Bir Kitap Bir Film: Kadının Adı Yok

Açık Dergi
-
Aa
+
a
a
a

Mehlika Mete: Merhaba, bugünkü programımızda kadınlık üzerine düşünen, üreten bir yazar var: Duygu Asena. Ülkemizde bir ilk olmuş, tabuları yıkmış ve fırtınalar koparmış bir eser: Kadının Adı Yok. Aynı adla sinemaya uyarlanan eserin yönetmenliğini Atıf Yılmaz yapmış, senaryo çalışmasında Atıf Yılmaz ve Barış Pirhasan birlikte çalışmışlar. Stüdyomuzda filmin başrolünde yer alan Hâle Soygazi var, hoşgeldiniz!

 

Hâle Soygazi: Hoşbulduk.

 

MM: Çok teşekkürler Açık Radyo adına.

 

HS: Ben teşekkür ederim, böylece hem Atıf Yılmaz’ı, hem Duygu Asena’yı sevgiyle ve özlemle anma fırsatı doğmuş oldu benim için.

 

MM: Yeri gelmişken söyleyeyim, çok yakın zamanda kaybettiğimiz Mehmet Akan da var filmin oyuncuları arasında, çok güzel bir kompozisyon çiziyor orada. Maalesef çok değerli kimseleri arka arkaya kaybettik.

 

HS: Hepsini sevgiyle analım bu vesileyle.

 

MM: 1987 kitabın yayınlanması, arkasından da film gelmiş. Siz filmden önce kitabı okudunuz herhalde?

 

HS: Tabii. Zaten bu proje Atıf Yılmaz’ın aklına geldi ve “yapmak” istiyorum dedi. Tabii kitap yeni çıkmış ve okumuş olduğu için biz de hemen okuduk ve “yapalım” dedik.

 

MM: Tabii çok sıradan bir kitap değil bu, zamana göre de hâlâ ben eski nüshayı bulamadım, baktım 60. baskı şu anda.

 

HS: Öyle mi?

 

MM: Evet. Siz kitabı okuduğunuzda mutlaka sarsıldınız herhalde, çünkü o zamana kadar konuşulmamış ve hiçbir zaman akla gelmeyecek veya dile getirilmemiş şeyler dile getirildi. O zaman filmin de yapılacağını duyunca bu rolü almadan önce nasıl bir duygu ile baktınız?

 

HS: Senaryo çalışmalarında Duygu ile de birlikte olmuştuk, hep birlikte toplantılar yapmıştık. Elbette, kadının sosyo ekonomik durumu ne olursa olsun, eğitimi ne olursa olsun, hangi yaşta olursa olsun sırf kadın olmaktan dolayı ortak sorunları olduğunu belirtmek için Kadının Adı Yok adı. Günümüzde de hâlâ böyle maalesef.

 

 

Biyografi bu, Duygu, çocukluğundan, babasıyla ilişkilerinden ve evliliklerinden, erkeklerle ilişkilerden bahsederek kadın olmanın sorunlarını ve kadın bedeninin daima başkalarının, devletin, otoritenin, erkeklerin egemenliği altında olduğunu anlatıyor hayatından örneklerle. Türkiye’de 80’li yıllarda bu çok gündeme geldi kadın hareketleri. Duygu da çok popüler bir iş yapıyordu dergicilik gibi.

 

MM: Zaten tanınıyordu.

 

HS: Bu çok zor bir şey, çünkü o popüler bir dergicilik yapıyordu, her kesimden insana hitap etmesi gerekiyordu. Onun için de, o bir popüler dil içinde, sadece kadın erkek eşitliğinden yola çıkarak, bütün tabuları sorguladı, ortaya koydu, kadının cinselliğinden başlayarak bir sürü tabuya el attı. Bu kitapta Duygu’nun bütün fikirleri, bütün hayata bakışı, kendi başından geçenlerle aktarılıyor. Kitabı okuyunca ve Atıf Yılmaz bu öneriyi yapınca bu uyarlamanın zorluğu dikkatimi çekti, çünkü biyografide neredeyse çocukluğundan, doğumundan çok ileri bir yaşa kadar, evlilikler de yapmış olduğu, olgunlaştığı döneme kadar bütün hayatı var. Tabii ki roman ve film iki ayrı dil ve transfer etmek, bir dilden öbür dile uyarlamak her zaman sorunludur. Bstseller okuyucusu olan kimse de o filmi gördüğünde kitaptan aldığı hazı alamayabilir. Başka bir şeyle karşılaşmış olabilir ki doğrusu da budur, ben bunu savunuyorum. Yani o kitap tamam edebiyat, bu da film, iki ayrı dil, aynı şey olamazlar.

