sözleri kullanarak izah ettikleri gibi eğer bir “kalkan” varsa, bir de “mızrak” olacaktır. Ayrıca şu da anlaşılmaktadır ki füze savunması bile ezici bir uzay hakimiyetini zorunlu kılmaktadır. Bunun için, saniyede tetiklenebilecek, muhtemelen de nükleer güçle beslenen, son derece yıkıcı saldırı silahları, böyle bir sistemin işleyebilmesi için gerekli uyduları savunmak için bile olsa, kullanılacaktır. Uydular ise, füzelerden çok daha büyük ölçüde kolay hedeflerdir. Tek başına bu bile “sıradan kazalar” olarak adlandırılan, hemen her gelişkin ve karmaşık sistemde beklenmesi gereken türden beklenmedik kazaların tehlikesini hatırı sayılır ölçüde arttırmaktadır.Bilgisayar kullanan herkes bunu anlayabilir, bunlar öngörülemez şeylerdir ama mutlaka olacaktır.

Ama hakim değer sistemlerinde insanların hayatta kalması, bu programın savunucularının “hegemonya” dedikleri dünya hakimiyetinin çok gerisinde kalır. Bunun da dünya için çok iyi bir şey olduğunu söylerler. Önde gelen bir bilim adamının sözlerini aktaracak olursak bunun nedeni Amerika’nin “tarihi bir öncü” olmasıdır: “tarihin ayırd edilebilir bir yönelimi ve yazgısı vardır. Dünya ulusları içersinde bir tek Amerika Birleşik Devletleri tarihin amacını anlıyor ve bunu dile getiriyor.” Buna uygun olarak da Amerika Birleşik Devletleri’nin hegemonyası, tarihin amacının gerçekleşmesi demektir, dolayısıyla yaptıkları da herkesin iyiliği içindir. Dahası, bu yönlendirici ilke “öylesine yetki taşımaktadır ki nerdeyse her türlü meydan okumaya karşı bağışıklığı vardır”. Bu ilke, “siyasi tartışmanın hangi parametreler içinde kalacağını tanımlar”, bu ise hem sağda hem de solda sadece “paçavraya dönmüş kalıntıları” dışlayan bir yelpazedir. Daha başkaları, dünyanın acilen ihtiyaç duyduğu yeni emperyalizme doğru hızla ilerlemenin gereğini evliyaca tavırlarla açıklamaya çalışıyor ve aslında yüzyıllardır kanıksanmış bir söylemi tekrarlamaktan öteye geçmiyorlar. Bazıları da bildiğiniz aforizmayla tarihin bittiğini öne sürüyorlar. Bunun sonuçları da yabancı gelmiyor, ama muzaffer olanların tercih ettiği “yön değiştirme” doktrinini benimseyecek olursak pek de anlamı yoktur, böylece inli bir aforizmayı tekrarlayacak olursak “tarihin işi bitmiştir”.

Bütün bunlarda yeni olan hiçbir şey yok aslında. Yeni olan, bu gayet bilinçli bir şekilde tasarlanan, hakim değer sistemlerinin çerçevesine rasyonel bir şekilde oturtulan tehditlerin ulaştığı ürkütücü ölçektir.

Bir ölçüde tırmanmanın dışında, bu programlarda 11 Eylül’den bu yana somut olarak değişen bir şey yoktur. Aynı şey, dur durak demeden sürdürülen başka programlar için de geçerlidir. Buna, yanıltıcı bir şekilde “küreselleşme” olarak adlandırılan uluslararası ekonomik bütünleşmenin yatırımcı hakları versiyonu da dahildir. Bu programların temel özelliklerinden biri de kamu alanını, demokratik seçim alanını sınırlamalarıdır, böylece biçimsel demokrasilerin halkın karar verme alanına girebileceği korkusu olmaksızın işlerliği sağlanacak ve karar verme alanı da bu şekilde halka çok fazla hesap vermek zorunda olmayan merkezi güç odaklarıyla sınırlı kalacaktır.

Son birkaç yıl içersinde çok anlamlı karşı güçler gelişti, özellikle de Güney’de ve bunlar artık zengin ülkelerde de yaygınlaşmaya başladı. Dolayısıyla bunları görmezlikten gelmek giderek zorlaşıyor. Hindistan’da, Brezilya’da ve başka yerlerde kitlesel halk muhalefetinin ortaya çıkmasından yıllar sonra halk hareketlerinin izini Seattle’a kadar sürmek mümkündür. İşte Dünya Sosyal Forumu’nun Brezilya’da, Porto Alegre’de yapılmasının nedeni de budur. Bundan iki hafta önce bu forum dünyanın her yerinden, çeşitli halk kesitlerinden insanları bir araya getirdi. Bir önceki yıla kıyasla 4 misline ulaşan katılım yaklaşık 60,000 kişinin bir dizi can alıcı önem taşıyan konuda yaptıkları toplantılar, forumlar ve seminerlerle gerçekleşti. Bunlar çok vaat edici gelişmelerdir, hatta bir ihtimal ,dünyada ilk kez gerçek bir “enternasyonal”in tohumları atılıyor olabilir ve yüzyılı aşkın bir süre önce işçi hareketinin ve halk hareketlerinin hedefleri, modern oluşumlarından bu yana hayal ettikleri gibi gerçekleşebilir.

“Kainatın efendileri” projesi kayaya kazınmış bir ebedi kelam değildir ve bu efendiler iktidarı ellerinde pek de sıkı bir şekilde tutamadıklarını herkesten önce fark ederler. İnsanlığın işlerine hiçbir zaman pek akıl sır erdirilememiştir, gelişmeleri önceden görmek pek mümkün değildir. Anlayabildiğimiz çok az şey var ve çok fazla şey de iradeye ve seçime bağlı. 11 Eylül’den sonra dünyada neler olacağı konusu bir spekülasyon konusu değil, bir eylem konusudur.

Çeviri: Nur Deriş Ottoman