Bir Açmazın Eşiğinde

-
Aa
+
a
a
a

Bir Açmazın Eşiğinde

 

Bir açmazın eşiğinde insanlığın ahvalini yeniden düşünmek: Güvenlik siyaseti mi demokratik siyaset mi? Nasıl bir toplum ve dünya düzeni tesis edilmeli?

 

 

 

Ülkemizde ve dünyada istikrarlı bir ivme kazanan terör eylemleri ve onunla mücadele biçimleri, insanlığı ‘nasıl bir toplum ve dünya düzeni tesis edilmeli?’ gibi temel bir soruyla baş başa bırakmak üzeredir. Bu, en azından ahlaki, siyasi ve ekonomik düzlemlerde yoğun tartışmaları tetikleyen ve bireylerin, siyasi grupların dünya görüşleri ve gelecek tahayyüllerine göre değişen yanıtlar verdikleri bir sorudur. Bir yandan doğrudan insan hayatına kasteden, kişilerin bedensel ve ruhsal bütünlüklerini alaşağı etmeye soyunan ve rastlantısallığın ondan korunmayı iyice güçleştirdiği terörizm, öte yandan da güvenliği bu geç modern zamanlarda bir tapınma nesnesine dönüştüren, hayatlarımızın amacı haline getiren ve tıpkı terör gibi toplumları sürekli bir korku, endişe geriliminde tutmaktan beslenen güvenlik siyaseti. İnsanlık henüz tam anlamıyla böyle bir ikilem içinde değil; ancak siyasi projelerinin, gelecek tahayyüllerinin bizleri bu ikileme sıkıştırmak olduğunu bildiğimiz güçler var ve onlar ‘nasıl bir toplum ve dünya düzeni tesis edilmeli?’ sorusuna verdikleri kesin, kararlı yanıtla şiddet karşıtlarını ve adilane bir hayat isteyenleri apaçık bir mücadeleye çağırıyorlar.

 

20. yüzyılın son çeyreğinde tarihin, ideolojilerin, büyük anlatıların, toplumsal ve hatta siyasal olanın sonunun geldiğini vaaz eden birçok ‘peygamberle’ karşılaştık. Bu ‘büyük anlatıcılar taifesi’, kapitalizmin ve onun liberal demokrasisinin artık evrensel geçerlilik mertebesine eriştiğini savlayan neo-liberallerden, gerçeklik/hiper-gerçeklik oyunları içinde her yere sızan iktidarın söylenebilecek her şeyi ve tüm muhalif olma hallerini de içeren diliyle tüm gerçekliği kuşattığını, dolayısıyla yapılabilecek hiçbir şeyin kalmadığını vaaz eden radikal postmodernlere kadar çeşitlilik gösteren bir zümreyi kapsıyordu. Oysa terörün dayattığı ölümcül şiddetle onunla mücadeleyi ve sınırsız piyasa ekonomisini kainatın biricik monologu kılmak isteyenlerin dayattığı ölümcül şiddet arasında sıkışıp kalmak istemeyenler için yapılacak çok şey var. Fundamentalizm, ister tüm dünyevi meseleleri değişmez, sorgulanmaz dini ölçütler ve yaşam biçimiyle çözmeye soyunanlardan isterse engellenmemiş piyasa ekonomisinin tüm dertlere deva olduğunu tartışmaksızın savunanlardan ve güvenlik ideologlarından gelsin Johan Galtung’un deyimiyle ‘insanlığa yapısal bir şiddet dayatır’[i]. Bireylerin ve toplumların kendilerini her an güvensiz hissetmelerini kendi güvenlikleri için  önkoşul sayanların dayattığı şiddet karşısında yerel, ulusal, küresel ölçekte yeni siyaset kanalları açılmalı; teröristlerin  ve güvenlik ideologlarının dayattığı toplum ve dünya düzeni boşa çıkarılmalıdır.

