15-16 Haziran olayları

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Yayıncı ve eski sendikacı, hatta liderlerinden, yöneticilerinden Mehmet Atay, kendisi ile 15-16 Haziran diye bilinen Türkiye işçi sınıfı tarihinin en önemli olaylarından biri, belki de birincisi olan olayın 33. yıldönümünde konuşacağız. Doğrudan doğruya size bırakalım çünkü bütünüyle içindeydiniz.

 

Mehmet Atay: Tabii o bizim işçilik dönemimizin de başlangıcıdır, 60’lı yıllar hem öğrenci hem işçi olduğumuz dönemdi. Ben öncelikle teşekkür etmek istiyorum, ‘Açık Radyo’ adıyla mütenasip olarak her sese açık olduğunu bir kez daha gösterdi, bizim toplumumuzun belleği çok nisyan ile malüldür, o anlamda da bunun hatırlatılmasının öneminin “bir zamanlar işçiler ne ayaklanmıştı, ne yapmıştı”yla ilgili değil benim anlatmak istediğim, oradaki bütün olaylara neden olan arkadaki unsurları, siyasal iktidarların oyunlarını ve onun demokratik özünü bir sınıfın ilk kez, belki dünya tarihinde de çok önemli bir işçi hareketi, çünkü bütün İstanbul, Adapazarı, Kocaeli’ndeki işçilerin, DİSK ve Türk-İş ayırımı olmaksızın, yani Türk-İş’in işçilerinin de sahip çıktığı bir hareket olarak çıktı, bu bakımdan da çok önemlidir.

Bir tek olayın dışında inanılmaz derecede keyifli, neşeli yürüyüşlerin olduğu, kimsenin kimseyle bir gerilim bile yaşamadığı, bir tek Yoğurtçu parkındaki olaylar hariç... Buradan aslında 16 Haziran’a nasıl gelindi demek lazım. Türkiye bu bakımdan zaten her zaman yasakların, engellemelerin, “yok kanun, yok kanun” ülkesi olma noktasına gelir, eğer kanun yoksa ve insanlar bir hakkı kullanmaya kalkıyorlarsa. Biliyorsunuz 1936’da sınıf esasına göre bir dernek kurulamaz diye bir yasa maddesi getirildi, niye getirildiği belli değil, 36’da sınıf esasına göre ne yapılabiliri düşündüğünüz zaman. O zamanlar okumuştum, Recep Peker’in ünlü bir lafı var, birileri diyor herhalde, “Ya bu kanunu niye getirdiğiniz, sınıf esasına göre ne yapılıyor ki?” Onun mantığını anlatmak için Recep Peker, ki önemli simgelerinden birisidir bunların, “Bu kanun gerekli olduğu için değil, bir gün gerekli olacağını düşünerek çıkartıyoruz” diyor.

 

ÖM: Uzak görüşlü.

 

MA: Evet. Bildiğimiz II. Dünya Savaşı, ikinci cephenin yenilme olayı, vs. 1946’da sınıf esasına göre dernek kurulamaz maddesindeki “sınıf” lafı kaldırılıyor; derneklerin kurulabilmesi olanaklaşınca, birdenbire –o zaman yine onların, milli şef deyişiyle- pıtrak gibi sendikalar kurulmaya başladı deniyor. Ona da 6 ay tahammül ediyorlar, 6 Aralık 1946’da bir sıkıyönetim ilan ediyorlar, gene kapatıyorlar. Bu toplumun belli birikimlerini hemen, su yüzüne çıkınca bastırma olayı ile ilgili bir boyut. İşte 16 Haziran’a böyle bir süreçle geliniyor, 50’li yıllar bildiğiniz gibi Demokrat Parti dönemi, Demokrat Parti grev hakkı, vs. savunarak geldiğinde çok daha fazla, milli şef dönemini daha da aratacak şekilde inanılmaz bir anti-komünizm, soğuk savaş döneminin getirdikleriyle beraber daha baskıcı bir ortam çıktı ve geldik 27 Mayıs’a. Sürekli baskı yapıldıkça hep bir yerlere geliyoruz böyle. 27 Mayıs’ın bence en önemli kazanımı, gerçekten 61 Anayasası’dır ve Türkiye’de çok şeyin başlangıcı olmuştur bir anlamda, değiştirme anlamında; diğer tarafların tartışmaları ayrı konu.

