Koku ve Tat Algısı

-
Aa
+
a
a
a

Açık Bilinç’te, “Bilimde, Felsefede, ve Sanatta Koku ve Tat Algısı” serisine, duyular dünyasının ilginç sorularıyla başlıyoruz: Dokunma ve işitmeyle görmek nasıl mümkün? Yeni bir "manyetik duyu”ya sahip olabilir miyiz? "Yapay burun" lu robotlar mümkün mü?

Açık Bilinç: 11 Eylül 2018
 

Açık Bilinç: 11 Eylül 2018

podcast servisi: iTunes / RSS

10 programlık bu seride, nörobilimden felsefeye, biyolojiden yapay zekaya, sosyolojiden kültürel çalışmalar ve sanata, son olarak da gastronomiye uzanan bir yelpaze içinde, koku ve tat algısının doğasını, uzman konuklar eşliğinde ve farklı bakış açılarıyla ele alacağız.

Daha önceki Açık Bilinç programlarında, duyular ve algı üzerine bazı ilginç konulara değinmiştik. Bu duyuru içinde, serimizle ilgili eski programların podcast bağlantılarını vereceğim. Sayfanın sonunda, seride yer alacak program başlıklarını ve konuklarımızı da görebilirsiniz.

— / —

Bu serinin merkezi sorunu olmasa da, önce duyu [veya duyum]  ('sensation') ile algı ('perception') ayrımıyla başlayayım. 

Literatüre aşina olanlar bilir, Felsefe tarihinde de, Psikoloji ve Nörobilimde de çok yer tutan, hala tartışmalı bir konu.

Genel görüş şu: Dünyadaki çeşitli enerji biçimleri, duyu organlarımızdaki alıcılara ulaşıp, bize dış dünyanın bilgisini taşıyorlar.

Fiziksel sinyallerin (uyaranların) duyu organlarımız aracılığıyla ilk yarattığı etki 'duyum', beyinde işlemlenip daha ilerki aşamalarda aldığı biçim ise, 'algı'.

Duyum/Algı ayrımı basit bir meseleymiş gibi durabilir ama bu konuda, özellikle Aydınlanma döneminden bu yana üretilmiş binlerce sayfalık bir Felsefe külliyatı var. Buna karşın, ortada genel geçer bir görüş birliği yok.

Dış dünyadan gelen sinyallerin beynimizdeki işlenme sürecinde, hangi noktada duyum oluşuyor?

Bu aşamada fenomenal bir öznel deneyimden söz edilebilir mi?

Zihnimizde algının tezahürü, hangi bilişsel süreçlerin devreye girmesiyle mümkün oluyor?

Bunların hepsi tartışmalı sorular.

Küçük bir dipnot. Felsefe ve zihin bilimlerinde,"Bilincin Zor Problemi" olarak ün salan bir soru var: Fiziksel bir beyinden fenomenal bir deneyim nasıl doğabilir?

Bu sorunun cevaplamayacağı iddiasının altında, aslında duyum/algı ayrımıyla ilgili yanlış yönlenmiş bir önkabul yattığını düşünüyorum.

Koku ve Tat Algısı serisinde "Bilincin Zor Problemi"ni ele almayacağız. Fakat, ilgilenenler için, soruyu formüle eden felsefeci D. Chalmers ve bu konuda sıkça yazan nörobilimci C. Koch'un görüşlerinin de yer aldiğı şu makaleyi buraya bırakayım (İngilizce): Why can’t the world’s greatest minds solve the mystery of consciousness? | Oliver Burkeman

Bilincin Zor Problemi" üzerine Türkiye'de kafa yormuş bir isim, psikiyatr Saffet M. Tura’dır. Konuyla ilgili Metis Yayıncılıktan çıkan son kitabı, “Zor Problem: Bilinç”. 

İleride bir programda, "Bilincin Zor Problemi"ni çözümü yokmuş gibi gösteren ve duyu/algı ayrımının yanlış kavramsallaştırılmasına dayanan yanıltıcı varsayımları daha detaylıca ele alacağım.

Şimdi yeniden algı konusuna dönelim. 

Dış dünyaya dair güvenilir bilgiye, duyular ve algı yoluyla mı, rasyonel zihin ve idrak yoluyla mı ulaşabilir olduğumuz, erken Modernite'nin en önemli felsefesi sorusuydu. 

17. ve 18. yy. felsefe tartışmalarının merkezinde bu soru yer alır.

Modern çağın en önemli felsefi sorunu olarak öne çıkan, algının epistemolojik (bilgibilimsel) statüsünden, "İdrak-Deneyim ilişkisi"ni ele aldığımız bir programda söz etmiştik. 

