Oruç Aruoba'nın anısına: Harun Tekin'in hazırladığı 'Vita Activa' programına konuk olduğu bölüm

Vita Activa
-
Aa
+
a
a
a

Geçen günlerde yitirdiğimiz Oruç Aruoba'nın Harun Tekin'in hazırlayıp sunduğu Vita Activa programına 1999 yılında katıldığı bölümün kaydını ve deşifresini yayınlıyoruz. 

Kendi Sesinden Oruç Aruoba
 

Kendi Sesinden Oruç Aruoba

podcast servisi: iTunes / RSS

Harun Tekin: Herkese merhaba, Vita Activa’ya hoş geldiniz. Bugün programımız canlı yayınlanıyor ve bugün ben yalnız değilim. Geçen hafta söz verdiğim gibi daha az konuşacağım. Ve kendimi çok iyi hissediyorum çünkü konuğum bence Türkiye’de felsefenin en önemli isimlerinden Oruç Aruoba. Hoş geldiniz!

Oruç Aruoba: Yavaş gel... Hoş bulduk.

Harun Tekin: Felsefeye dair ve felsefi şeylerden konuşacağımızı düşünüyorum. Hazırladığım sorular bizi nereye götürürse. Öncelikle şunu sormak istiyorum. Sizce felsefenin bir özü var mı? Hangi esere felsefi eser diyeceğimizi bilmek için kriterler var mı? Ve bunlar hep aynı mı?

Oruç Aruoba: Herhalde bir tane yok. Ama birden fazla da olsa var. Bir metne felsefi diyebilmemizi sağlayan ölçüler var ama bunlar bir tane değil. Farklı felsefe metinleri için farklı ölçüler olabilir. 

Harun Tekin: Peki Batı Felsefesi ve Doğu Felsefesi için aynı kriterler geçerli mi? Hepsini bir potada, felsefe diye değerlendirmek mümkün mü?

Oruç Aruoba: Doğu Felsefesi deyimi yanlış bir deyim. Çünkü doğuda tam anlamıyla felsefe yok. Çünkü felsefe sözcüğünün kendisi zaten Batı Anadolulu bir kavram. Oradamn başlıyor, oradan batıya doğru gelişmiş bir şey. Ve o biçimi ile doğuda yok. Doğudaki bazı düşünsel metinlere felsefe dememizin sebebi de yine batıda yapılmış olanlar. Çünkü Batı felsefesinin, felsefe olarak ortaya çıkmaya başlamasının en önemli özelliklerinden biri doğuda yok. Bu da dinsel ve mitolojik bakış biçiminden ayrılmak. Doğuda bizim sonradan felsefe adını verebileceğimiz metinlerde bu özellik görülür. Dinsel, en azından mitolojik özellikler taşırlar.

Harun Tekin: O halde felsefe dediğimizde biz, Batı Felsefesi dediğimiz şeyi kast ediyoruz?

Oruç Aruoba: Evet.

Harun Tekin: O zaman artık ben Felsefe diyeceğim, batı felsefesi terimini kenara bıraktım. Felsefenin hayatla ilişkisine biraz değinmek istiyorum. Sokrates’in felsefeyi bulutlardan yere indirdiği söylenir. Başkaları için de başka şeyler söylenir. Ama 200 yıl içerisinde sanki daha öncekinden farklı bir felsefe var. Konusu itibariyle, alanı itibariyle... Belki de bilimlerin gelişmesiyle bağlantılı bir şey bu, felsefenin bazı alanları onlara bırakıp geri çekilmesi… Ama bunu sizin bakışınızdan dinlemek istiyorum. Ne oldu felsefeye gerçekten? Felsefenin hayatla ilişkisi açısından geçirdiği serüveninde Thales’ten bugünde neler değişti? Çok kısa zamanda zor belki ama...

Oruç Aruoba: Kaç cilt istiyorsun? 

Harun Tekin: Üç cilt. 

