Çağımızın Önemli Düşünürleri İstanbul'daydı

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: 15-16 Nisan tarihlerinde İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde, Alain Touraine'in de aralarında bulunduğu çok sayıda Avrupalı ve Latin düşünürün katıldığı, geniş çaplı bir panel vardı. Bu oturumların düzenleyicilerinden Dr. Ferda Keskin'i konuk ederek bu toplantının neler getirdiğini konuşacağız. Alain Touraine'nin, Jean Baudrillard'ın, Nilüfer Göle'nin, Edgar Morin'in vs. yer aldığı bir toplantıydı. Bu toplantı hakkında biraz bilgi verir misin?

 

Ferda Keskin: Aslında bunu biz Bilgi Üniversitesi olarak düzenlemedik, bunu düzenleyen kurum aslında, Academia de la Latinite, veya Latinite Akademisi diye Brezilya'da kurulmuş bir akademi var, bunun şu andaki başkanı eski UNESCO Başkanı Federico Major, fakat kurulmasında esas rolü oynayan Candido Mendes. Candido Mendes de Almeida Brezilyalı ünlü bir şahıs, kendi adına kurmuş olduğu bir üniversite var ve kurduğu bu akademi var. Latin dünyasını incelemek, araştırmak, Latin kültürünü anlamaya çalışmak ve bu kültürün diğer kültürlerle olan ilişkilerini geliştirmek ve dünyada kurulan veya kurulmaya çalışılan bir takım hegemonyalara hem kültürel, hem siyasi, hem tarihsel perspektiflerden bakarak karşı çıkmayı hedefleyen bir akademi. Az önce de söylediğim gibi Genel Başkan eski UNESCO Başkanı ve Genel Başkan Yardımcısı da şu anda dünyanın en önde gelen filozoflarından biri olan İtalyan Gianni Vattimo. Bir yönetim kurulu var, bu akademi ile yakın ilişki içinde olan çok sayıda düşünür var; aslında bunlar sadece Latin dünyasından değil, Amerika'dan da var, Rusya'dan, Romanya'dan, İran'dan var, dolayısıyla şu veya bu şekilde uluslararası düzeyde dünyanın gidişatına, küreselleşmeye, kültürler arası iletişime katkıda bulunmuş, bu konuda düşünen, düşünmekte olan önemli düşünce insanlarını bir araya getiren bir grup bu. Bu isimleri bir araya getirmek çok zor.

 

ÖM: Olağanüstü bir başarı sayılabilir.

 

FK: Aslında bu konferansın Türkiye'de iki ayağı vardı, ilk ayağı Bilkent Üniversitesi'nde yapıldı, daha sonra Bilgi Üniversitesi'ne geldi, ama şunu da kabul etmek lazım, gerçekten en çok ilgi toplayan, herkesi çeken, çok sayıda dinleyici ile birlikte yapılan ve çok heyecanlı geçen oturum, Alain Touraine'nin, Jean Baudrillard'ın, Nilüfer Göle'nin, Edgar Morin'in katıldığı oturumdu. Arkasından ikinci bir oturum oldu Cuma günü ve 16'sında yine sabah bir oturum oldu ve kapanış konuşmasını Federico Major yaptı. Böylece 1,5 gün süren yoğun bir tempoda AB, Türkiye, İslam, Fransa, Latin dünyası, geniş çaplı bir tartışmanın konusu haline getirilebildi.

 

ÖM: Çok ciddi bir organizasyon, doğrusu bizde ses kayıtları var ama, çok ağır bir iş onu deşifre etmek. Konuşulan konuların içeriği açısından, üslup açısından ve hakkını verebilmek çok zor bir iş, hatta Ali Bilge gibi katılan bazı arkadaşlarımız çok büyük heyecan duyduklarını söylediler, Nur Deriş Ottoman da simültane çevirmen olarak orada bulundu ve neredeyse çevirmeyi de unutacak kadar heyecan verici ve önemli konulara değinildiğini söyledi. Çok esaslı geçmiş anlaşılan.