 

DİSK’ın doğuşu

 

ÖM: Başka da bir kazanımı olup olmadığı çok tartışılabilir tabii.

 

MA: 61 Anayasası’ndaki önemli maddelerden birisi: 46. maddede önceden kuruma haber vermeksizin sendika kurmak hakkını tanıyordu işçilere, 47. maddesi ise toplu iş sözleşmesi ve grev hakkı tanıyordu. “İşverenlerin hakkı kanunla düzenlenir” diyordu, yani lokavt aslında anayasada bile yoktur. Buradan da birdenbire, anayasa var ama bu sefer de kanunlarla çelişiyor, çünkü hepsi baskı döneminde çıkarılmış yasalar, bu yasanın karşısında da daha modern, daha ileri yapıda bir anayasa var ve bu çelişkiler toplumu bir anlamda gererken bir taraftan da bir dinamizmin gelişmesine de yol açıyor. Bu kez anayasal meşruiyet hakkına dayanarak işçilerin, emekçilerin, yoksulların da hareket etmeye başladığını görüyoruz. Yasa bunlara elvermiyor ama ortada anayasa var.

 

ÖM: Hâlâ da tartışıyoruz.

 

MA: Evet, hâlâ da tartışılan bir konu. 1963 senesinde Bülent Ecevit, o zaman Çalışma Bakanı. 31 Aralık 1961’de ilk büyük işçi gösterisini görüyoruz Saraçhane’de, anayasaya dayanarak sendikalar yasası ve toplu sözleşmesi yasası çıkartılmasını istiyorlar. İki yıl boyunca da değişik, münferit direnişler var bu konuya ilişkin, İstinye’deki kablo fabrikası Kavel direnişi de, bunun üzerine de resmen grev başlatıyor işçiler. Daha yasa da yok ortada hâlâ, bu işin ivmesini arttırıyor. 1963’ün Haziran ve Temmuz aylarında 274-275 sayılı dediğimiz sendikalar, o sözleşmeler çıkıyor. 1965’e geliyoruz, o sırada Türkiye İşçi Partisi kurulmuştu, 12 sendikacı bunu yapıyor ama Türk-İş’in yönetimi karşı çıkıyor, bu sendikacılar Türk-İş’in içindeki muhalif sendikalar haline geliyor, bir iki tanesi sonra da muvaffak oluyor, muhalefeti bırakıyor gerçi. Sonra Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Sadun Aren gibi eski öğretim üyelerinin, üniversiteden atılanların, Çetin Altan gibi çok popüler gazetecilerin, vs. olduğu 1965 seçimlerine giriyoruz. Türkiye İşçi Partisi milli bakiye sistemini, o günün getirdiği olanaklarla beraber hiç hesapta olmayacak bir şekilde 15 milletvekili ile meclise giriyor.

Bu aslında ülkede çok önemli bir dönüm noktası, sosyalistlerin meclise girme olayını da aşan bir şekilde, benim düşüncem, çünkü toplumda varolan o dinamiği ortaya çıkartan bir şeye dönüşüyor ve Türkiye İşçi Partisi bildiğimiz gibi o dönemde gündemi belirleyen bütün o güne kadarkinden farklı bir söylem geliştirmeye başlıyor. O zaman da kendi gücünü çok aşan bir toplumda iz bırakır hale geliyor.

 

ÖM: Yankı yaratıyor.

 

MA: Meclis de öyle, yurt çapındaki seyrinde de öyle; bütün bunlar toplumdaki dinamikleri artırınca işçi kesiminde de hareketi arttırıyor, Türk-İş’in içerisinde de sorunları büyütüyor. 1966 yılına geldiğimizde Paşabahçe cam fabrikasındaki işçilerin haklı grevini Türk-İş yönetimi desteklemiyor ve karşı çıkıyor. Bunun üzerine yine muhalif sendikalar, malum sendikalar işçileri desteklemeye kalkıyorlar ve muhalefet geriliyor, sonradan DİSK’i kuracak olan sendikaları Türk-İş’ten ihraç ediyorlar. Aslında sendikalar 1 yıl kadar direniyorlar, SADA (Sendikalar Arası Dayanışma Konseyi) diye bir şey kuruyorlar, başlangıçta DİSK’i kurmak gibi bir niyetleri yok. Ama bakıyorlar ki çözüm de yok, 13 Şubat 1967’de DİSK’i kuruyorlar. DİSK’i kuran sendikacıların çok önemli bir kısmı, geçmişte TİP’i de kuran sendikacılar aslında.