Oruç Aruoba: Çağdan çağa kültürlerin ve toplumların öteki özellikleri ile birlikte yapılan felsefe de değişiyor. İki tane büyük kopuştan söz edebiliriz. Son 200 yıl dedin, Thales’e kadar geri gidersek baş edemeyiz. Birincisi Decartes’la başlayan kopuş. Sonradan yeni çağ felsefesinin kurucusu sayılır Decartes. Oradaki kopuş, felsefenin bir anlamda bağımsız hale gelmesi ve o zamana kadar özellikle orta çağda dinsel bakış açısına bulaşmış bir halde yapılırken, yine de onları da yabana atmamak lazım, orta çağda da çok önemli işler yapılmıştır. Yalnızca teolojik işler değil. Ondan sonra Rönesans'ın gelmesi ile birlikte, Decartes ile başlayan -yanlış anlaşılması pahasına- laik felsefe gibi bir şey yapılmaya başlamıştır. Yani yalnızca öteki bilgi dallarından değil aynı zamanda dinsel bakış açısından da uzaklaşan bir anlayışın başlatıcısıdır Decartes, ilginç bir biçimde. O yüzden Decartesyanizm kendisinden sonra 200 yıl kadar dinsizlik sayılmıştır.

Harun Tekin: Oysa kendisinin yazdıklarında da bir tanrı motifi karşımıza çıkıyor.

Oruç Aruoba: Tabi ki... Kitabının başlığında var zaten, “Tanrının Varlığının İspatı” diye... Ama şöyle ilginç bir şey yapıyor: “Düşünüyorum, öyleyse varım.” önermesine gelene kadar birçok şeyden şüphe duyabileceğini söylüyor. Bunların arasında Tanrı da var. Tanrı’nın varlığına inanıyorum, ama bu yanlış olabilir diyor. Bundan da kuşkulanabilirim, diyor. Tanrı’nın varlığını da ancak kendisinin varlığının kesin ortaya konuşundan sonra kanıtlıyor.  

Harun Tekin: Yani hala tanrının varlığını kanıtlama ihtiyacı duymakla beraber, bunu kendisinin varlığından sonra yapacak kadar da ileri gidiyor bir yandan.

Oruç Aruoba: Evet. O yüzden de Decartes’dan başlayarak neredeyse bütün filozoflar, yaygın dinsel otoriteler tarafından dinsiz sayılmıştır. Kant, aydınlanmanın büyük filozofu, sansürle başı belaya giriyor din üzerine yazdıklarından dolayı. Ve 100 yıl kadar da yasaklanıyor. Mesela Hegel ve Hölderlin, 1770 doğumludurlar, Tübingen ’de öğrenciliklerinde de arkadaşlar, onlar mesela Kant’ı gizli gizli okuyorlar. Devrimci öğrenci anlayışı altında gizli gizli okuyorlar... Şimdi bu gelişmede şöyle bir şey oluyor. Birkaç tanesi dışında, Hegel’e kadar filozoflar aynı zamanda akademisyen. Yani toplumun eğitim kurumlarında da bir iş yapıyorlar aynı zamanda. İkinici kopuş da Marx ve Nietzsche ile meydana geliyor. Bu kopuş da felsefenin akademi dışına çıkması oluyor. Gerçi Marx doktora yapıyor ama kovulup Almanya’dan sınır dışı ediliyor.

Harun Tekin: Nietzsche’nin de bir profesörlük dönemi var

Oruç Aruoba: O filoloji profesörü aslında. Ama o da erken emekli olup felsefe ile uğraşmaya başlıyor. İkisi (Marx ve Nietzsche) neredeyse çağdaşlar. On küsur yaş fark var aralarında. Onların ortaya koyduğu da akademi içinde yapılan üniversiter felsefe ile üniversite dışında kişisel bir uğraş olarak yapılan felsefe arasındaki fark ortaya çıkıyor ki bu 20. Yüzyıl’da öyle devam ediyor. Bu çok ilginçtir... 20. Yüzyılın en büyük iki filozofu Wittgenstein ve Heidegger. Heidegger zaten hep profesör kalıyor, Wittgenstein gidip geliyor, o da ayrılıyor sonra. Hep akademiyle çok sağlıklı olmayan bir tür ilişkisi vardır ikisinin de.