Duyular ve algı, gerek felsefe, gerekse nörobilimde çok zengin bir alan. Bu programda, algının sağladığı bilginin güvenilirliğini değil, duyular arasındaki ilişkileri ele alacağız. Serinin kalanında da, koku ve tat algısını özel kılan niteliklerden söz edeceğiz.

Bu literatürdeki sorulardan birisi, farklı duyuların sağladığı bilginin, dünyayı nasıl temsil ettiğidir. Temsil demişken, kısaca da olsa duyuların sanatta temsiline de değineyim. 

Görsel sanatlarda koku ve tadın, ve daha genel olarak duyuların temsiline Ortaçağ’dan bu yana özel bir ilgi oldugunu, özellikle 17. ve 18. yy. resminde algının alegoriler yoluyla sıkça tasvir edildiğini görüyoruz.

Örneğin, 17. yüzyılın Felemenk ressamlarından Gerard de Lairesse, "Beş Duyunun Alegorisi" eserinde, dış dünyaya yönelik 5 temel duyumuzun her birini, farklı bir şekilde (ayna: görme; çiçekler: koku, vb.) tasvir ediyor.

de Lairesse'yle aynı topraklarda, ondan birkaç nesil önce yetişmiş olan Rembrandt da, "Duyuların Alegorisi" eserinde, sırasıyla görme, işitme, koklama, ve dokunmayı, 4 farklı şekilde mecazi olarak resmetmiş.

Peki, değişik duyuların bizler için dünyayı temsil etme mekanizmalarında ne tür farklar var?

Geçen ay konuk ettiğimiz NoroBlog ekibinden Dr. Onur Arpat ve Dr. Taner Yilmaz, kaç duyumuz var sorusunu tartışmışlardı.mu-var

Bu programda, Aristoteles'in sınıflandırmasından bu yana kabul gören yalnızca 5 duyumuz olduğu iddiasının doğru olmadığı,örneğin bize uzuvlarımızın konum ve oryantasyonunu bildiren "özalım"('proprioception') gibi başka iç-duyularımızın da olduğu konuşulmuştu.

Biz de şimdi bu soruyu başlangıç noktası alarak, bir parça duyular arasındaki ilişkilerden ve başka ilginç sorulardan söz edelim.

İç-duyularımızı dahil edersek beşin üzerinde duyumuz olduğunu not ederek, Aristoteles'in sınıflandırdığı dış dünyaya yönelik 5 temel algı sistemimizi, yani görme, işitme, dokunma, koklama ve tatmayı, uzak/mesafeli ('distal') ve yakın/mesafesiz duyular şeklinde ikiye ayırabiliriz.

Görme ve işitme, uzağımızdaki algı nesnelerinden bize yansıyan fotonlar veya hava titreşimi sayesinde, yani bir aracı yoluyla, mümkün oluyor. 

Buna karşılık, dokunma, koklama, ve tatmada, algı nesneleriyle aracısız fiziksel temas halinde olmamız gerekiyor.

Koku, görme ve işitme gibi mesafeli bir duyu olarak sınıflandırılabilir, ama bu yanlış. Bir nesnenin kokusunu almamız için, onun moleküllerinin doğrudan burnumuzun içindeki alıcılarla temas etmesi gerekiyor. Bu anlamda koklamak, bir şeyi tatmak veya ona dokunmak gibi ...

Başka ilginç farklar da var. Örneğin, serimizin konusu olan koku algısınin yarattığı hatırlama deneyimi, diğer duyulardan çok daha canlı ve güçlü. Bunun niye böyle olduğunu, gelecek haftaki Koku ve Tat Algısının Nörobilimi programında tartışaıyoruz.

Duyular arasındaki bir başka fark, görme ve işitme yoluyla kurabildiğimiz sembolik ve kültürel hayatın, diğer duyulara göre eşsiz bir kapasitesi olması.

Okuyarak veya dinleyerek öğrendiklerimizi ve anladıklarımızı, yalnızca koklayarak veya tadarak edinmemiz mümkün değil.

Daha açık olması babından, şöyle sorayım:

Sözcükleri kullanır gibi yalnızca kokuları art arda dizerek veya tadları peş peşe deneyimleyerek bir hikaye anlatabilir, bir roman yaratabilir misiniz?

İnsan dünyasında, sembolik temsil gücü açısından görme ve işitmenin, koklama ve tatmanın önünde olduğu açık.