MM: Genellikle Türk sinemasında edebi esere bir sadakat söz konusu oluyor. Mesela bir Hollywood dünyasındaki gibi bazı şeyleri öne çıkaralım, gişe kaygısı, vs. değil. Bunu Macit Bey’le de konuştuk ve dedik, “belki kültürümüzün gösterdiği bir saygı bu.” Yani mümkün olduğunca tam olarak uyarlama yolu seçilmiş. Fakat şimdi sizin de dediğiniz gibi, burada epey fark var, mesela bazı karakterler çıkarılmış, özellikle annesiyle ilişkisi, bir genç kızın annesiyle ilişkisi, daha sonra olgunlaştığı çağlardaki anne-kız ilişkisi, annesinin vefatından sonra hissettikleri çıkarılmış. Siz dediniz ki Duygu Hanım da bu senaryo çalışmasının içerisindeydi, yani kendi rızasıyla oldu herhalde.

 

HS: Tabii. Zaten okudu senaryoyu, ama benim fikrimi sorarsanız, ben burada iyi seçim yapılmadığını düşünüyorum. Roman filmleştirilirken çok yerinde seçimler yapılmadığını düşünüyorum.

 

MM: Bu öğe niye öne çıkmamış veya bu öğeden niye bahsedilmemiş gibi.

 

HS: Bunun şöyle bir sakıncası oluyor, çok önemli öğeleri ya da çok önemli ayrıntıları yapmaya kalksa bir yönetmen bu 4-5 saatlik film olur.

 

MM: Evet, bir de o tarafı var işin.

 

HS: Evet 1,5-2 saatlik süre içinde kitaptaki önemli ayrıntıların, vurucu olayların seçimini doğru yapmak çok zor bir şey.

 

MM: Bir kitabı okurken herkesin hayalindeki farklı ve filmi izlediğindeki bir kaç şey var ki hakikaten görmek istiyor insan. Çünkü o zaman ana karakterin özelliği, kitabın vermek istediği mesaj çok hafif kalmış gibi veya biraz değiştirilmiş gibi oluyor. Çünkü bazı ilişkilerde de değişiklik var.

 

HS: Bana sorarsanız, Kadının Adı Yok bugün yapılsa, çok sadık kalmaktan yana değilim aslında. Şöyle, çok önemli olayları, anları, ayrıntıları, eser için vurucu fikirleri alırım ve yorum yaparım, yorumlarım. Bu, biyografide çok zor bir şey, ama yine de mümkün. Çünkü bu sinema ve ben birebir bir esere sadık kalınmasını istemem bir roman filmleştirilirken. Bence yorum çok önemli, senaryonun ve yönetmenin yorumu daha ön plana çıkmalı. O orada bir kitaptır, bu da bir filmdir, o eserin tabii ki bütün ana fikirlerine sadık kalarak ama farklı, başka bir yorumla, yine onun dediğine sadık kalarak... Birebir transferden yana değilim, ben bunu pek zevkli bulmuyorum.

 

MM: Keşke imkânlar müsait olsa da mesela, 87’de bu film çevrildi, muhakkak o zamandan bu zamana herkes kendi içinde bir değişime uğradı. Mesela bu film bir daha çevrilse, belki Atıf Bey’in bakacağı başka yerler vardı, belki sizin yapacağınız yorumlar, belki çok daha farklı olacaktı. Çok hoş bir şey olabilir belki.

 

HS: Elbette yine yapılabilir ve çok farklı bir film çıkabilir. Zaten güzel budur, ileride tekrar yapılabilir çünkü bu önemli bir kitap. Bir kadının hayatını eleştirdiği, sorguladığı, şikâyet ettiği, değiştirmek istediği...

 

MM: Hiç çekinmeden.

 

HS: Duygu, zamanında eleştirilere de çok maruz kaldı, oysa ki o kadar yumuşak bir bakışla kadın haklarını savunuyordu ki, hiçbir sivri dili, hiçbir ürkütücü yanı yoktu. O zaman onun konuştukları, söyledikleri bugün her dakika herkesin dilinde rahatlıkla konuşulan şeyler, hiçbir ürkütücülüğü yok. Ama buna rağmen tabii iş çok değişti mi, konumlar çok değişti mi, roller çok değişti mi? Hayır ama hiç olmazsa dile yerleşti bazı şeyler, bunlar kazanımlar ama kadın-erkek ayrımcılığı hâlâ var tabii. Töre cinayetlerinden tutun da...

 

MM: Çok daha başka bir boyutta, şiddet içererek maalesef.