Harun Tekin: Bir sevgi-nefret ilişkisi mi?

Oruç Aruoba: Ya işte tam içinde bulundukları kurumdan hoşnut olmama ilişkisi.

Harun Tekin: Anlıyorum

Oruç Aruoba: Mesela, Wittgenstein’ın öğrencisi vardır bir tane. Hala yaşıyor mu bilmiyorum. Norman Malcolm... Amerika’da profesör oluyor sonradan, tabii Wittgenstein’ın öğrencisi olması hasebiyle daha çok. Wittgenstein sürekli buna sakın üniversiteye girme, aman uzak dur diyor. Çünkü yalan söyleyeceksin, diyor. Bu seninle ilgili bir şey değil, ister istemez yalan söyleyeceksin, diyor. Onun için git başka bir şeyler yap, insanlara yararlı ol, diyor. İkinci dünya savaşında da mektuplaşıyorlar. O arada askere alınmış veya yazlımış Norman Malcolm. Savaş gemisinin kazan dairesinde görevlendirilmiş. Bunu yazıyor Wittgenstein’a. Wittgenstein da diyor ki, bak aferin ne güzel bir iş bulmuşsun, onu yap. Bırak felsefe ile uğraşmayı, diyor. 

Harun Tekin: Çok güzelmiş. Peki bu iki kırılma noktasından bahsettik. Decartes ve Marx& Nietzsche noktalarında... Bunlar felsefenin yapılış biçimi ile ilgili noktalar. Peki felsefenin dışında bıraktıkları ile ilişkisi bakımından böyle kırılma noktalarından bahsedebilir miyiz? Söz gelimi, Locke’un liberal demokratik söylem üzerindeki etkisi ya da Newton’un, Leinbiz’in fizik üzerindeki etkileri gibi etkiler artık yok mu? Yoksa var da artık felsefenin dili bilimin dilinde olduğu gibi günlük hayatın dilinden çok uzakta olduğu için biz mi farkında değiliz?

Oruç Aruoba: Her zaman hem olmuş hem de garip bir biçimde olmuştur o dediğin etki. Şimdi sen de duymuşsundur, çok bahsedilen bir şeydir. Felsefe'nin, “Herkes gitti, meyhanede yalnız kaldım.” anlayışı. Deniyor ki eskiden tüm bilgi dalları bir aradaymış. Ondan sonra yavaş yavaş bilimler bağımsızlıklarını kazanıp felsefeden ayrılmışlar. Felsefe de tek balına kalmış. Öyle bir şey yok tabi. Aynı insanın farklı metinlerinde, farklı bilgi dallarında işler yapması diye bir şey epey azaldı. Eğer azalan bir şey varsa, o. Mesela Goethe için son evrensel deha derler. İşte renk kuramı da var, şiiri de var, romanı da var. Ne bileyim, seyahatnamesi de var. Her türlü konuda yazmış. Evinde kullandığı tüm alet ve edevatı kendisi de yapabilir durumdaymış. Teleskop, mikroskop falan... Kuramları ile birlikte tabii. Şimdi o bilimlerin çok ayrıntılı hale gelmesi ile böyle bir şey pek olanaklı olmaktan çıktı. Bir de 20. Yüzyıldan başlayarak uzmanlık alanları çok belirgin olarak saptanmaya başladı. Ama yalnızca bir düzenleme açısından. Mesela Foucault var. Görünürde tarihçi, ama bir sürü farklı alanda çok aynı denebilecek işi yapıyor. Tıp üzerine, linguistik üzerine, ne bileyim ceza tarihi üzerine... Bir sürü alanda iş yapabiliyor. O yüzden o anlayışı ayıklamakta yarar var. Geriye kalansa, yine Marx’a ve bir ölçüde Nietzsche’ye geri dönersek, Marx’ın hangi noktada ekonomipolitik hangi noktada felsefe yaptığını ayırt etmek çok zor. Öte tarafta Nietzsche’nin ilk kitabından başlayarak filolog olmasından, eski Yunan uzmanı olmasından kaynaklanan bir sürü özelliği var. Yani herhalde toptan bir şey söyleyemeyiz. Felsefe ile uğraşan olmak ile başka dallarla uğraşan olmayı kesin sınırlarla ayırt etmemiz zor. Ancak kim, hangi yazar diye sorduğumuz zaman böyle bir şey yapabiliriz.