 

FK: Benim aklım hep çevirmenlerdeydi, çünkü ilk oturum sabah 10'da başlayıp 13.00'de bitmesi öngörülen bir oturumdu, biliyorum ki simültane çeviri yapmak çok zor bir şey, çok yorucu bir iş, fakat 10.15'te başlayıp 14.30'da ancak bitirebildik ilk oturumu. Neredeyse toplam 4.5 saat sürdü, tabii bu süre boyunca Fransızca yapıldı bütün konuşmalar, hem Türkçe'ye çevirmek, hem İngilizce'ye çevirmek, daha sonra soru-cevap kısmında Türkçe ve İngilizce sorulan soruların bir kısmını Fransızca'ya geri çevirmek, 4.5 saat boyunca ciddi bir maraton. Öyle bir şey ki, bir noktadan sonra konuşmaların yapıldığı dili biliyor olsanız dahi konsantrasyonu kaybetmek mümkün.

 

ÖM: Aynı şeyi söylediler.

 

FK: Özellikle Baudrillard beklenenden çok uzun bir konuşma yaptı, bir saatin üzerinde kötülük üzerine bir konuşma yaptı, maalesef ben o konuşmanın tamamını dinleyemedim, çünkü organizasyonla çok yakından ilgili olmak zorundaydım.

ÖM: Organizatörlüğün insanın başına getirdiği bela.

 

FK: Maalesef... Baudrillard gibi, kendi terminolojisi ile, yani kendi kurmuş olduğu bir terminoloji, bir sosyal, felsefe diliyle konuşan, dolayısıyla anlaşılabilmesi için o dile de hakim olmayı gerektiren bir düşünür bu kadar uzun süre konuştuğunda zaten bir yerde kaybolmak da kolaylıkla mümkün oluyor. Neyse ki bu konuşmaların metinleri ayrıntılı bir şekilde yakında bizim elimize geçecek. Şu anda bir ön metin var, fakat bu yeterli değil, kayda alındı bunlar, Brezilya'ya gönderilecek, orada tekrar deşifre edilip basıldıktan sonra gelecek, biz de İstanbul Bilgi Üniversitesi olarak bunları Türkçe'ye çevirip bir kitap halinde yayınlayacağız.

 

ÖM: Belki ön metinlerden bir ölçüde yararlanarak bazı ses kayıtları ile Açık Radyo sitesinde de ufak bir tanıtım yapabiliriz. Bir önemli nokta kulağıma çarptı, ben de hiç izleyemedim maalesef, fakat gerek gelen ön metinde hem de biraz önce senin de söylediğin gibi bütün dünyada hegemonyalara karşı, yani kuvvet birikimine, temerküzüne karşı alternatif arayışlar açısından, ana konunun bunun etrafında dönüyor olması çok önemli geliyor. Bence dünyanın herhalde insanlığın en önemli sorunlarından bir tanesi, tek bir hegemonik gücün hakimiyeti.

 

FK: Özellikle benim katıldığım kadarıyla, herkesin öne çıkarttığı, korktuğu, önlem alınması gerektiğini düşündüğü hegemonya Amerika'nın dünya üzerinde kurmaya çalıştığı hegemonya. İlginçtir, farklı farklı konuşmacılar, farklı seanslarda bu hegemonyayı dile getirip, "AB bu hegemonyanın önünü kesmek için ne yapabilir?" sorusunu sordular. AB, Avrupa içerisinde, Latinite adını verdiğimiz, yani Latin kökenli dilleri konuşan, İspanya gibi, Fransa gibi, İtalya gibi, hatta Romanya gibi ülkelerin geliştirebileceği bir entelektüel takım ittifaklardan bahsediyorum; bunun Latin Amerika ile kurabileceği bağlar üzerinden, dünyada yeniden hegemonyasız bir dünya nasıl düşünülebilir? Bunlar bir hayli tartışıldı ve tabii bunun bir önemli içerimi daha var, o da özellikle Alain Touraine ve Edgar Morin'in konuşmalarında ön plana çıktı, Amerikan hegemonyasına karşı durabilecek bir Avrupa fikri, bir Avrupa kavramı, bir Avrupa Birliği içerisinde Türkiye'nin rolü. Dolayısıyla tabii Türkiye'ye de geliyor oldukları için hem Morin'in, hem Touraine'in konuşmalarında Türkiye'nin çok önemli bir yeri vardı. Morin'in konuşmasının başlığı "Türkiye Avrupalıdır" idi. Touraine ise evrenselci bir bireycilik ile cemaatçilik arasında bir ayrım yapıyor, şu anda evrenselci bir bireyciliği savunuyor, cemaatçiliğin bir takım radikal biçimlerine karşı çıkıyor. Bu manada tabii ki laiklik ve cumhuriyetçilik ile demokrasi kavramını da tartışıyor ama bütün bunları yaparken sadece Fransa'yı değil Türkiye'yi de tartışmak zorunda kaldı; çünkü hem Türkiye'de hem Fransa'da ön plana çıkan başörtüsü gibi bir takım ortak sorunlar var.