 

Bu başka bir boyuta geliyor, 1967-69 arası Türkiye’de gerçekten bir taraftan işçi haklarının geliştiği -yine bir siyasal mantığı, siyasal iktidarı ya da egemen güçlerin mantığını anlatmak için söylüyorum- yıllar. O sıralarda toplu sözleşme, grev yasası çıkarken aslında inanılmaz derecede “batarız, çıkarız, vs.” kıyametler koptu, hiçbir zaman bir tahammül yoktu. Hani bizim bildiğimiz anlamda, klasik anlamda bir burjuvazi de olamadığı için birtakım hakların verilmesi gerektiği konusunda da çok taraftar değildi sendikalar işin açıkçası. Ama hiç batmadılar, tam da o sıralar Türkiye hakikaten bir taraftan da tartışılabilecek, montaj sanayii ile vs. bir taraftan da ‘kalkınıyor’. İşte bu 65-69 arası da böyle bir süreçti, DİSK’in kurulmasında rol alan etkenler iyice gün yüzüne çıktı, Türk-İş’in içerisindeki tartışmalar da farklı bir boyuta geldi. Türk-İş’in içerisinde onlar ayrı bir DİSK kurdular ama Türk-İş’in içerisinde de başka tartışmalar başladı.

 

Orada bir noktanın altını çizmek istiyorum, bu 67-69 arasındaki mücadele döneminde DİSK, Türk-İş’ten ve geleneksel sendikadan farklı olarak şunu yaptı, işçiden doğrudan –ki burası çok önemlidir- demokrasiye katılımı ve benzeri konularda, mesela sendikalar yasası sendika temsilcilerine atama hakkını sendika yönetimlerini vermesine rağmen biz doğrudan işyerlerinde temsilci seçimleri yapıyorduk, sandık koyup yapıyorduk. Mesela çok ilginç, Haliç etrafındaki yağ fabrikalarına giderdim ben temsilci seçimi yapmak için, kutu koyardım, vs. “Ya, Mehmet niye böyle yapıyorsun? Hepimiz elimizi kaldıralım gitsin” derlerdi. Biz onu bir araç olarak... yani oyun ve ona sahip çıkmanın ne anlamda olduğunu göstermek için...

 

ÖM: Doğrudan demokrasi.

 

Tüm barajların kralı

 

MA: Evet doğrudan demokrasi; işçilerin ilk kez böyle, ne istediklerini değil ne istemeleri gerektiğini de anlatan bir espriye oturuyordu iş. Bunlar önemli şeyler çünkü 1970’e gelirken bu dönemler bunun üzerinde zaten etkili oldu. Bir de, toplu iş sözleşmeleri işçilerle beraber tartışılıyor ve sendika temsilcileri de toplu iş sözleşmesi görüşmelerine katılıyordu, tabii o güne kadar görülmüş bir olay değil, işvereniyle selamlaşmaya bile çekinen bir işçi bir de bakıyor ki masanın etrafında –o da çok demokratik bir şey, bazı işverenler de kabullenebildiler de gerçekten, bazıları hiç kabullenmediler, “Ben ekmek verdiğim adamla niye oturayım” diyen patronlar bilirim o dönemde. Şimdi bunlar da güzel gelişmeler oldu ve sonuçta onlar da kabullendiler, yani bizde hep korku, hep endişe, bu toplumun korkuları vardır çünkü “Aman şöyle mi olur, aman böyle mi olur?”

 

Bugün de yaşadığımız başka korkular gibi, hep bu ego şizofrenik bu paranoik yapı hep devam ediyor, o demokratik korkular da bunlardı, işte o korkular DİSK’in bu gelişmesini bir türlü durduramayınca bu sefer işçiler atılmaya başladı. Mesela DİSK gidip A fabrikasında herhangi bir iş kolunda örgütleniyor, öncü işleri hemen pat işten atıyorlardı. Bunun en bariz örnekleri Kartal bölgesidir, bir de bizim işçilerin Silahtarağa Çukuru dedikleri Alibeyköy’de, Haliç’in etrafıdır. Gerçi bugün Haliç’in etrafı ‘temizlendi’, bütün dokularıyla temizlendi o ayrı bir konu, ama o zamanlar bütün etrafı irili ufaklı fabrikaydı; metal fabrikaları, demir çekmelerden, cıvata fabrikalarına kadar, ve bütün un fabrikaları vardı orada, Sütlüce’de, Hasköy’de, Ayvansaray’da, şimdiki Haliç köprülerinin ayaklarında.