Harun Tekin: Yani o zaman, mesela şöyle bir şey de çıkardım söylediklerinizden: felsefenin bir yalnız kalma ve dolayısıyla depresyona girme halinden bahsedemiyoruz. Konularının daraldığından da mı bahsedemiyoruz? Çünkü, çok çok sınırlı Kant ile ilgili fikirlerim beni bir noktaya getirdi ve o noktada onun psikoloji teorileri olduğunu hatta bütün kritik, saf aklın eleştirisi’nin topluca bir kognitif teori olarak algılanacağını düşündüm. Ama böyle bir şeyi bugün herhangi bir felsefeci yapmaya kalksa, Kant kadar büyük bir deha olmadığından da olabilir ama, belki de başka sebeplerden, belki psikolojinin bir bilim dalı olarak gelişmesinden dolayı, o konuda o rahatlıkta ve o biçimde yazamayacak olmasından da kaynaklanabilir diye düşünüyorum. Böyle bir konu daralması anlamında bir yalnız kalma hiç mi yok? Yani zaten bunlar zaten felsefenin konusu değil miydi? Yoksa hala konusu mu?

Oruç Aruoba: Felsefe garip bir bilgi dalıdır. Şöyle söylemeye çalışayım. Tabi akademik kurikulumları dışarıda bırakıyorum. Akademik olarak, her çağda her topluma göre de değişen bilgi felsefesi, toplum felsefesi, etik, estetik diye birtakım bölümlendirmeler vardır. Bunların toplu olarak ele alınmasıyla da felsefenin genel alanının oluştuğu düşünülür. Bunun dışında ise, filozoflara baktığımız zaman…  Filozofla felsefeci ayrımı var biliyorsun Türkçe’de, çok önemli bir ayrımdır. Filozofa yalnızca felsefe metni üreten değil, kendisinden sonra da başkalarının içinde iş görebileceği yeni bir alan açan adam diye bakarsak- başka kimsenin farkında olmadığı bir bilgi alanını kendileri kurmuşlarıdır, ortada yokken. Onların yaptıklarında o zaman her seferinde şuna bakmak durumundayız: o alan daha önce olmadığına göre ve ilk defa onunla ortaya çıktığına göre, bir tür kendi nesnesini üreten bilgidir felsefe. O yüzden her bir filozofta o soruyu yeniden sormamız gerekir. Bu neyle uğraşmış da bu alan oraya çıkmış?

Harun Tekin: Neyi üretmiş?

Oruç Aruoba: Neyi üretmiş? Kendi nesnesini kendisi ortaya koymuş ve onun üzerine bir şeyler koymuş. Bu felsefenin çok genel özelliklerinden birisidir. Bir felsefe metni aynı zamanda kendisinin üretilmekte olduğunu da hesaba katar. Yani her seferinde ben şimdi ne yapıyorum diye bir soru sorar kendisine filozof. Ben şu anda şunu yapmaktayım, diye bir bilinç gerektirir. Diyelim ki bir kimyager laboratuvarında bir şeyler yaparken acaba kimya nedir, ben nasıl bir kimya yapıyorum falan diye sormaya kalkışmaz. Kalkışırsa zaten kimya yapamaz. Ama felsefe ile uğraşan sürekli böyle bir didişme içerisindedir kendi kendisi ile. Ben şimdi bunu diyorum ama, böyle dememin anlamı ne? Nereye bir gönderme yapmış oluyorum bunu söylemekle diye sürekli bir şey içindedir.

