Cezasız cinayetler

-
Aa
+
a
a
a

6 Mart 2006Radikal Gazetesi

Salı günü Radikal'de iki haber alt alta verilmişti. Aynı iki haber bütün gazetelerde alt alta değilse de komşuydu. Radikal'deki ilk başlık: 'Ölen öldü, failler affedildi' idi. "Diyarbakır Cezaevi'nde 10 tutukluyu öldürmekle suçlanan 72 kişi hakkındaki dava 10 yıl sonra bitti. 10 görevliye hiç ceza verilmedi, beşer yıl ceza alan 62 kişi ise aftan yararlandı." Alttaki haberin başlığıysa, 'Yumurta için 13 yıl talebi' idi. "Başbakan Erdoğan'ı, Mersin'de yumurta atarak protesto eden Halkevleri üyesi eylemciler hakkında dava açıldı. Savcı, beşi tutuklu dokuz sanığın 6-13 yıl arasında hapisle cezalandırılmasını talep etti." 24 Eylül 1996'da 10 tutuklu öldürülmüş, 24'ü de yaralanmıştı. Diyarbakır'daki 3. Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki 59'uncu duruşmaya tutuksuz yargılanan, aralarında rütbeli asker ve polis amirlerinin de bulunduğu 29'u asker, 36'sı polis, biri cezaevi doktoru, ikisi cezaevi müdürü, dördü de infaz koruma memuru 72 sanıktan HİÇBİRİ katılmadı. Müdahil Sezgin Tanrıkulu, geçen 10 yılda 30'dan fazla mahkeme heyetinin değiştiğini belirtiyor, "Dava makul sürede sonuçlanmadığı için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurduk. Davanın 10 yıl sürmesi, sanıkların korunduğunun göstergesi. Hiçbir talebimiz kabul edilmedi. Sanıklara soru soramadık. Hoşgörüden faydalanarak serbest dolaşıyorlar. Adalet bekliyoruz" diyor. Biz, o ölülerin paramparça edilmiş, işkenceyle dövmelenmiş vücutlarını görmüştük. Bu iki haberi alt alta okurken ne hissettiniz? Güvende misiniz? Devletinize, güvenlik güçlerinize olan inancınız tam mı? Artık şaşırmak istiyorsunuz belki de. İşkenceci askerler, işkenceci polisler bir an evvel yakalanıp karşımıza dikilsin, hesap versin istiyorsunuz. Yoksa umurunuzda değil mi? Artık geçmişi kurcalamanın gereksiz olduğuna mı inanıyorsunuz? İşkenceyle paramparça edilmiş insanların da sütten çıkmış ak kaşık olmadığını söylüyorsunuz belki. Hani hırsızın suçu meselesi. O cezaevinde dostlarını, yakınlarını, akrabalarını zulme kaptırmışlar da bu iki haberi alt alta okudu gazetelerde. Ya da haberlerde izlediler. Ne hissettiler acaba? O dağlanmış bedenleri; yırtılmış, kesilmiş, patlatılmış, kırılmış, haliyle görmüş oldukları sevdikleri için, birlik ve beraberlik ülküsüne feda olsun mu derler? Helal olsun devletime mi derler? Kendilerini bu güzel vatan ile nasıl bir aidiyet duygusu içinde görürler acaba? Şimdi artık bunu, yalnız bunu düşünmek zorundayız. Kulp'ta toplu mezar patladığında, Şemdinli raporundan Büyükanıt'ın adı çıkarıldığında (Askeri terör mücadelesinde zayıf düşürmesin diye), katillerinin hiçbiri yakalanmayıp, yakalananlar serbest bırakıldığında, zaten davaları sürerken ortalıkta yılışa yılışa gezerlerken, Kürtler ne düşünür, ne hisseder? Kime sığınmak, çaresizlikten kafasını hangi duvara vurmak geçer insanın içinden?