 

Touraine bu konu ile ilgili bir komisyonda bulunuyor Radikal gazetesinde çıkan konuşmasında da var, önce başörtüsüne karşı bir tavır almıştı, arkasından bir adım geri attı ama "bu bir adım geri değildir" dedi. Bu hegemonyanın neredeyse somut bir gerçeklik haline gelmeye başladığı bir dünyada buna alternatif olarak kurulabilecek olan AB'de Türkiye'nin rolü ne olabilir, Türkiye'nin ne gibi katkıları olabilir, tarihsel bir perspektiften bakıldığında yeniden nasıl tanımlanabilir bu coğrafya, bütün bunlar ayrıntılı olarak tartışıldı.

 

ÖM: Hegemonya kavramı sadece uluslararası ilişkiler arenasında bir şeyi ifade etmenin ötesine geçiyor, yani bir devletin, ABD gibi süper bir devletin sadece askeri üstünlüğü değil. Bunun sonucunda ortaya çıkabilecek büyük dengesizliğin aslında bazı önemli yazarların belirttiği gibi, bizatihi insanlığın, hatta canlı türlerinin büyük bir bölümünü de ortadan kaldıracak çok büyük bir riski de içerdiği ortaya çıkıyor. Çünkü uzayın da hakimiyete alınması gibi planların resmen ortaya konmasıyla, hem askeri, hem de kültürel bir egemenliğin, hegemonyanın ortaya konmasından bahsediyoruz. Bu, hakikaten insanlığı, bütün canlılar alemini nereye götürebileceği belli olmayan çok ciddi problemler getiriyor. Dolayısıyla sadece basit bir kuvvetler dengesi, bir üçgen kurulması meselesinin çok ötesinde, her birimizi birey olarak da ilgilendiren ve varolma sorununu aslında düpedüz meydana getiren bir şey. Onun için bu insanların, sadece bir Latin dünyasının değil, bütün dünya meselelerini tartışmaları boşuna değil herhalde?

 

FK: Tabii.. Amerika'dan da Susan Buck-Morss vardı konuşmacı olarak. 'Neo'lar ve 'post'larla dolmuş bir dünyada yaşıyoruz şu anda, biliyorsunuz postmodern, savaş sonrası "post war", "post cold war" (soğuk savaş sonrası) dünya, vs. ve bununla yakından ilişkili olarak teorilerde ortaya çıkan bir "neo" (yeni şuculuk, yeni buculuk, vs.) ortamı var. O da konuşmasında, senin sözünü ettiğin insanlık koşulu içerisinde, "bu hegemonyanın varmaya çalıştığı boyutlarda nasıl yeni düşünce biçimleri mümkün olabilir?" diye sorguladı. Rusya'dan katılan bir konuşmacı vardı, arkasından Fransa'dan bir konuşmacı, "Sovyetler Birliği sonrası, yani Sovyetler Birliği'nin olmadığı bir dünyada hegemonya ne manaya geliyor?" gibi bütün olasılıkları değerlendiren, kayda alan konuşmalar yaptılar.

 

ÖM: Hegemonyanın karşısında duracak kavram da var olma, yani hayatta kalabilme, aslında çok basit gibi görünen, ama dehşet verici bir denklem de. Bu hegemonya olursa belki de sonumuz geliyor da demektir çünkü.