Nobel ödüllü fizikçi Frank Wilczek, "Doğadaki Derin Tasarımı Bulmak" altbaşlıklı kitabında, ilginç bir soru soruyor:

Köpekler biz insanlara özdeş bilişsel kapasitelere ve akla sahip olsalardı, yalnız koku duyusuyla insanların görsel dünyasının bir benzerini yaratabilirler miydi? Bu sorunun cevabı hayır ise, bundan duyu mekanizmalarımızın bilişsel dünyamızın sınırlarını belirlediği sonucu çıkar mı?

İnsanlarda en baskın, dolayısıyla yokluğunda en çok zorlandığımız duyu, görme. Köpeklerdeyse koklama.

Wilczek'ın kitabı, duyu mekanizmalarımızın bilişsel dünyamızın sınırlarını nasıl belirlediğine dair ilginç gözlemler içeriyor.

Köpeklerin biz insanlardan çok farklı iç dünyalarını bütün zenginliğiyle aktaran bir başka çalışma, psikolog ve hayvan bilişimi araştırmacısı Alexandra Horowitz'in "Köpekler Ne Görür, Koklar, ve Bilir" altbaşlıklı kitabı. Konuyla ilgilenenlere öneririm.


Küçük bir örnek: Köpeklerin koku sistemlerinde, beyinleri insanlardan küçük olmasına rağmen, çok daha fazla sayıda koku alıcısı var. Dünyayı önce koklayarak, sonra görerek anlayan köpekler, bu açıdan biz insanlardan çok ileride!


 


Köpeklerin iç dünyasında, zaman akışının da farklı bir yeri var.

Koku veren şeyler, görsel nesnelerin aksine, zaman endeksli bir bilgi parçası içeriyor.

Yani, bir kokunun peşinden giden köpek, algıladığı nesnenin, yani o kokunun kaynağının yaklaşık ne zaman oluştuğunu, yeni mi eski mi olduğunu biliyor.

Pek çok insan için, yoksun kalsalar en az zorlanacakları duyu (sırasıyla dokunma, görme, ve işitmenin aksine) koku. 

Buna rağmen, kokunun insan hayatında önemsiz bir yeri olduğu söylenemez.

Serinin gelecek programlarında, kokunun önemi ve işlevini pek çok yönüyle konuşacağız.

— / —

Bu özeti, dış dünyaya yönelik duyularımıza ilişkin 4 ilginç soruyla bitireyim: 

1. Duyular arası "tercüme" mümkün mü?

2. Duyular birbirinin yerini tutabilir mi? 

3. Yeni bir duyu edinebilir miyiz?

4. Yapay burunlu bir robot inşa edilebilir mi?

***

1. Duyular arası "tercüme" mümkün mü?

Örneğin, bir duyusu doğuştan olmayan bir insan, başka duyuları vasıtasıyla o duyunun bilgisine erişebilir mi?

Hiç koku almamış birisi, kokunun ne olduğunu anlayabilir, hiç görmemiş birisi başka duyularıyla görsel ayrımlar yapabilir mi?

Diyelim doğuştan görme engellisiniz. Ama dokunma yoluyla farklı geometrik nesneleri birbirinde ayırt etmeyi biliyorsunuz. Mucize bir ameliyatla gözleriniz açıldı. Karşınızda bir küp ve bir küre duruyor. 

Dokunmadan, hangisinin küp hangisinin küre olduğunu bilebilir misiniz?

Bu soruyu İrlandalı bilimci ve siyasetçi William Molyneux, arkadaşı ünlü felsefeci John Locke'a bir mektup yazarak soruyor. Locke soruyu ilginç bularak 1690'da yayımlanacak kitabına alıyor.

Bu küp-küre sorusu, o gün bu gündür Felsefe tarihinde Molyneux'nun sorusu olarak bilinir.

Gerek felsefeciler, gerekse nörobilimciler arasında asırlardır hararetle tartışılan Molyneux'nun sorusunun, basit bir cevabı yok. 

Üstelik, ilk aklınıza gelenin aksine, doğrudan deneysel bir cevap aramak da mümkün değil.

Doğuştan görme engelli kimi insanlar sonradan görme yetisine kavuşsalar da, görme, neredeyse dil edinme gibi, bir öğrenme süreci gerektirdiğinden, ilk anda küple küreyi ayırt edebilecek durumda olmuyorlar. 

Yani deneyin koşulları, Molyneux'nun şart koştuğu şekilde sağlanamıyor.

Bu konuyla ilgilenenlere, şu iki kitabı önermek isterim:

Molyneux'un sorusunu ayrıca geçmiş bir programda daha detaylıca ele almıştık, kaydı burada. 

