Benzeti Mekânlarına Son Bir Örnek: Fransız Sokağı

-
Aa
+
a
a
a

Modern sonrası dünyanın "tüketim nesnesi" olarak biçimlendirdiği mekânların benzer bir oluşum modeli var: Önce "satacak" bir program belirleniyor, sonra sınırları belirlenmiş bir "yer" seçiliyor, daha sonra da biçimlendirmeye esas oluşturacak "ana kavram" saptanıyor. Programlar alabildiğine çeşitli: Kapalı yerleşme, alışveriş merkezi, tatil köyü, otel, eğlence merkezi...vb. Yer seçimi sürecin ikinci adımı. Ait olduğu bağlamdan (yani "yer"in kendisinden) koparmak üzere sınırlandırılabilir olması yer seçimindeki ölçütlerden biri. Bu sınırlandırma ise kendisini "güvenlik" üzerinden tanımlıyor: Güvenlik duvarları, güvenlik kapıları yalıtılmış mekânın sınırlarını belirliyor. Son nokta ise "ana kavram"ın belirlenmesi: Burada ne programdan yola çıkılıyor, ne de -zaten yadsımak üzere kopulmuş olan- "yer"in kendisinden. Ana kavram dışarıdan taşınıyor, hem programla, hem de yerle ilişkisi zorunsuzluk taşıyor ve bir "benzeti" mekânına olanak tanıması hedefleniyor; bu kavrama da "tema" deniyor: "deniz temalı" alışveriş merkezi, "zen temalı" yerleşme, "saray temalı" oteller...vb. Ana kavramın konumlanılan "yer"le herhangi bir kimlikleyici ilişki taşımaması özellikle amaçlanıyor. Böylece oluşturulan yeni mekânın, kendisine özel bir kimlik inşa etmesi mümkün oluyor. Kuşkusuz, yeni ürünün satışı için gerekli pazarlama iletişiminin temel argümanı da bu "ana kavram"la ve inşa edilen "özel kimlik"le belirleniyor.

 

Bu "benzeti" mekânlarının artık sıradanlaşan örnekleri arasında yer alan oteller ve tatil köyleri tüm Akdeniz kıyısını kaplarken, çok daha çarpıcı bir örnek, hemen yanı başımızda beliriverdi: Fransız Sokağı. Örneği çarpıcı kılan, zaman içinde değişime uğramış, ama hep kendisi kalmış bir Beyoğlu sokağının, yukarıda özetlemeye çalıştığım modelin uygulanmasıyla dönüşüme uğraması.

 

Gelin, şu öyküye biraz yakından bakalım: Bir yatırımcı, kafelerden, lokantalardan oluşacak bir kompleksi hayata geçirmek için yola çıkar ve kendisine "yer" olarak, hedef kitlesiyle buluşabileceği bir noktayı, Beyoğlu'nun bir sokağını seçer. İlk bakışta -Beyoğlu'nun son yıllarda geçirdiği değişim düşünülerek-, programın "yer"in kendisiyle ilişki içinde olduğu, bu yüzden sözünü ettiğimiz modelin bu örneğe uymadığı söylenebilir. Ne var ki süreç daha iyi gözlendiğinde, yatırımcının bu sokağı "kendisi" olduğu için değil, sadece hedef kitlesine ulaşabileceği bir yer olduğu için seçtiği görülecektir. Başka bir deyişle yatırımcının Beyoğlu'nu seçmesi, bir tatil köyü için deniz kıyısını seçmekten farksızdır. Bağlamla ilişki orada başlar ve orada biter.

 

Seçilen sokağın asıl adı Cezayir Sokağı'dır. Beyoğlu'nun 19.yüzyılda biçimlenmiş mimarisini yansıtan, 20.yüzyılın son yarısında ise bölgenin çöküşünden payını almış bir sokaktır bu. Yatırımcı projesini hayata geçirmek için önce ana kavramı belirlemeye koyulur. Hiç kuşkusuz bu ana kavram, ne Beyoğlu ile ilişki içinde olacaktır, ne de sokağın kendisiyle. Sonuçta yatırımcı, Beyoğlu'nun bu sokağını bir "Fransız" sokağına dönüştürmeye karar verir. Başka bir deyişle sokak "yer"le kurulu tüm ilişkisini koparacak bir kavramla yeniden tanımlanır, adlandırılır. Her ne kadar Cezayir/Fransa ilişkisi, bir parça yakın tarih bilgisine sahip olanları irkiltecek olsa da, yatırımcıyı kaygılandırmaktan uzaktır. Bir "benzeti mekânı" kurmak için ana kavram hazırdır artık. Burada Beyoğlu'nun sokak mimarisinden bir Fransız sokağı yaratılıp yaratılamayacağı önem taşımaz; çünkü amaçlanan Fransız sokağının kendisini değil benzetilmişini var etmektir. Duvarlara yapıştırılacak dev Toulouse-Lautrec afişleri (hiçbir Fransız sokağında bu afişlere rastlanmasa da), kafelere verilecek Fransızca adlar (Fransızca imla yanlışlarıyla dolu olsa da), sokağın Türkiyeli müşterisi için Cezayir Sokağı'nı "Fransız Sokağı" kılmaya yetecektir. Bina cephelerine yapılan beceriksiz boya makyajı ise hem yeni sokağı çevreden ayırma, ait olduğu bağlamdan soyutlama işlevini görür,  hem de sokağa bir "kapalı kompleks" kimliği kazandırır.

 

Ancak sokağın görsel farklılaşmayla kapalı bir kompleks kimliği kazanması yeterli değildir. Burada da güvenlik kapıları, güvenlik görevlileri devreye girer ve sokak, sınırları tanımlanarak Beyoğlu'ndan tümüyle koparılır. Ayrıca yapılan müdahale, kamusal bir alanın özel bir alana dönüştürüldüğünü göstermektedir. Ama zaten Cezayir Sokağı, içinden geçilen, bir yerden bir yere ulaşmak için katedilen bir "sokak" değildir artık. Kentin kamusal mekânının bir parçası, kafelere tahsis edilmiş yarı özel bir açık mekâna dönüşmüştür.

 

Kısacası, "Fransız Sokağı", kentin yerle kimlikleyici ilişkisi en fazla olan tarihsel bölgelerinden birinde, bir "yok-yer"in (yer-olmayan'ın, non-lieu'nün) yaratılış öyküsünü anlatıyor. Ve tüm yok-yer mekânlarının günümüzün dünyasında iyi iş yaptığını da biliyoruz. Bu da kaçınılmaz devamının geleceğini gösteriyor: İtalyan Sokağı, İspanyol Sokağı, Alman Sokağı... Geriye birkaç Beyoğlu sokağı kalır mı dersiniz?