 

FK: Dehşet verici olmasının nedeni basit olması. Bu kadar basite indirgeyebiliyorsak kaygılarımızı, bu artık Amerika'nın kültürel hegemonyası, Adorno'nun tartıştığı hegemonyadan, diyelim ki, kültür endüstrisinin dünyayı değiştirmesinden çok farklı bir şey artık burada söz konusu olan. Hollywood filmleri, hamburger, Coca Cola, vs. üzerinden giden bir hegemonya değil.

 

ÖM: Tabii, Amerika'nın, dünyanın önemli uluslararası ilişkiler uzmanı ve hukukçularından Richard Falk son yazdığı kitabında da bunun bir faşizm denemesi olduğunu, bambaşka türde bir faşizme gittiğini de oldukça inandırıcı kanıtlarla yazıyor.

 

FK: Bu arada bunun içinde din faktörü de var, yani özellikle bunu konuşmacılar, az önce sözünü ettiğimiz o büyük oturumdaki konuşmacılar da dile getirdiler. Bu hegemonyanın kurulması esnasında, bu hegemonyayı kurmak isteyenler kendi kendilerini meşrulaştırmak için din öğesini kullanıyorlar; ama aynı şekilde karşı tarafın da din öğesini kullanıyor. Tabii mono blok bir karşı taraftan bahsetmiyorum ama Bush'un yerleştirmeye çalıştığı bir kültür var artık, "iyiye karşı kötü", "hayır - şer", vs. Bir taraf kötüyü temsil ediyor, kendisi o fantezi dünyasında iyiyi temsil ediyor. Tabii ki bu iki taraf, karşılıklı olarak kendilerini iyi, karşısındakini kötü olarak tanımlıyor, ama bu tanımın içerisinde dinin de önemli bir faktör olduğunu biliyoruz. Aslında bu manada Alan Touraine'in konuşmasına bu açıdan bakmak da biraz mümkün; çünkü Touraine cemaatçiliğe, yani "comunatalizm" diye adlandırdığı, belki Türkçe'ye "cemaatçilik" olarak geçirebileceğimiz yaklaşımlara, yaşam anlayışına karşı olduğunu dile getirirken, bunun yerine evrenselci bir bireycilik, yani evrensel insan haklarının, bütün toplum sathına yayılması, ama yayılırken bir yandan da evrenselliğinin mutlaka muhafaza edilmesi, yerelselleştirilmemesi, bir cemaate özgü bir şey olarak düşünülmemesinin altını özellikle çizerken, biraz da sanıyorum kafasının arkasında bu vardı.

 

Yani bir hegemonya kurulurken, bir dinin, kendini evrenselin, iyinin temsilcisi olarak tanımlamasına ve bu şekilde o hegemonyaya sağlam bir destek sağlamaya çalışmasına, bir meşruiyet getirmeye çalışmasına, kendi içine kapalı, ötekini dışlayan, hayır diyen, evrenseli tek başına temsil ettiğini düşünen bu cemaatçi anlayışlara karşı çıkmak gerektiğini söylüyordu Touraine. Bir yandan da karşı çıkarken, katı cumhuriyetçi manada bir laikliğin de tehlikeli olduğunu, dolayısıyla, bu ikisinin hep birlikte varolduklarını, ama ikisine birden eleştirel tavır almak gerektiğini söylüyordu. Tabii çok tartışılacak konular bunlar, evrenselci bireycilik, insan haklarının evrensel olması, vs. ama böyle bir kaygısı çok açık ki var.