Harun Tekin: Peki bu didişme ve bu kimyacının didişmemesi arasındaki ilişkiyi... Yani birazcık da bilim felsefesini deşecek olsak o alanda da karşımıza enteresan şeyler çıkabilir gibi geliyor bana. Yani kimyacı didişmiyor ama birilerinin de didişmesi lazım. Çünkü birleri kimyacının ne yaptığı ile ilgili kimyacının yaptığından daha derin bir düşünme eylemi içine girmezse kimyacının pek çok olmayacak şey yapması mümkün. Yanlış yerlere gitmesi mümkün. Bu alanda felsefenin bilimle ilişkisi nasıl bir ilişki? Sorunlu bir ilişki gibi geliyor bana. Örneğin bu özellikle teknolojik atılımlarla dolu 20. Yüzyılda etik konular da devreye giriyor. Mesela atom bombası, çevreyle ilgili pek çok konu... Örneğin yapay zekâ ile ilgilenen bir profesör “Fazla teknoloji her zaman iyidir.” demişti. Mesela böyle bakışlar olabiliyor ve felsefi anlamda da arkası çok dolu olmayabiliyor. Ben de ilk tepki olarak “bilim adamları felsefecilerin alında bir yerde olsalar, bir danışman statüsünde falan, daha iyi olur” gibi bir platonist yaklaşıma gitmiştim ama, bilmiyorum. Ne düşünüyorrsunuz? Bilim adamları yerine düşünen felsefeciler ne kadar etkileyebiliyor onları?

Oruç Aruoba: Çok fazla değil tabi. Senin dediğin gibi danışmanlık, kılavuzluk, yol gösterme gibi bir iş yapmıyor tabi. Ama şu var, her bilim dalı için muhtemelen söylenebilir. İki durumda; bir ilk kurulurken, bir de Kuhn’un anlamında bunalıma girdikleri zaman. Bu iki dönemde... Ki bu dönemler de aynı sayılabilir. Çünkü bunalımdan sonra yeniden kurulacaktır bu bilim dalı. Yani bir devrim geçirecek, Kuhn’un deyimiyle ve yeni bir normal bilim olacaktır. Devrimci bir bilim süresi geçirdikten sonra yeniden kurulacaktır. Bu dönemlerde işte felsefe denen şeye ihtiyacı olur bilim adamlarının. Genellikle de onlar kendileri yaparlar bu işi. Ama o sırada bilim adamı değil, felsefeci olarak iş yapmaktadırlar. Yani bu sorular ne? Benim alanım nasıl bir alan, benim uğraştığım nesneler ne tür nesneler? Ben nasıl bir bilgi türü koyuyorum ortaya?

Harun Tekin: Ben ne yapıyorum?

Oruç Aruoba: Ben neyi nereye kadar bilebilirim? Gibi soruları sormaya başladıkları zaman artık felsefe yapıyorlardır. Bu soruları sonra ihtiyacı ortadan kalktığı zaman da kendi normal bilimlerini yapıyorlardır yine Kuhn’un anlamında. Şimdi bu türden soruları sürekli sorarsa bir bilim adamı bilimini yapamaz. Ben çok önem veririm Thomas Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı diye çok önemli bir kitabı vardır. 20. Yüzyıl, 1956 falan galiba... Mesela şunu hep düşünmüşümdür. Bu Kuhn’un kitabını okuyup da dönüp kendi uğraşına bakan bir bilim adamı herhalde istifa eder giderdi.

Harun Tekin: Kesinlikle. Ben de öyle bir şey düşünmüştüm. O kadar derinlemesine bir kafa yormayla baş edemez çünkü.

Oruç Aruoba: Evet. Şunu çok açık bir biçimde gösteriyor ki, bilim topluluğu dediği şey, en temelinde bazı sorgulanmamış, neredeyse inanç denebilecek birtakım şeyler üzerine kurulu.

Harun Tekin: Metafiziksel önermeler üzerine mi?

Oruç Aruoba: Meteafizik önermeler, inanç. Çok ilginç bir örnek vardır. Newton’un şöyle bir temel düşüncesi vardır: Zaman ve uzam, tanrının duyu organlarıdır, der.

Harun Tekin: Bunun üzerine kuruyor yani aslında değil mi?

