Kapitalizm ve Çelişkileri: Yoksulluk, iklim krizi ve biyoçeşitlilik

-
Aa
+
a
a
a

Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, gezegenin tüm problemleriyle birlikte kapitalizm kavramını - özellikle de Antroposen dönem içinde nereye koymamız gerektiği üzerine konuşuyor.

""
Kapitalizm ve Çelişkileri: Yoksulluk, iklim krizi ve biyoçeşitlilik
 

Kapitalizm ve Çelişkileri: Yoksulluk, iklim krizi ve biyoçeşitlilik

podcast servisi: iTunes / RSS

Isınan dünyayı gezegenin tüm sorunlarının sergilendiği bir sahne olarak hayal ettiğimizde, kapitalizmi bu sorunlar arasında nereye yerleştirebiliriz? Özellikle Antroposen bağlamında, bu kavramın rolü nedir?

Kapitalist sanayileşmenin getirdiği büyüme, dünya genelinde üretimi artırdı, insan nüfusunu yükseltti ve tüketimi hızlandırdı. Ancak bu büyüme, doğal kaynakların ve biyoçeşitliliğin tükenmesi pahasına gerçekleşti. Isınan dünya, bu durumun sonuçlarıyla sert bir şekilde yüzleşmek zorunda kalacak.

Yazılarımı okuduysanız, içinde bulunduğumuz yok oluş çağına, biyoçeşitlilik kayıplarına tüm sebepleriyle dikkat çekmeyi amaçlayan biri olduğumu anlarsınız. ‘Tüm sebepleri’ dememin nedeni, mesleki sorumluluğumun bana yüklediği bir miras. Çevremizdeki sorunlar sadece biyoçeşitlilik krizi ile sınırlı değil. Isınan dünya, yaklaşık 10 yıldır Orta Doğu’da insanların yer değiştirmesine neden olan büyük bir soruna dönüşüyor. Kendilerine yeni bir yer arayan insanların dramlarına tanıklık ederken, ‘Bir gün iklim değişimi bulunduğumuz coğrafyayı daha kötü etkiler mi?’ sorusunu zihnimden geçirmeden edemiyorum. Bu durum, yaşadığımız coğrafyadaki yönetimsel ve politik zorluklar ile doğrudan ilişkili. Ancak bu yeterli değil; aşırı hava olaylarının doğaya getirdiği maliyetler de önemli bir etken.

Sanayileşen dünyada uzun vadeli ekonomik büyüme mümkün mü?

Öncelikle, kapitalizmin yarattığı yönetimsel zorluklara kısaca değinmek istiyorum; sanayileşen dünyada büyüyen Batılı çocuklar, uzun vadeli ekonomik büyümenin imkânsız olduğuna inanan İngiliz iktisatçı Thomas Malthus’un öngörülerini gülünç buluyorlardı. Malthus, üretimin üst düzey olduğu her büyüme döneminde, bu üretimi tüketecek daha fazla çocuğun dünyaya geleceğini belirtmişti. Paul Ehrlich, neredeyse 60 yıl önce kaleme aldığı The Population Bomb eserinde, gezegenimizin ekonomik ve tarımsal verimliliğinin doğal sınırlarına ulaştığını savunmuştu. Kitap, ‘yeşil devrim’ dönemindeki verimlilik artışlarını mercek altına alarak yayımlanmıştı.

1950'den sonra dünya genelinde yoksulluk oranlarında önemli bir azalma yaşandı - özellikle 1990'lı yıllardan itibaren birçok ülkede ekonomik büyüme ve gelişim politikaları sayesinde yoksulluk oranları düştü. Birleşmiş Milletler'in verilerine göre, 1990'dan 2015'e kadar aşırı yoksulluk (günde 1.90 doların altında yaşam sürdürenler) oranı yarıdan fazla azalmış. Ancak, yoksulluk hâlâ küresel bir sorun olmaya devam ediyor ve özellikle alt gelir gruplarındaki insanlar için eşitsizlikler ve sosyal adaletsizlikler devam etmekte. Hâlâ günde 10 doların altında gelir elde edenlerin sayısının çok fazla olduğunun altı çiziliyor. Ayrıca, COVID-19 pandemisi gibi olağanüstü durumlar da yoksulluk oranlarını olumsuz etkilemiş olabilir.

The Population Bomb kitabının yayımlanmasından bu yana insan nüfusu iki katına çıkarken, yoksulluk oranı altı kat azalmış durumda. Yoksul insan oranı o dönemlerde insanlığın yarısını oluştururken, bugün bu oran hemen hemen %10 seviyelerine gerilemiş. Gelişmekte olan ülkelerde yetersiz beslenme oranı da o döneme göre %10 seviyelerine düştü. Tarımdaki verimlilik artışı, besine ulaşımın hızlanmasına yol açtı; ‘fast food’ kültürü sayesinde daha geniş kitleler, bütçelerine uygun yiyeceklere erişim sağlayabildi. Kapitalizm, insan nüfusunu artırırken, bu artışa farklı olanaklar sundu.