2. Duyular birbirinin yerini tutabilir mi? 

Yani, bir duyunun işlevini başka bir duyu üstlenebilir mi?

Gözleri görmeyen bir kişi, dokunma veya işitme duyusu yoluyla, ancak görme yoluyla mümkün olan davranışlarda bulunabilir, gören bir insanınkine benzer bir hayat sürebilir mi?

Bu sorunun daha düz bir cevabı var: Hepsi değil ama, evet, bazı duyular bazı başka duyuların işlevini kısmen (hatta şaşırtıcı ölçüde), üstlenebiliyor.

İşitme ve dokunma duyularının yardımıyla, iki farklı yöntemle, görme algısının mekansal ve geometrik özelliklerini edinmek mümkün.

İlki, Daniel Kish'in kendi çıkarttığı seslerin yankısını dinleyerek, zihninde bir tür görsel harita yaratması ve davranışlarını bu şekilde yönlendirmesi. 

Yarasaların karanlıkta avlanmak için kullandıkları ekolokasyon gibi bir yöntemle Kish trafikte bisiklet bile kullanabiliyor.

"Seslerle gören adam" Daniel Kish'in hikâyesini, geçmiş bir programda anlatmıştım. İlgilenenler için kaydı burada.

Program kaynakları içeren Twitter akışı da burada.

İkincisi, "Tactile Vision Sensory Substitution - TVSS“ (Dokunma Görme Duyumsal Değiştirim) denilen ve 1960'lardan bu yana geliştirimekte olan bir teknoloji yardımıyla, dokunma duyusuyla görsel yetilerin kısmen geri kazanılması yöntemi.

"Gözlerimizle değil, beynimizle görürüz" diyen mühendis Paul Bach-y-Rita'nın öncülüğünde geliştirilen Brain-Port sistemi, bir kameradan gelen görsel bilgiyi dokunma uyarılarına dönüştürerek, görme engellilerin görsel ayrımlar yapabilmelerini mümkün kılıyor.

Brain-Port sisteminin hikayesini, Molyneux'nun sorusunu da konuştuğumuz geçmiş bir programda anlatmıştım. İlgilenenler için, podcast kaydı burada.  Program kaynakları içeren Twitter akışı da burada.

O programda değindiğimiz olağanüstü bir Türk sanatçıyı da yeniden analım: Doğuştan görme engelli ressam Eşref Armağan.

Armağan, dokunma yoluyla zihninde canlandırdığı nesneleri kendi görmese de görsel temsillere dönüştürebiliyor.

Diyelim doğuştan görme engelli bu ressamın dokunma yoluyla nesnelerin geometrik özelliklerini öğrenmesini ve resmetmesini anladık. 

Peki ama Eşref Armağan, hayatında hiç bir şey görmemiş olduğu halde, resimlerinde renkleri kullanmayı ve renk uyumu sağlamayı nasıl becerebiliyor?

Harvard Tıp Fakültesi'nde bir araştırmaya da konu olmuş.
 
Doğuştan görme engelli ressam Eşref Armağan'ın hikayesini, kendi ağzından 2013 TEDx konuşmasında dinleyebilirsiniz. 

3. Yeni bir duyu edinebilir miyiz?

Görme, işitme, dokunma, koklama, ve tatmadan farklı yeni bir duyuya sahip olmak,nasıl olurdu?

Yeni bir duyu, bize sahip olmadığımız neyin bilgisini verebilir?

Beyin mekanizmaları açısından bu mümkün mü?

Yeni duyumuzun deneyimi neye benzerdi?

Benim kuşağımdan olanlar, 1970'lerde çocukken televizyonda izlediğimiz"6 Milyon Dolarlık Adam" dizisini hatırlayacaklardır.

Dizinin kahramanı, çeşitli duyuları ve kas sistemi, biyonik implant'larla geliştirilmiş bir astronottu. Örneğin biyonik gözüyle çok uzakları görebiliyordu.

Sentetik aksamın bedene entegre edilmesiyle, insanların bir tür 'siborg' (sibernetik organizma) haline gelmesi, artık yalnızca bilim kurgunun alanında değil. 

Örnek: Türkiye’de son günlerdeki fiyat artışlarından dolayı yapılamayan "koklear implant" ameliyatları.

Biyoteknoloji alanındaki gelişmeler sayesinde bir süredir prostetik uzuvlar üretilebiliyor ve kullanılıyor. 

Canlılar ve organik olmayan nesnelerde ortak iletişim ve kontrol ögeleri üzerine kurulan Sibernetik bilimini konuştuğuz bir programda, bu konudan söz etmiştik.