Oruç Aruoba: Yani kafasının arkasında böyle bir şey var. Biz bugün buna bakmıyoruz tabi. 1/2 GT2’ye bakıyoruz ama, kafasının arkasında bulunan böyle bir şeyler var ve bunlar da gerekli. Çünkü bir bilim, dönüp de kendi kendisini temellendiremez. Ancak başka yollarla, ya da başka bir bilgi kurma biçimi ile kendisini en temelinde temellendirebilir. Senin metafizik dediğin şey... Aristotales’in sonradan “Metafizik” adı verilmiş olan kitabında sözünü ettiği, aslında ilk felsefe der ona “proto philosophia” yani en baştaki ve ilk anlamında. Yani varlık nedir? Var olanlar ne türdendir? Nasıl ne özellikleri vardır? Yani o sonradan “ontoloji” adını verdiğimiz şey. Şu ya da bu biçimde varlık anlayışı olmayan bir bilgi adamı, bilim adamı zaten olamaz. Bilim adamlarının hepsinin kafalarının arkasında, düşünülmemiş de olsa, önce varlıkla sonra nesneyle sonra bilgiyle sonra kendi nesne alanlarıyla, kendi uğraşları ile ilgili birtakım anlayışları ya da kabulleri vardır. İşte bunlar dile gelmiş olsaydı o da onun “felsefesi” olurdu.

Harun Tekin: Ve o varlıkla ilgili dipte yatan önermeler diyebilirsek bunlara, bunlar herhalde doğaları gereği de bilimsel olamazlar herhalde.

Oruç Aruoba: Olmazlar tabi. O konuda Wittgenstein da Heidegger de 20. Yüzyılda birisi adını vererek, birisi adını pek vermeyerek ontoloji yapmışlardır aslında, en temelde.

Harun Tekin: Bir nefes alalım mı artık?

Oruç Aruoba: Peki alalım.

 

----------- MÜZİK ARASI (Mahler, Um Mitternacht)——————

 

Harun Tekin: Evet, sohbetimize kaldığımız yerden değil de başka bir yerden devam etmek istiyorum ben. 20. Yüzyılda Wittgenstein ve Heidegger dedik. Daha öncesine dair Descartes, Nietzsche, Marx göndermelerimiz oldu. Peki 21. Yüzyılla ilgili öngörüler var mı? 21. Yüzyıl’da insan kültür ve uygarlığının nasıl bir parçası olacaktır size göre felsefe? Gerçi çok spekülatif bir soru olarak algılanıp hiç cevaplanmamaya bile razıyım. Ama böyle bir vizyonunuz varsa bizimle paylaşır mısınız? 21. Yüzyılda felsefenin rolü ne olacak?

Oruç Aruoba: Çok zor söylemek bunu. Çünkü felsefe tarihinde hep “sonradanlık” denebilecek bir şey vardır. Örnek vereyim: Kant, diyoruz şimdi. Aydınlanmanın büyük filozofu falan. Kant, 1804’te öldüğü zaman, biraz da taşra denilebilecek olan Königsberg’de profesör olarak ölüyor. Ondan sonra dediğim gibi uzun bir süre dinsizlik suçlaması ile… Mesela “Saf aklın eleştirisi” 1. baskısı 1781, şunun için söylüyorum bunu, “Saf Aklın Eleştirisi”, yeni çağların en büyük kitabı. Bugün dünyanın bütün üniversitelerinde, felsefe bölümlerinde, kendisine özel olarak bir seminer ayırılan bir kitap.

Harun Tekin: Bir kitap olarak en büyük etkilerden birinde bulunmuş kitap felsefe tarihinde.

Oruç Aruoba: Evet. O zaman ne düşünebiliriz? Diyebiliriz ki işte 1780 olmuş, herkes kitapçıların önünde kuyruk olmuş bekliyor. Hala çıkmadı mı Saf Aklın Eleştirisi diye... Yedi sene sonra 1787’de metinde bazı değişiklikler yapmak istiyor Kant. Yayıncıya başvuruyor. Yayıncı diyor ki, sayın profesör, senin kitap satmıyor. Onun için sen de katılırsan masraflara yaparız ikinci baskıyı, yoksa baksana 240 tane mi ne sattı senin kitap diyor.