İlginç bir ortamdı aslında, gecekondulaşma çeteleşmemişti, gecekondu bir insanın ihtiyacını karşılamakla ilgili, bugünkü rant karşılığı bir şey değildi. Böyle bir dayanışma, böyle bir içiçe geçme, toplumdaki gelişmesi olayı vardı.

 

Bu süreçle beraber, 1969 seçimlerinde biliyorsunuz TİP’i meclisten dışarı atabilmek için siyasal iktidar -Demirel hükümeti- o zaman tuttu bir milli bakiye sistemini, seçim sistemini kaldırdı ve 69 seçimlerinde TİP daha fazla oy almasına rağmen ancak 2 milletvekili çıkarabildi. Ha, buna ihtiyaç mı vardı? Şimdi çok tartışıldığı için söylüyorum, bu barajlara bayılıyor bizim millet. Tabii Sayın Demirel barajlar kralıdır ama bu barajların da kralıdır aslında, yani siyasi barajların da kralıdır, böyle görmek gerekiyor. O dönemlerde TİP iki milletvekili çıkarınca, biri Mehmet Ali Aybar, bir de Rıza Kuas çıkarabildi. Artık dediler ki “Siyasi partiyi ‘meclisin dışına ittik’, sıra DİSK’te...” Ve bir süreç başladı.

 

Ama TİP’in yarattığı en önemli şeylerden birisi sürekli bu anayasa vurgusudur; hepimiz beraber yaşadık, toplumculuk, sosyal adalet... ki başlangıçta söylemleri budur, hani sosyalizm lafı değil de... Parti kapatma, vs. bir de korkulan bir dönem, Aziz Nesin’in deyişiyle sosisli istemeye bile korkardık. Şimdi onunla beraber sıra DİSK’e geldi ve hiçbir gereği yokken; nasıl yasayı değiştirdiler güçlü iktidar için, habire seçim sistemini değiştirdiler, o zaman 1965 seçimlerinde o milli bakiye sistemi ile Adalet Partisi 256 milletvekili çıkarmıştı, yani neredeyse meclisin 2/3’üne yakın bir çoğunluk. Demek ki ihtiyaçtan değil kendi ihtiyaçlarını başka bir şekilde görmek için çıkartılıyordu. 67-70 arasındaki üç yıllık dönemde DİSK’in yükselişi ve işçilerin de her baskı karşısında yeni bir yöntem geliştirmeleri, oturma eylemleri...

 

ÖM: Oldukça yaratıcı bir dönemdi, değil mi?

 

MA: Bu toplumun dinamikleri bunlar, sen bastırdıkça tencerenin bir yerlerden... ya kapağını atması lazım, ya bir yerlerden bir çıkış bulması lazım, buharlarını çıkartması lazım. Böyle bir dönem bu, bastırdıkça herkes kendine göre bir yol buluyor. İçlerinde en önemli şey bu yolu bulmak oldu ve 1970 Şubat’ında meclisten bir yasa çıkarmaya kalktılar. 274 sayılıyı değiştiren, 3317 sayılı yasada değiştirilmek istenen en önemli madde, DİSK’i fiilen kapatmaya yönelik bir maddeydi. Artık başka türlü kapatamayınca “Bir işkolundaki işçilerin 1/3’ünü kaydetmeyen sendika üye, noterden kaydetmeyen sendikanın toplu iş sözleşmesi hakkı yoktur,” yani çağrı hakkı yoktur, kabaca böyle.

 

ÖM: Ve DİSK’i tamamen ortadan kaldırma...