Anlatmak lazım Sağ kalmak için Kelime'ye geri döneceğiz. Vahşet karşısında ses geçirmez duvarlarla ördüğümüz bu korkunç hücreden başımızı çıkarıp ölü canlar olmadığımızı, hayatta olduğumuzu, kelimeden tecrit edildiğimiz için birbirimizi işitemediğimizi fark edeceğiz. Neşe Düzel'in iki yıl önce Selim Dindar'la yaptığı söyleşinin kıyamet koparması gerekmez miydi? Kapatılmış olduğumuz hücre tam da burası. O zamanlar sormuştuk. Bu söyleşinin herhangi bir söyleşiymiş gibi kesekâğıdı olduğunu, gazete sayfasından fırlayıp bütün dünyamızı hırçın bir telaşla işgal edip dönüştüremediğini gördüğümüz yerdeyiz. Burası nasıl bir yer? Burada yaşayanlar inandıklarıyla nasıl bir bağlantı kuruyorlar? Dindar'ın anlattığı Diyarbakır Askeri Cezaevi hikâyeleri karşısında hâlâ eski gündelik alışkanlıklarını sürdürüp, analarının kardeşlerinin arkadaşlarının yüzlerine aynı ifadeyle bakabiliyorlar mı? 24 saat ayakta tutulup dayak atılan, her gün lağıma sarkıtılıp boğulmasına ramak kala çıkarılan, kış ayazında ıslak betona yatırılan, vücudunda sigara kibrit söndürülen, dişleri coplarla sökülen, oğlunun karşısında copla ırzına geçilen, kurt köpeğine tekmil verdirtilen insanların hikâyesinin üstünden atlayıp geçiveriyoruz. Kelimeler nereye yazılıyor? Hasan Cemal, "Eğer biz gazeteciler, 12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananları tam anlatsaydık, bu ülkede belki bazı şeyler değişirdi" demişti. 15 yıl sürmüş, on binlerce insanın canına mal olmuş savaşın nerede, nasıl başlatıldığını o dönem anlatabilmek zordu elbet. Her gün bok çukurlarına sokularak işkence edilen, kendilerine dağlardan başka sığınacak yer bırakılmamış insanları. Ama basının günahı, görmezden gelmekle kalmayıp gerçeklerin örtbas edilmesine bizzat gardiyanlık etmiş olmasıdır. Söyleyemedikleri karşısında boynu bükük bir suskunluk yerine azgın bir milliyetçilikle savaş körüklüğü yapmış olmasıdır. Yalanın meşrulaşmasında, dilden sürgün edilmemizde çok önemli bir rol üstlenmiş, zulmün teorisyenliğini kimselere kaptırmamıştır. Sahte saygınlığıyla karşımızda sırıtarak duruyor işte. Yüce Türk basını. Yüce Türk Adaleti'nin yanı başında.

Oradan bir hikâye Dindar'ın anlattıklarından Mehmet Salih Besen'in hikâyesini aktaracağım. "50 yaşlarındaydı. TKİ'de memurdu. Kendisini ve bizi ölü zannediyordu. 'Biz ölüyüz, şu anda kabirdeyiz' diyordu. Biz, 'Amca yok öyle bir şey, gerçek hayattayız' desek de koğuşun aslında bir mezar olduğunu öyle mantıklı savunuyordu ki ben dahil bazılarımız ölü olduğumuza inanmaya başlamıştık. Mesela cuma günleri görüşme günümüzdü. Bize soruyordu, 'Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar. Cizre'de biliyorsunuz kabir ziyaretleri cumalarıdır' diyordu. Gardiyanların da Zebani olduğunu söylüyordu. Gerçekten de koğuşun camları boyalıydı. Biz dışarıyı göremiyorduk, koklayamıyorduk, duyamıyorduk. Ona bir türlü yaşadığımızı ispat edemiyorduk. Bir gün mazgal açıldı ve Mehmet Salih Besen hazırlansın, tahliye oluyor' dendi. Ben şahadet getirdim. Dedim ki, 'Biz yaşıyoruz!..' 'Seyidim beni gönderme. Sen bana sahip çıkıyordun. Şimdi tek başıma hesap vermeye gidiyorum' diye ağladı. Siirt'te sivil bir cezaevine göndermişler. 'Eğer beni hanımımla, çocuklarımla konuşturursan ölmediğime inanırım' demiş. Cezaevi müdürü de telefon etmelerine izin vermiş. Genç, Salih amcanın evini aramış, karşısına hanımı çıkmış. Telefonu Salih amcaya vermiş. Salih amca hanımına 'Ben sağ mıyım, ölmedim mi?' diye sormuş. Ve ahize yere düşmüş. Salih amca, içerideki vahşeti görünce, oradan sağ kurtulacağına inanmadı. Sağ kurtulduğuna inandığında ise buna kalbi dayanmadı." Bu topraklarda son 20 yıldır yaşananların edebiyatımıza, sinemamıza ne kadar yansımış olduğu üstüne hiç düşündünüz mü? Topluca sürüklenip kapatıldığımız inkâr hücrelerinde, ürktüğümüz büyüklerimizin itibarına halel getirmeden, gerçekliğin kaba sırtını kurguyla tımar edebilmek mümkün mü? Barbarlığın gasp ettiği dilimizi nasıl geri alacağız? O dili, vahşi diş izlerinden nasıl temizleyip, hayatımızı farklı bir düzlemde nasıl yeniden kuracağız? Herkesin korkmadan ya da korkarak kendi hikâyesini yüksek sesle anlatması gerek. Ama bana kalırsa öncelikle kalbimizi güçlendirerek başlayalım. Ölü olmadığımızı, bunca zulümden sağ çıktığımızı öğrendiğimiz an bize ihanet etmesin diye.