Harun Tekin: Bana Unkapanı piyasasını hatırlattı biraz

Oruç Aruoba: Evet. Onun üzerine Kant kendi cebinden masraflara katılıp ikinci baskıyı yaptırıyor. 1787, kitabın üçüncü baskısı ise yaklaşık 100 yıl sonra. 1800’lerde de bu sefer Kantçılık, Yeni Kantçılık, valla billa daha iyi Kantçılık falan diye bir sürü akım meydana geliyor çeşitli Alman üniversitelerinde. Ve işte Kasirer’inkidir en son galiba 1900’lerin başlarına kadar yedi tane ayrı “Bütün Eserleri” edisyonu yapılıyor. Prusya Bilimler Akademisi’nin de “bütün eserleri” edisyonu 1936’da mı ne bitiyor. Yani şunu demeye getiriyorum: şu anda bir yerlerde bir Kant yaşıyor olabilir.

Harun Tekin: Ve biz bilmiyor olabiliriz.

Oruç Aruoba: Yayımlıyor da olabilir ve biz hiç farkında olmayabiliriz. Şu anda adını bildiğimiz birqtakım popüler olmuş felsefe yazarları da olabilir. Ama onlardan bir yüz yıl sonra hiç söz bile edilmeyecektir belki. Mesela Kant’ın döneminde Moses Mendelssohn var. En büyük filozof o. Hiç duydun mu adını?

Harun Tekin: Kant dolayısıyla...

Oruç Aruoba: Kant dolayısıyla duymuşsundur. Bu sonraki Mendelssohn’un dedesidir. Müzisyen Mendelssohn’un dedesidir. Bunlar dönemin kendi algısı içerisinde çok iyi tanınan ve önem verilen adamlar. Kant da işte, Königsberg’li ufak tefek bir profesör.

Harun Tekin: Çok enteresan bu hakikaten. Yayıncının ortak masraflar ile kabul etmesi.

Oruç Aruoba: Aynı şey Wittgenstein’ın başına da geliyor. Tractatus’u altı ayrı yayınevine gönderiyor. Bir tanesi yine onu istiyor. Sen de masraflara katıl diyor. Wittgenstein, Avusturya’nın en zengin adamı o sıralarda. Babası ölmüş, müthiş bir miras kalmış. Kabul etmiyor. Birisi işte, şu numaraları kaldır diyor. Birisi “Bertrand Russell giriş yazısı yazarsa basarım” diyor. Yazıyor Russell, Wittgenstein da “sen hiçbir bok anlamamışsın” diyor. “Yayınlanmasına izin vermeyeceğim yazının” diyor. O yayın evi de basmıyor. En son Russell’a postalayıp “al sen istediğini yap ben bunla uğraşamam” diyor. Çekiyor gidiyor. Bugün Tractatus işte, yeni bir Saf Aklın Eleştirisi’dir aslında. 

Harun Tekin: Burada enteresan bir nokta var aslında benim anladığım kadarıyla sizin söylediklerinizden. Kişisel alan yaratmalardan bahsetmiştik ya. Yani bir felsefeci eğer 22. Yüzyılda örneğin, 21. Yüzyılın önemli felsefecisi, post-modern sonrası dönemin Saf Aklın Eleştirisi’ni yazan adamı olarak tanınacaksa da, böyle bir şeyin olup olmaması belki de bir belirli yeteneğin çıkıp çıkmamasına bağlı olabilir. Yani trendlerle, akımlarla, diğer alanlardaki bilgi akışlarıyla falan hiç ilgisi olmaya da bilir, değil mi? Birisi çıkabilir, veya birisi çıkmayabilir. Ve o birisinin çıkmasının yarattığı yeni alan, yeni olasılıkların da yaratılması anlamına gelecektir. O da bu sefer diğer bilgi alanlarını etkileyebilecektir. 