Yalnızca uzuvları değil, duyu organları ve sinir sistemleri de prostetik arayüzlerle geliştirilmiş siborglar, insan evriminde yeni bir adım olabilir, geleceğimize yön verebilir. İlgilenenler için, siborglar programının podcast kaydı burada.

Fakat buradaki asıl ilginç soru, var olan duyularımızın restore edilmesi, ya da geliştirilmesi değil. 

Sahip olmadığımız yabancı bir duyunun, hem bedenimize hem de zihinsel hayatımıza entegre edilmesi ihtimali.

Bu mümkün mü?

İnsan beyninin plastisite (bu anlamda, uyum, adapte olma ve öğrenebilme) özelliğinin sayesinde, sinir sistemimize yeni duyular eklenmesi ve bunların zihinsel hayatımız içinde kendine doğal bir yer bulması, evet, mümkün gözüküyor. 

Bu çizgide, çok basit (ve analog) bir örnek vermek isterim.

Polinezya'dan Afrika'ya kadar pek çok kültürde var olan "beden modifikasyonu" (bendensel şekil değiştirme) geleneği, günümüzde giderek yaygınlaşan dövme pratiğinin bir alt kültürü olarak da ortaya çıkıyor.

Bu beden modifikasyonu alt kültürünün bize sunduğu ilginç bir "yeni duyu kazanma" pratiği var: Manyetik Duyu!

Bu duyu, parmak uçlarında, deri altına ameliyatla küçük mıknatıs parçaları yerleştirilmesiyle ortaya çıkıyor.

WIRED dergisinde yayınlanmış bir makale bu konuyu ele alıyor. (İngilizce)

Parmak altına mıknatıs yerleştirilen kişi, yeni bir "manyetik duyu" kazanmış oluyor.

Görmese de, duymasa da, dokunmasa da, çevresindeki metal yüzeyleri bir tür çekim duygusuyla hissedebiliyor. 

İşte size insan zihinsel hayatına tamamen yabancı, sonradan entegre olmuş yeni bir duyu!

4. Yapay burunlu bir robot inşa edilebilir mi?

Bu da, son sorumuz.

Aslında, insanlar için üretilen prostetik burunların yanı sıra, hayli yıldır geliştirilen ve ticari uygulamaları da olan bir "yapay burun" projesi mevcut.

Fakat daha ilginç bir soru, örneğin, şu olurdu: En iyi insan somelyelerden daha iyi şarap tadımı yapabilecek veya parfüm seçebilecek uzman bir “yapay burun” inşa etmek mümkün mü? Bu tür bir projenin zorlukları neler?


Bu konuyu, serinin kapanış programında ele alacağım.

— / —

Bu özeti sonlandırırken, Koku ve Tat Algısı serisinin diğer programlarında yer alacak konuları ve uzman konuklarımızı duyurmak isterim.

Haftaya, koku ve tat algısının insan beynindeki nörobilimsel altyapısını, Prof. Hakan Gürvit anlatacak.

Ardından, iki program boyunca, koku konusunda ülkemizin en yetkin ismi Vedat Ozan'ı konuk edeceğiz ve kokunun kültürel tarihçesinden günümüzdeki uygulamalarına kadar pek çok yönünü ele alacağız.

Daha sonra, koku ve tat algısı bozukluklarını, nedenlerini ve tedavi yöntemlerini bizlere KBB uzmanı Doç. Dr. Aytuğ Altundağ anlatacak.

Ardından seriyi, beşeri ve sosyal bilimlere, oradan sanata, oradan da gastronomiye taşıyor olacağız. 

Doktorasını "Duyu Çalışmaları" alanında yapmakta olan sosyolog Eda Öztürk, kokunun estetiği ve sosyolojisinden söz edecek.

Sonra sırada iki program boyunca lezzet ve gastronomi konusu yer alacak.

Önce, siyaset bilimci ve çay uzmanı Eylül Görmüş'le, ülkemizin en sevilen içeceği olan çayın tarihçesinden, ve konu ve tat bağlamında değişik çay çeşitlerinden konuşacağız.

Son konuğumuz, ülkemizin önde gelen şeflerinden Mehmet Gürs. Bize, yeni ortaya çıkardığı lezzet bileşimlerinde kullandığı yöntemlerden ve koku/tat dengesinden söz edecek.

Serinin kapanış programında, diğer duyularımızın koku ve tat algımızı nasıl etkilediğine dair ilginç çalışmaları aktaracağım ve "yapay burun" projesinden bahsedeceğim.

Böylece, "kaç duyumuz var?" sorusuyla başladığımız 10 bölümlük seriyi tamamlamış olacağız.