 

ÖM: Evrensel insan hakları kültürü de Batılı insanların tasarladığı bir şey olarak çıkmıyor ki karşımıza, çok uzun yıllar süren bir mücadeleden, tarihte herhalde nadiren egemen güç sahipleri tarafından bahşedilmiş haklardan bahsediyoruz. Her birey için sınırsız sayıda eza, cefa çekilmiş, hayat verilmiş ve onların sonucunda varılmış bir nokta olarak bakmak gerekiyor. Yani siyah-beyaz, dost-düşman, iyi-kötü  gibi kavramlarla, asıl bu kültürün de temelinde yatan kurumları da yıkmayı amaçlıyor diye de bakabiliriz. Yani bu demokrasi dediğimiz kurumların da altının boşaltılmasını içeren bir kavram bu güç, hegemonya. O yüzden son derece tehlikeli ve önemli bir nokta bu, Bilgi Üniversitesi'nde yapılan toplantının hegemonya meselesini gündemine, odak noktasına oturtuyor olması, "Türkiye Avrupalı mıdır, değil midir?" meselesinin çok ötesinde, hepimizi, her ülkeyi, her bireyi, bütün bölgeleri de ilgilendiren, çok evrensel bir mesele olması açısından tayin edici bir önem taşıyor gibi geliyor bana.

 

FK: Haklısın. Örneğin Edgar Morin, Türkiye'nin Avrupalı olduğunu iddia etmek üzere bir konuşma yaptı ama onun da sözünü ettiği, temel kaygılarından bir tanesi aslında hegemonya. Konfederatif bir gelenek olduğunu iddia ediyor Morin, başarılı olmuş bir gelenek değil bu Avrupa'da, yani büyük imparatorluklar, buna Osmanlı imparatorluğu da dahil olmak üzere çökerken federasyon, konfederasyon deneyimleri var bunların, bunlar ciddi başarı kazanmış değiller, ama AB'yi bu geleneğin bir devamı olarak görüyor, yani bir tür federasyon, bir araya getirme... Bunun içinde Türkiye'nin hem tarihsel olarak bugüne gelmesinde çok önemli bir rolü olduğunu söylüyordu, hem de kendi içinde mikro bir, -hatta makro- bir örnek olduğunu söylüyordu.

 

ÖM: Ortak noktası, az önce de vurgulamaya çalıştığımız gibi global seviyede, dünya çapında bir hegemonyanın gölgesi ve buna karşı nasıl denge oluşturulabileceğiydi. İlk oturumda Alain Touraine, Jean Baudrillard, Edgar Morin, bir de Nilüfer Göle vardı, onun da söyledikleri konusunda biraz duralım istersen?

 

FK: Aslında en çok alkış alan ve özellikle diğer konuşmacılar tarafından beğeniyle karşılanan Nilüfer Göle'nin konuşması oldu. Aslında biz bu konferansın Bilgi Üniversitesi'nde yapılmasını Nilüfer Göle'ye borçluyuz bir anlamda, çünkü Nilüfer Göle L'Ecole des hautes études en sciences sociales'de (sosyal bilimler akademisi) araştırma direktörü. Bu grupla uzun zamandır birlikte çalışıyor, dolayısıyla Türkiye'ye gelmesinde ve Bilgi Üniversitesi'nde bunun yapılmasında çok önemli bir katkısı vardı, bizi Candido Mendes'le ilişki içine sokan kendisi oldu.

 