 

Sendikaları tasfiye için Mussolini taktiği

 

MA: Tabii, düşünebiliyor musunuz, sabah gelmiş 10 tane işçi, sendika kurmak istiyor ve bu işçiden istenen yasa maddesine bakın ki o işkolunda eğer 300 bin kişi varsa 100 bin kişiyi kaydetmiş olacaksınız, hem de noterden. Böyle bir şey mümkün mü? Değil. Mesela baraj sistemi 12 Eylül’den sonra başka bir şekilde getirildi, sendikaların başının belasıdır, işçinin milyarlarca lirası bu noterden kayıt sisteminden dolayı gitmektedir. DİSK o zaman referandumu savundu, Rıza Kuas meclisten ısrarla “Birçok konfederasyon vardır, kurma hakkı da olmalıdır, gelin referandum yasası getirelim, tercihini işçi kendisi yapsın” diyordu, referandum tartışmaları başlamıştı.

Burada önemli bir nokta daha var: İlginçtir bu aynı yasa 1926 yılında faşist İtalya’da var. Aynen sendikaları tasfiye etmek için Mussolini bu yasa maddesini getiriyor. Ne hikmetse, Akdenizli olduğumuzdan mıdır nedir, İtalyanlardan biz bir şey almaya çok meraklıyız ama hep kötü taraflarını, -makarnayı sonra aldık galiba?

 

ÖM: 141-142...

 

MA: 1936’da da 141-142 yine İtalyanlardan geliyor.

 

ÖM: Komünizm ve komünizm propagandası yapmak...

 

MA: Örgüt kurmak, hem de propaganda yapmakla ilgili.

 

Mustafa Arslantunalı: Üstelik o sıralarda da İtalya Türkiye’nin en büyük düşmanı.

 

MA: Evet bir anlamda baktığınız zaman öyle. Şimdi bu Akdenizlilikten dolayı, başka bir yerden almıyorlar. Aynı şey 1943 yılında, bir de Brezilya’daki Vargas hükümeti mi ne vardır, onun döneminde çıkartılıyor belli bir yasa, başka bir örneği de yok. Bugün de anılması meselesini şu sebeple önemsiyorum: Toplumu demokratikleşme, önünü açma yerine açmanın karşısına hep bir şeyler koyup, korkuları büyütüp, sürekli olarak baskı altına alma olayı.

 

DİSK’in bir özelliği de... Kamu kuruluşlarına giremiyor zaten, devlet sektörüne giremiyor, özel sektörde hızlanıyor, bugünkü büyük holdinglerin hepsi orada örgütlüydü. Hep işte aynı baskılar, aynı direnişler ama, toplu iş sözleşmesini yaptığınız zaman da en hızlı üretim, en iyi üretim. Çünkü işçileri kazandıkça daha fazla üretir haldeler. Bu çelişkiyi de yaşayarak geldik o yıllara ama buna rağmen de bir hazımsızlık, yani bir türlü DİSK’in varlığını kabul edememe var.

 

ÖM: 15-16 Haziran olayları dendiği zaman gayet ürkütücü bir şey olarak hatırlanıyor.

 

MA: Hayır, anlatacağım şimdi, hiç de öyle bir şey değildir. 1970 Şubat’ından 16 Haziran’a kadar geçen süreçte Türkiye’de herhalde bir şeyleri engel olmak için bir sivil kuruluşun, hani sivil toplum kuruluşlarının başlangıcı buraya dayanır, bu kadar çaba sarf ettiği görülmemiştir. Ben hayatım boyunca içinde yaşadığım için bunu rahatlıkla söylüyorum, 3 ayda DİSK heyetlerinin, bilim adamlarının, bugün de birçoğu öldürülen, Muammer Aksoy’lardan, rahmetli olan Murat Sarıca’lardan herkes bu konuda görüş de belirterek, yani bu yasanın yanlış olduğunu, böyle bir şey olamayacağı şeklinde ısrarlı mücadeleden, mecliste yapılan kulislere rağmen buraya, mayıs ayına kadar getirdiler.

En ilginci mayıs ayıdır, mayıs ayında Türk-İş’in kongresi Erzurum’da toplanmıştı, düşünün ki bir iktidarın Çalışma Bakanı yaptığı, o zamanın bakanları genel kurullarda konuşur, vs. DİSK’e gelmiyorlardı konuşmak için o ayrı konu, ama Seyfi Öztürk’ün söylediği laf çok ilginçtir, Çalışma Bakanı bu adam: “Yakında DİSK’in çanına ot tıkayacağız.”

 

ÖM: Evet bunu hatırlıyorum.

 

Ve işçiler karar alır...