 

Yaralar bu kadar taze, acılar bu kadar büyükken Londra’da, İstanbul’da, Madrid’de yahut Güneydoğu’da sırf intihar bombacısıyla ya da uzaktan kumandalı bir bombayla aynı mekânda, trende, otobüste oldukları için bugün artık aramızda olmayanların yakınlarına ve onlarla bu kayıpların doğurduğu acıyı, öfkeyi paylaşan toplumlara bunları anlatmak kolay olmayabilir. Ancak hayatımızı güvenlik endüstrisinin ve ideolojisinin hizmetine sürmek suretiyle var olan yapısal eşitsizlik ve sömürü mekanizmalarının üstünü örtenler, bizleri güvenlik ve özgürlük arasında bir seçime zorlayarak iktidarlarını pekiştirmek isteyenler, tam da bu ölüm acısının ve korkusunun, düşünceye ket vuran yoğunluğundan/aciliyetinden güç alıyorlar. Düşünceye ket vurmaksa geleceğimizi teröristlerin, güvenlik teknokratlarının, çokuluslu silah tüccarlarının ve serbest piyasa köktencilerinin insafına teslim etmek, özgürlük, adalet ve şiddetten arınmış bir dünya taleplerini siyasi gündemden geri dönülmez biçimde çıkarmak anlamına gelmektedir.

 

Tüm bir akademik ömrünü barış araştırmalarına adayarak devlet ve askeri odaklı güvenlik yaklaşımı ve güç maksimizasyonu talebiyle biçimlenen geleneksel uluslararası siyaset anlayışına köklü eleştiriler getiren Johan Galtung, doğrudan ve yapısal şiddet arasında bir ayrım olduğunu varsayar. Buna göre doğrudan (dolaysız) şiddet, A bireyinin ya da devletinin B bireyine ya da devletine zarar vermek ve/veya yok etme niyetiyle doğrudan fiziksel saldırısıyla ortaya çıkar. Terörist eylemler, devletlerin başka devletlere yahut çoğu kez ‘üçüncü dünyada’ görüldüğü gibi kendi vatandaşlarına yönelik silahlı saldırıları doğrudan şiddet uygulamalarındandır. Yapısal şiddetse bilinçli ve kasıtlı uygulanan politikalarla dünya üzerinde bazı toplumların yahut bazı kesimlerin açlığa, yoksulluğa, güçsüzlüğe ve sonuçta kendilerini savunamazlığa, ölüme terk edilmeleridir. Bu politikalar, eşitsiz ve baskılayıcı iktidar ilişkileriyle sürdürülür ve onun kurbanları olan toplumların, bireylerin hayat standartlarını ve sürelerini önemli ölçüde düşürür. Örneğin Batılı büyük ilaç tröstlerinin çıkarlarının korunması uğruna Afrika’da, Uzak Asya’da milyonlarca insan AIDS ve benzeri hastalıklardan ölmeye devam ediyorsa (üstelik bu ölümler kaçınılmaz değilken), insanlığın büyük bir bölümü günde bir doların altında bir gelirle yaşamaya mahkum ediliyorsa, örneğin Nijer’de her 4 çocuktan biri 5 yaşına gelmeden ölüyorsa[ii] bu, yapısal bir şidettir; barış, güvenlik kalıcı bir şekilde gelecekse bu şiddetle mücadele etmek gerekir. Genellikle dolaysız şiddet, kesin, ani ve dramatikken yapısal şiddet, statik ve örtülü olup daha kesintisiz bir süreklilik arz eder. Galtung’un da vurguladığı üzere doğrudan şiddetin mesela terörizmin yok edilmesiyle ancak ‘negatif barışa’ ulaşılabilir ve ‘negatif barış’, kalıcı güvenliğin ve barışın tesisi için yeterli değildir. Burada önemli ve zor olan, iktidar ve bölüşüm ilişkilerini toplumsal adaleti geri getirecek şekilde yeniden düzenleyerek yapısal şiddetin yok edilmesi yoluyla ‘pozitif barışın’ inşasıdır. Doğrudan ama özellikle de yapısal şiddetin bireylerin ruhsal bütünlüklerini, toplumların kimlik ve gelecek tahayyüllerini biçimlendirmeyi amaçlayan dezenformasyon, beyin yıkama, korku ve güvenliksizlik hissini yayma ve psikolojik harekat gibi strratejileri vardır. Hem teröristlerin hem de güvenlik ideologlarının sıkça bel bağladıkları bu stratejilerin deşifre edilerek dünya görüşümüzü, ahlaki ve siyasi duruşumuzu belirlemelerine izin vermemek, şiddet karşıtı mücadelenin gereğidir.