Nilüfer Göle'nin çok önemli bir konuşması vardı, "AB'nin kimliğini tanımlamak, Türkiye'yi ötekileştirmek midir?" başlıklı bir konuşmaydı. Diğer konuşmacıların yaptığının tersi bir şeyi yaptı bir manada. Örneğin Edgar Morin "Türkiye Avrupalıdır" diyerek tarihsel bir perspektiften bir Avrupa kimliği oluşturulurken Türkiye'nin buradaki temel öneminden bahsetti. Yani hem coğrafi, hem kültürel, hem de tarihsel olarak Türkiye'nin AB'nin içinde olduğunu söyledi. Nilüfer Göle ise bugün Türkiye'de önce meydana gelen önemli siyasi değişikliklerin altını çizdi, bunları vurguladı, ardından Türkiye-AB tartışması esnasında AB'ye getirilmeye çalışılan, Türkiye'yi dışlamak, Türkiye'yi ötelemek için getirilmeye çalışılan, kimlik politikalarından bahsetti ve sonunda çok önemli bir şey söyledi. Türkiye ile AB arasındaki bu ilişkilerin tartışılmasında, Avrupa'nın yapması gereken şey bir yandan da bu süreç esnasında dönüp kendi kimliğini yeniden tanımlamak. Yani Türkiye'yi öteki olarak dışlamak yerine, eğer bu siyasi olarak gerçekleştirilecek bir bütünleşme ise burada artık Avrupa'nın önden tanımlanmış bir kimlikle gelmek yerine, Türkiye'nin de katılımıyla birlikte dönüp kendi kimliği üzerinde yeniden çalışması ve kendi kimliğini yeniden tanımlaması gerektiğinin altını çizdi; ki Avrupalıların büyük bir çoğunluğu bunu reddediyorlar, yani kimlik politikalarında böyle bir şey söz konusu değil. Hatta Edgar Morin'in konuşmasının başlığı bile bir manada "Türkiye Avrupalıdır"dı. Bir öğrenci çok güzel bir soru sordu, biraz yanlış anlaşıldı bazı dinleyiciler tarafından; "Edgar Morin bize Avrupalı olduğumuzu söyledi ama ben kendimi Avrupalı hissetmiyorum, yanımda arkadaşlarım var, onlara da sordum, onlar da öyle hissetmiyorlar, ama Edgar Morin gelip bize 'siz Avrupalısınız' diyor. Esas sorun da bu değil mi zaten? Birilerinin Avrupa kimliği şudur ve siz Avrupalı değilsiniz demesi ile Avrupa'dan gelip AB'nin kimliği şudur ve siz Avrupalısınız demesi arasındaki fark temelde nedir?"

 

ÖM: Önceden belirlenmiş bir kavram saptanmış çünkü, "Avrupalılık diye bir şey vardır, o da budur ve buna göre ya siz bunun içindesiniz ya da değilsiniz."

 

FK: Bu tabii ki bir kimlik stratejisi, o öğrencinin dile getirmediği bir şey vardı, o "Avrupalı değilim" derken, "ben başka bir kimliği sahipleniyorum, Türküm, Müslümanım, vs. dolayısıyla Avrupalı olmak istemiyorum" değil "bir kimlik istemiyorum, yani bu kadar iyi tanımlanmış ve aidiyet koşullarını benimseyeceğim ve o aidiyet koşullarının kendisi ile beraber getirdiği bütün kültürel, siyasi, ahlaki sınırlandırmalar, davranış biçimleri, kodlar, vs. ben bunları istemiyorum" diyordu aslında; bu manada tabii ki kendini Avrupalı hissetmiyor. Ama bu, bu kadar net konuşulamadığı için, söylenmediği için bir tepki de oldu, ama önemli bir noktaydı. Avrupalılara, artık "şu kimlik stratejilerinin biraz dışına çıkmak, kimlikler yoluyla tanımlanmayan bir cemaat –cemaati geniş anlamda kullanıyorum- kurmak mümkün müdür?" diye sormak, bunu hatırlatmak lazım.

 

ÖM: Bu açıdan da tabii hem öğrencinin sorusu, hem de Nilüfer Göle'nin yaptığı konuşmanın ana konusu itibari ile çok önemli bir tespitte de bulunmuş oluyoruz. Yani şöyle de diyebiliriz belki, bu hegemonya gölgesi üzerimizde dolaşırken buna karşı bağımsız bir başka 'cemaat' oluşturma çabaları varken, bu kimlik tanımlarını da bırakıp bir temel üzerinden de hareket etmemiz gerektiği gibi bir sonuca varabiliriz herhalde?

 