 

HS: Hem o hem de yine cinsellik, evllilik, boşanma, bunlarda yine ayrımcılık var tabii, kadın-erkek ayrımcılığı. Erkek boşanıyorsa farklı, kadın boşanıyorsa farklı değerlendiriliyor. Bekâr bir kadının sevgilisi varsa, boşanmışsa o farklı değerlendiriliyor. Yani o hâlâ var maalesef, bunlarla nasıl başa çıkılır? Çıkılabilir herhalde?

 

MM: Film çalışması yapılırken artık bir aile olunuyor bütün kadro değil mi? Hatırladığınız ve bize nakletmek istediğiniz bir şey var mı?

 

HS: Var tabii, Atıf Yılmaz senaryonun finalini bir arınma, sembolik bir arınmayla bitirmek istedi. Bu da, kadının çıplak bir figür olarak evinde daktilosunun başına oturmasıydı. Ama sadece, bir çıplaklık söz konusu değil tabii amaç olarak.

 

MM: Adeta bir heykel gibi, zaten afişin üstünde de var.

 

HS: “Ne dersin?” dedi bana, ben de tabii ki “ben sizin bunu ne kadar estetik göstereceğinizi biliyorum, ama bu gerçekten gerekiyor mu sizin için?” dedim. “Ben bunu istiyorum” dedi, o zaman “peki diyorum fakat bir şartım var, vücudu olduğu gibi gösteren ham ışık istemiyorum, loş, gölgeli falan bir sahne olabilir, ışıklara hep birlikte dikkat ederiz ve siz geçersiniz önce kameranın önünden çıplak olarak, kabul mu?” dedim. Tabii ki o heyecanla ve bu finali kabul ettim diye, “tabii Halecim, ne istersen yapacağım” dedi. O gün geldi ve Atıf bey gerçekten ter döktü o gün. Çünkü loş bir ışık olması lazım ve dışarıdan, balkondan ışıklar kurdurtuyor, fakat bizim ışıkçılarımız da, “ya bu sahne çıkmazsa” diye korkudan ışığı dayıyorlar. “Evladım yapmayın, zaten sizin istediğiniz gibi görmek istemiyorum ben bunu, yani bir figür, bir böyle gölgeli bir şey görmek istiyorum” diyor.

 

MM: Kafasındakini onlara ifade etmesi zor.

 

HS: “Tamamiyle çıplak hiçbir şey görmeyeceğiz” diyor, fakat ışıkçılar bir yerden gidip yine ışığı dayıyorlar. Atıf bey “oğlum çekin şunu, istemiyorum” diyor. Bu gerçekten bir yarım günümüzü filan aldı. Sonra “hadi buyrun Atıf Bey” dedim, ama ben de vizörden bakıyorum ama gerçekten gördüm ki mükemmel bir ışık. Tamam dedim ve o sahneyi oynadım. Böylece onun da isteği olmuş oldu, benim de isteğim olmuş oldu. Gerçekten de o kadar güzel bir resim çıktı ki, “onu afiş yapalım” dedi. “Yapın Atıf Bey” dedim çünkü ne müstehcenlik var, ne çıplaklık var.

 

MM: Çok artistik bir görünüm var orada.

 

HS: O kadar güzel bir görüntüdür ki ve Türk sinemasında azdır böyle görüntüler. Çünkü bizde çıplaklık, sevişme sahneleri çok başarılı olmuyor, o atmosferi yaratamayız nedense.

 

MM: Bu konuda tecrübe kazanmak için bir çalışma da yapılmamıştır.

 

HS: Biraz estetik sorunlardan, ışığın çok iyi ayarlanması, vs. o ilktir bence Türk sinemasında, hiç müstehcen olmayan, gerçekten klasik sanattan bu yana çıplaklığın bir sanat eserinde anlamı neyse onu yansıtan bir şey oldu. Çok hoşuma gitmişti.

 

MM: Hakikaten ben onu söyleyecektim, “o afişi ve son sahneyi beğendiniz mi?” diye, evet açıklamasını almış olduk. Sonunda siz de baktınız kitabın sonuna, tabii bambaşka bir ilişki var, o ilişkiden farklı bir yöne gidiyor ve öyle bitiyor. Yani bitmemiş gibi bir şey, zaten arkasından Aşkın da Adı Yok geliyor kitap olarak. Ama filmde biraz da militanca bir şey var, ben savaşacağım ve bir sembol olacağım diye baş oyuncu bir mesajı açıkça dile getiriyor.

 

HS: Bu kitapta da var tabii.

 

MM: Muhakkak var ama son olarak, filmin sonunda var, kitapta çok yerde var.

 

HS: Bir final çok önemlidir, onun için de kitaptaki gibi bir final olamazdı. Orada farklı bir şey olması gerekiyordu.