 

Örneğin güvenlikleştirme (securitization)[iii], güvenlik ideologlarının, kendilerine tanınan olanaklarla yetinmek istemeyen devlet adamlarının, siyasetçilerin yaygın olarak başvurdukları söylemsel bir stratejidir. Özünde siyasi olan meselelerin güvenlik alanına kaydırılarak kitlelere olağandışı önlemlerin alınmasını gerektiren yaşamsal tehditler olarak sunulmasıdır. Söz konusu olan, devletin egemenliğine yahut topluma yönelmiş acil ve yakın bir tehdit olduğundan (terörizm ya da bir başka devletin saldırısı gibi) onunla mücadele olağan koşullarda meşru sayılmayacak önlemler gerektirir. O zaman güvenlikleştiriciler örneğin devlet seçkinleri, nasıl bir tehditle karşı karşıya oldukları ve ne tür önlemler alınacağı konusunda kendilerini sınırlayabilecek ahlaki, siyasi meşruiyet ölçütlerini görmezden gelirler ve bunun toplumca da kabullenilmesini beklerler. Ölümcül ve yakın bir tehditle uğraşıldığına göre siyasetin meşruiyet sınırları da ona göre belirlenmeli, özgürlük ve adalet talepleri beliren derhal ve sürekli güvenlik ihtiyacı karşısında ertelenebilmelidir. İşlerinin ehillerince yürütülen güvenlik ve güvenlikleştirme politikalarının siyasal/kamusal tartışmalar yoluyla yıpratılmasına izin verilmemelidir. Böylelikle güvenlik ideologları, yeni yasalar, yeni yasaklar talep eder, ödünsüz denetim için yeni prosedürler ve gözetleme mekanizmaları yürürlüğe geçirirler. Güvenlikleştirmenin başarısı bir yandan hayatımıza, yaşama biçimimize kasteden tehdidin daim olduğu duygusunun diri tutulmasına öte yandan da bu süreklilik arz eden tehditle demokratik yollardan mücadele edilemeyeceği fikrinin geniş kabul görmesine bağlıdır.

 

Siyasetin alanını daraltmayı, toplumun söz söylemesinin önünü kesmeyi amaçlayan güvenlikleştirmenin sadece ve sadece güvenlik ideologlarının, güvenlik ve silah endüstrisinin ve eşitsizliklerden, sömürüden kaynaklanan yapısal şiddeti örtülü hale getirdiği için piyasa köktencilerinin işine yaradığı açıktır. Teröristlerin, güvenlik teknokratlarının ve sınırsız piyasa fetişistlerinin bizleri içine çektikleri şiddet sarmalına (doğrudan ve yapısal) verilecek yanıt, yeniden ve daha fazla siyasettir. Kalıcı barış, gerçekten güvenlik her türlü şiddetten arınmış adil bir dünya ve toplum düzeniyle mümkün olabilir. Bu da olağanüstü olduğu iddia edilen koşullarda ince bir çizgi üzerinden yürütülecek uzun ve zahmetli bir siyasi mücadeleyi gerektirir.    

[i]Johan Galtung, ‘Peace, Violence and Peace Research’, Journal of Peace Research, 6 (3) 1969, s. 167-191.

[ii]Radikal, 1 Ağustos 2005, Pazartesi.

[iii]Barry Buzan, Ole Wæver ve J. de Wilde, Security A New Framework For Analysis, (Boulder, Colorado: Lynne Rienner Publishers, 1998).