FK: Evet. O çok fazla tartışılmadı ama benim özellikle üzerinde durmak istediğim bir konu da cemaat, geniş anlamda. Alain Touraine'in kullandığı negatif anlamda "cemaat" değil, kendi içine kapalı, ötekine rağmen, kendi kendine, özgürlüğü, hakları hep kendi içinde düşünen, kapalı bir insan grubu anlamında değil, ama daha geniş, daha akışkan anlamda bir cemaatin kurulabilmesi için, o cemaat için bir kimlik saptamak gerekli midir? Böyle bir soru var. Bence, değil tabii ki, yani ortak çıkarlar etrafında farklı kimliklerden veya kimliksizleşmiş bir takım grupların, vs. bir araya gelerek cemaat oluşturması pekâlâ mümkün. Örneğin Amerika bu sözünü ettiğimiz hegemonyayı oluştururken, tam da katı bir kimlik kullanmıyor, özellikle Bush ve çevresini düşünürsek, Hıristiyan dininin belli bir yorumu üzerinden giden, iyi-kötü ayrımı gibi daha çok oraya ağırlık veriyor kendi kendini meşru kılmak için. Bunun dışında bir Amerikalı kimliği üzerinde çok fazla çalışılmıyor. Buna mukabil Avrupa'da hep bir Avrupalı kimliği, tarihten gelen, kültürden gelen, sanayiden gelen bir kimlik ön plana çıkarılıyor.  Rönesans, vs. hep bunları ön plana çıkartıyorlar. Mesela Edgar Morin'in konuşmasında bu çok önemliydi "Avrupa kimliği Hıristiyan dinine indirgenmeye çalışılıyor, ama aslında Hıristiyanlık Avrupa'nın tam dini değildir, Ortadoğu'da çıkmıştır, önce Roma tarafından kabul edilmiştir, dolayısıyla Doğu Akdeniz'i daha çok ilgilendirir ve Kuzeyli kavimler Avrupa'da Hıristiyanlığı en son kabul etmişlerdir. Dolayısıyla tarihsel olarak baktığımızda Avrupa kimliğini dine indirgemek mümkün değil, onun yerine başka şeyler koymak lazım, bunu bir uygarlık, bir medeniyet olarak düşünmek lazım, o medeniyetin değerlerini dikkate almak lazım" diyordu. Dediğim gibi hep bir medeniyet kültürü üzerinden gidiliyor.

 

ÖM: Burada vurgulanan noktalardan bir tanesi de Latin dünyası. Zaten bu organizasyonu yapan kuruluşun kimliği de, adı da Latin dünyası ile ilgili. Bu Latin kavramını Anglosakson, Anglo Amerikan dünyasına karşı bir bağımsız odak oluşturmak olarak mı anlayacağız? Bu hegemonyacı kültürün her yönüyle, ister buna faşizan eğilimler taşıyor diyelim, ister başka şeyler, kuvvetin odaklanması ve demokrasinin kuvvetli temellerini de oluşturan bu kurumların sökülüp atılmasına yönelik bir girişim var. Bu Latin vurgusunu, son zamanlarda Latin Amerika'da gördüğümüz çok sayıda ülkenin, Brezilya'dan başlayarak daha sol ve sosyal politikaları, yoksullukla mücadeleyi de ön plana alan ülkelerin bu hegemonyaya karşı bir tavrı olarak, sadece bir Latin kimliği ile değil de bu yönüyle mi vurgulanması gerekir diye düşünüyorum.

 

FK: Burada bir Latin kimliğinin ayrıntılarını tartışıp, bunlar üzerine çalışıp, bunlar üzerinden hegemonyaya karşı çıkmak gibi bir kaygı ben görmedim. Tabii ki sen çok haklısın, çünkü bu konferansın broşüründe, tanıtım yazısında, zaten ilk kullanılan cümle şuydu "Dünyada şu anda varolan hegemonya kurma çabalarına karşı ne yapılabilir? Latinite dünyasının da bunda ne gibi bir rolü olabilir?"

 

ÖM: Bana çok doğru geliyor bu kalkış noktası, hayati önemi var.

 

FK: Bu konferans, harekete geçirmek,mobilize etmek için, farklı moderniteleri bir araya getirmek için bir başlangıç noktasıydı. Bu konferansa katılan İranlılar da vardı, çok önemli İranlı sosyologlar vardı. Aslında başlangıçta İran Dışişleri Bakan Yardımcısı da konuşacaktı Ankara'da, ama son anda vazgeçti. Rus bir konuşmacı vardı, bir Romanyalı, bir Amerikalı vardı, çok sayıda Fransız vardı, dolayısıyla sadece Latin dünyası değil, aynı zamanda Türkler de vardı. Dolayısıyla bu sorunlar tartışılırken, tabii ki Amerika'dan katılan birisinden beklenen şey Latin dünyası üzerine konuşması değil...