 

MM: Gayet güzel, hem sözel hem de görüntü olarak tatmin edici.

 

HS: Bence bir çok şey öyle olabilirdi filmde aslında, yani öyle yorumlanabilirdi, finaldeki değişiklik gibi. Belki o zaman benim daha çok seveceğim bir film olabilirdi. Çünkü biz bu filmi seyrettikten sonra Atıf Bey’le konuştuk tabii. Bir kere senaryo çalışması şöyle oldu, hep birlikte toparlandık ve vakit çok dardı, yani karar verilmesi ile yapım aşamasına gelene kadar, maalesef piyasanın koşullarından dolayı. Atıf Bey de çok meraklı bir insandı, yani kendisi çok bilmediği bir konuyu anlatacaktı, kadınları çok iyi anlar diyemem Atıf Yılmaz için. Yani Atıf Yılmaz kadınları anlamak istiyordu bence.

 

MM: “Bu filmlerle hem eserler ortaya çıkarayım, hem de onları anlayayım.”

 

HS: Kesinlikle, böyle lafları en iyi yazan yazar, en iyi anlayan çeker diye bir şey yok, Atıf Bey’in kendi merakıdır bu. Kadınlarla arkadaşlık etmeyi çok seven bir insandır; yani bu kadınlar nasıl yaratıklardır, hayranlıkla kadınlarla konuşurdu, sohbetler ederdi ve derdi ki “Türkiye’yi anlatmak kadınlarla mümkün, çünkü bir erkekle ne anlatayım, kadınlar daha değişik, daha direngen ve daha ezilmiş, ezilmenin getirdiği bir mücadele ruhu var. Yani kadınlar çok ilginç ve Türkiye onlarla anlatılabilir, kadınlar daha ilginç ve daha zengin malzeme” derdi ve onun için de kadınları çok merak ederdi. Bence bu filmler, Atıf Yılmaz’ın yaptığı bütün kadın filmleri bu merakından, kadınları anlama çabasından ortaya çıktı. Rahmetli, ölene kadar da anlayabilmiş olduğunu düşünmüyorum. Arada bir böyle konuşmalarımız olurdu onunla.

 

MM: Böyle verimli şeyler ortaya çıkartacak merakı ileri götürebilme fırsatı ve birikimi elde etmek, böyle bir yaşam.

 

HS: Zaten bir sanatçı için en büyük hazinedir merak duygusu, o olmadan niye yapılsın ki zaten, niye yazılsın? İnsan önce kendi için yazar,  kendi için film yapar; bence Atıf Yılmaz da kendi için yapıyordu bu filmleri, yani hayatın bir alanını, karşı cinsi daha iyi tanımak, anlamlandırmak ve kendisini de zenginleştirmek için. Bu çok güzel bir şey.

 

MM: Büyük bir şans da tabii, herkesin böyle bir yola girmesi söz konusu değil, kendisi için büyük bir şans.

 

HS: Tabii. Zaten kendisinin filmografisine dikkat edersiniz, O “Ah Belinda”l, ‘Adı Vasfiye”, “Mine” vs. bir sürü filmi var. Hep kadın üzerinden, ne anlatırsa onların üzerinden, aşk, tutku, sevgi, sosyal durum, vs. hep kadınlarla anlatmıştır ve çok önemli ve güzel filmleri vardır. Allah rahmet eylesin.

 

MM: Türk sinemasında ayrı bir yeri var bu açıdan.

 

HS: Keşke Atıf Bey yaşasaydı, daha da böyle kadın filmleri yapsaydı. Şimdi başka yönetmenlerin böyle...

 

MM: Onlardan beklemek ya da ümit etmek durumundayız. Çünkü bir anne olarak, bir ailenin direği olarak veya toplumdaki farklı konumlarda bambaşka yeri varı kadının. “Hâlâ adı yok” demeyelim değil mi?

 

HS: Demeyelim de, valla gazete haberlerine baktığımda “yok” diyorum. Temennimiz, dileğimiz başka ama maalesef hâlâ neler var, nelerle uğraşılıyor, namus adı altında cinayetler, ayrımcılık devam ediyor, ama tabii ki ülke geliştikçe, demokrasi yerleştikçe kadınların durumu da düzelir diye umuyoruz, ama tabii kadınlar bunu beklemeden her zaman çözüm aramalı, iyileştirmeye çalışmalı durumları.

 

MM: Çok teşekkür ederiz programımıza katıldığınız için. 

 

HS: Ben teşekkür ederim.

 

(6 Eylül 2006 tarihinde Açık Radyo’da Açık Dergi programında yayınlanmıştır.)