 

MA: Meşhur laftır. Şimdi düşünün ki sonunda ortaya çıkan olaylarla bu süreci bir arada karşılaştırdığınız zaman ne demokratik, kim demokratik, kim değil? Ya da ne demokratik ne değili tartışmak gerekiyor gerçekten. 14 Haziran’a kadar işte bu şekilde hiçbir sonuç alınamadı, en son Cevdet Sunay’a gidildi, o da çok manidardır, ilginçtir, anekdot gibi bir yerde not olsun diye anlatayım:

Rahmetli Rıza Kuas o zaman TİP milletvekili, DİSK’in yönetim kurulu üyesi Kemal Nebioğlu, DİSK genel sekreteri Kemal Türkler üçü birlikte Sunay’a gidiyorlar. Sunay da ilginç bir cumhurbaşkanımızdır biliyoruz, Rıza Kuas diyor ki “Bu yasayı veto edin yoksa bu işçilerin patlamasına yol açacak.” Kimse inanmıyor, böyle bir şeye, kimse inanmadı aslında. Cumhurbaşkanının her zamanki tarzında söylediği gibi “Ben şu hoparlörden –oradaki hoparlörden meclisi dinlermiş- meclisteki bütün konuşmaları duyuyorum, sana mı soracağım neyi veto edip neyi etmeyeceğimi?” diyebilecek kadar kaba saba bir tarzda bir tavır takınıyor.

 

14 Haziran’da son DİSK heyeti de Ankara’dan geldi, “Artık bu işin çözümü kalmadı” dendi ve bütün DİSK temsilcilerini, tüzüğe göre temsilciler kurulu vardı (Kimdir bunlar? Bütün işyeri temsilcileri, yurt çapındaki bütün şube yöneticileri, bütün sendika yönetim ve yürütme kurulları) Merter’deki DİSK’in şimdiki binasında, Lastik-İş’in binası olan salonda 400’e yakın işyeri temsilcilerini, vs. toplantıya çağırdılar. Bütün olaylar anlatıldı, “bu budur, kararı siz vereceksiniz” diye. İlk başta anlattığım sendikal temsilcilerin seçmedeki oy hakkı, toplu sözleşmelerdeki görüşmelerdeki oy hakkı ve bir dizi demokratik gelişimin en son üst basamağı orada ortaya çıktı. Ve inanılmaz bir şekilde –içinde yaşadığım için söylüyorum- hiçbir gerginlik olmadan, hiç ileri geri laflar edilmeden işçiler inanılmaz bir olgunlukla oy birliğiyle şu kararı aldılar: “Biz iş yerlerinde oturma greviyle bu işi uyarı şeklinde başlatacağız.” O zaman oturma grevi denirdi işyerindeki pasif eyleme.

 

ÖM: Sizi bir kez daha çağırmamız mümkün olabilir mi? Çünkü çok enteresan bir şekilde bütün bağlamını, tarihçesini verdiniz. 15-16 Haziran diye adlandırılan olayın bir de olanca canlılığıyla yarın da rica edersek... bir sonraki programımız Barış Bandı’nı kesmemek için iyi olur.

 

MA: Memnuniyetle. O zaman son bir cümle söyleyeyim, 14 Haziran’da bu kararlar alındığında bütün şey şuydu, 15 Haziran’da pasif direnişler, kısa kısa yürüyüşler halinde yapılacak bütün bölgelerde, 17 Haziran’da da İstanbul ve Marmara bölgesi, Kocaeli, Adapazarı taraflarında işçilerin yürüyüşleri halinde Taksim’de bir mitingle son bir uyarı yapılmasına karar verildi.

 

ÖM: Bu kanuna karşı.

 

MA: Evet.

 

ÖM: Bu 17 Haziran toplantısı hiçbir zaman gerçekleşemedi.

 

MA: 16 Haziran’da sıkıyönetim ilan edildi.

 

ÖM: Çok ilginç bir nokta, bence bütünüyle olayın canlılığıyla yarına bırakalım müsaade ederseniz.

 

MA: Tabii. Bu bir milattır, Türkiye’deki siyasal hareket, ekonomik, demokratik gelişme içinde 16 Haziran gerçekten bir milattır.

 

ÖM: Neden milat olduğunu, vs. yarın tekrar konuşuruz. Çok teşekkür ederiz.

 

MA: Ben teşekkür ederim.

(Devamı var)

 

(16 Haziran 2003 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)