 

ÖM: Zaten Susan Buck-Morss da –burada onu yakalayabildik, etraflı bir konuşma da yaptık kendisiyle- konuya hiç böyle Latin meselesi olarak bakmıyor, tamamen bu "yeni muhafazakâr" diye biraz da yanlış tanımlanan, aslında çok daha etkin bir hegemonik anlayışın getireceği tehlikelere ve bunlara karşı nasıl mücadele edebileceğimizi ortaya koyan bir söyleşi cereyan etti. Ankara ayağı konusunda fazla bir bilgimiz olmadı, galiba yüksek bir katılım da olmadığını görüyoruz?

 

FK: Sanıyorum. Bahar tatili olduğunu söylediler ama emin değilim. Ankara'da galiba çok ciddi bir katılım olmamış, bizde ise özellikle ilk oturuma çok yoğun bir ilgi vardı. İki salonda birden yaptık, bir salonda konuşmacılar, dinleyiciler ve çevirmenler vardı. Yan salonda da aynı anda, konuşmacıların konuşmaları ekranda yansıtılıp hoparlörlerden ve kulaklıklardan yayın yapıldı. Sanıyorum herhalde en az 300-400 kişinin katılımıyla yapıldı bu oturum, ki bu da ciddi bir katılım demek. Bir çok insan şikâyetçi oldu, "niye daha önce bunun ilanı yapılmadı?" diye. Onun da şöyle bir nedeni var, bu konuşmaların organizasyonunu yapan biz değildik ve beklenen önemli katılımcıların bir kısmı ciddi hastalıklar geçiren insanlar, örneğin Baudrillard 6 aydır çok ciddi bir tedavi görüyor. Morin gelmeden bir hafta evvel hastanedeydi, hastaneden çıkıp neredeyse doğrudan İstanbul'a geldi, ve hep bir belirsizlik vardı. Bu konuşmacılar katılacak mı, katılmayacak mı, tedavileri devam edecek mi, ne olacak, son ana kadar emin değildik. Bu durumda tabii açıklama yapamadık. Çünkü Baudrillard, Morin gelecek diye ilan ederseniz, sonra da insanlar işini gücünü bırakıp oraya gelip de bu insanları göremezse tabii hayal kırıklığı, hüsran olur, gerginlikler olur. Bunları engelleyebilmek için biz 1 hafta öncesinden ancak bunu duyurabildik basına, yine de ciddi ve yoğun bir basın ve izleyici ilgisi vardı.

ÖM:Radikal gazetesinde Alan Touraine'le yapılmış bir söyleşi vardı. Edgar Morin'le de programcımız Ali Bilge ayrı bir söyleşi yapma fırsatı buldu. Son derece önemli bir konu üzerinde yapılmış, son derece önemli bir toplantıdan bahsediyoruz. Belki bu çok aydınlatıcı konuşmanın kayıtlarını da Açık Radyo'nun web sitesinde yayınlayarak bunun daha etraflı duyurulmasına çalışırız, sonradan metinler geldikçe, kitap çıktıkça bunu yazılı olarak, daha etraflı olarak duyurma fırsatı bulabileceğiz.

 

FK: Bu toplantı 11.siydi Latinite Akademisi'nin düzenlediği toplantıların. Bu toplantılar devam edecek, dolayısıyla Türkiye'den katılım devam ederse, o zaman başka ülkelerde, başka kentlerde veya önemli kültür merkezlerinde olacak toplantıları da aktarmaya devam edebiliriz.

 

ÖM: Mutlaka etmeliyiz, çünkü benim görebildiğim kadarıyla bundan daha önemli bir sorun, şu anda çağdaş endüstri medeniyetini ilgilendiren bir başka sorun yok gibi görünüyor. Çok teşekkür ederiz, bizim açımızdan fevkalade yararlı bir söyleşi oldu.

FK: Ben teşekkür ederim.

 

 

(26 Nisan 2005 tarihinde Açık Radyo'da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)