Kapitalizm, insanın her koşulda hayatta kalabileceğini gösterdi; peki sonrası?

Şimdi, insanın çevreye yaptığı baskıya gelelim. Kapitalizmin sunduğu olanaklar, çevresel baskılara karşı bir tür güvence sağladı. 20. yüzyıldaki tarımsal patlama, kaynak kıtlığının zorluklarına karşı umut oluşturmuştu - ancak, her şeyin bir bedeli var. Artan nüfus, defalarca salgınları pandemi haline gelme eşiğine getirdi. Ehrlich, 1968’de tehlike çanlarını çalmıştı ama bu uyarılar dikkate alınmamıştı. Bugün, dünya nüfusu 8 milyara ulaşmışken ve belki de 8 milyarı geçmişken, önümüzdeki 30 yıl içinde 9 milyara yükselebilir. Sonuç olarak, artan ormansızlaşma, geri dönüşümü olmayan biyoçeşitlilik kayıpları, açlık ve kuraklık gibi sorunlar devam edecek. Bu durum, küresel ısınmayı tetikleyecek ve gezegenimizdeki canlıları insanın da içinde olduğu dar bir koridora sürükleyecek ve gezegenin sahip olduğu biyoçeşitlilik artan habitat kaybı nedeniyle ciddi sıkışmalar yaşayacak. Belki de sıkışmaya fırsat bulmadan ortadan kalkacak. 2012 yılında yapılan bir araştırma, küresel gıda üretiminin mevcut sera gazı salınımının en az %30’unu oluşturduğunu göstermekte.

Isınan Dünya: Gezegenin tüm problemlerinin sergilendiği bir sahne

Isınan dünya, tüm bu sorunlarla sert bir şekilde yüzleşirken, küresel sistemin işleyişini de sorgulamak kaçınılmaz hale geliyor. Peki, ısınan dünyayı gezegenin tüm sorunlarının sergilendiği bir sahne olarak hayal ettiğimizde, kapitalizmi bu sorunlar arasında nereye yerleştirebiliriz? Özellikle Antroposen dönemi bağlamında, kapitalizmin bu süreçteki rolü nedir? Kapitalist sanayileşmenin getirdiği büyüme, insan toplumlarının tüketim alışkanlıklarını ve doğaya olan etkilerini şekillendirirken, bu sistemin çevresel maliyetleri üzerine daha derin düşünmemiz gerekiyor.

Burada tartışılan akademik kavram ‘taşıma kapasitesi’. Belirli bir doğal çevre, aşırı kullanım nedeniyle kaç kişilik bir nüfusu barındırabilir? Küresel ısınma, bu sorunun sadece bir değişkeni değil; iklim değişikliği, eşitsizlikler, çatışmalar ve ekonomik problemlerle mücadele eden bir gezegenin karşılaştığı bir sorun. Bu sahne, alışık olmadığımız ve hayretle izlediğimiz bir mekân. Sahnede sergilenen yaşam oyunu, kaç perde içeriyor, içinde çözüm barındırıyor mu, mutlu sonla mı kapanacak? Şimdilik kestirmek zor.

Kapitalizm, Batı dünyasının ve gelişen ülkelerin karbon salınımını istenmeyen bir düzeye getirdi. Soğuk savaş sonrası dönemde, gelişmekte olan ülkelerdeki orta sınıfın büyümesinin bedeli, fosil yakıtlara dayalı sanayileşme oldu. Bu durum, gezegenimizin ekolojik geleceğini tehdit ediyor. Çin ve Hindistan, küresel iklim krizinin temel nedeninin kapitalizmin yarattığı yollar olduğunu biliyor, yüz milyonlarca kişiyi gelişen sanayileri ile küresel orta sınıfa taşıyor. Bu orta sınıf, değişen dünya düzenine uygun bir şekilde kapitalizmin kurallarını benimseyip tüketimden geri durmuyor. Sonuç olarak, biyoçeşitlilik kayıpları ve iklim değişimi açısından gezegenimizin geleceği tehdit altında. Hasta olan dünya, daha da hasta olacak ve hastalığın semptomları daha belirgin hale gelecek. Doğal yaşam bu maliyeti farklı şekillerde ödeyecek. İnsan toplumları ise eşitsizlikler, göçler, çatışmalar ve savaşlarla bu bedeli ödemeye devam edecek. Isınan dünya, tüm bunları deneyimlerken, Orta Doğu gibi ekolojik olarak kırılgan bir coğrafyada bu durumu fark etmek, gelecek için umut verici olacaktır. Bu farkındalık, karar vericilerin ve muhalefetin birlikte hareket etmesine olanak tanıyacak ve sorunun topyekûn aşılması için fırsatlar yaratacaktır; umuyorum!!!