Oruç Aruoba: Evet, tabii. Çünkü orada ikili bir oluşma söz konusu. Her felsefe yazarının bir yetişişi vardır, yetişme biçimi vardır. Bir ustası vardır gözüne kestirdiği ya da kendisinin bulduğu. Ya da sahiden öğretmeni olan... Ama bir yandan da, senin programının deyimiyle bir “vita activa”sı vardır. Yani kendi yaşadığı bir yaşam vardır ve o yaşamda sorunsal olan şeylerle uğraşırken yaptığı iş vardır. Yaptığı düşünsel iş vardır. Bu ikisi nasıl birleşir, tamamen o kişiye bağlı bir şeydir. Hani üslup kişinin ta kendisidir derler ya, bu felsefede her zaman öyledir. Hem belirgin bir yazma üslubu olmayan birisi filozof olamaz. Kendi, çok belirgin bir üslubu vardır. Görünce hemen tanırsın. Bir edebiyatçı, bir şair gibi. Hem de tamamen kendine özgü bir sorunlar dizisi, sorunlar öbeği vardır. O tamamen kendi kişisel hayatını, ilişkilerini falan ilgilendiren bir şeydir. Ondan hareketle ortaya koyduğu düşüncelerde tabii bu her zaman gözükmez, bilinemez ama o her zaman vardır. O yüzden nasıl bir felsefe yazarı bugün nerelerden çıkar, nerelerden çıkmıştır da bizim haberimiz yok, onu önceden kestirmek mümkün değil.

Harun Tekin: Anlıyorum. Yani nasıl bir 20. Yüzyıl felsefesi olacağı da kimlerin çıkacağına bağlı olarak şekillenecek

Oruç Aruoba: Evet.

Harun Tekin: O zaman, bekleyip görmemiz gerekiyor. 

Oruç Aruoba: Evet.

Harun Tekin: Peki, bekleriz biz de ne yapalım. Programın yavaş yavaş sonuna geliyoruz. Belki felsefenin biraz dışına çıkacağız ama ben size her konuğuma sormayı düşündüğüm bir soruyu sormak istiyorum. Dünyanın ve insanlığın serüveninde, gelecek zaman diye tabir ettiğimiz şeye dair... Bu geleceğimiz bizim nasıl görünüyor sizce? Karanlık mı? Aydınlık mı? Yoksa idare eder mi? Yoksa böyle bir şey düşünmeyi de, aynı felsefede işte “bir felsefeci şu anda bugünün Kant’ı olarak yazıyor olabilir ve biz farkında olmayabiliriz” gibi etkenler dolayısıyla bilinemez olarak mı görüyorsunuz?

Oruç Aruoba: Hayır, değil. Epey karamsar düşüncelerim var. Kötüye gidiyor tabi çok kısa kestirmeden söylersek. Yani bir, muhtemelen bu şeyler gibi, Eski Mısır, Hititler, Asurlular falan... Onlara benzer bir son görüyorum insanlığın önünde. Bütün dünya büyük bir Amerika olacak. Zaten olmağa başladı bile. Mc Donalds, Coca Cola bunların öncüleri. Bütün dünya böyle bir tekdüze, tek biçimli bir kültür haline gelecek ve öyle olduğu için de, çünkü kültürde çeşitlenme olmadığı zaman, yıkım gelir. 

Harun Tekin: Her türlü evrimde öyle değil mi?

Oruç Aruoba: Evet. Böyle bir hale geleceğiz ve herhalde bu uygarlık yıkılacak. Deminden beri Wittgenstein diyoruz. Wittgenstein, ikinci büyük yapıtında yanılmıyorsam 1947 ya da 1948 tarihini taşıyan bir giriş yazmış. “Bu karanlık çağda” diye bir deyim geçiyor içinde. 45’ten sonra, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bütün dünyada müthiş bir yenileşme, modernleşme falan gibi bir duygu var. Halbuki o karanlık çağ olarak görüyor. Ondan ya biraz önce ya biraz sonra da yazdığı bir küçük not var: Bu uygarlıktan, belki bir gün bir kültür doğacak, diyor. O zaman, diyor 17., 18.,19. Yüzyılın başarıları çok farklı bir ışıkta görülecek diyor. Yani daha bir kültürü olmadığını söylüyor 20. Yüzyılın. Bir kültür sahibi olmadığını söylüyor.

Ben başka bir alandan bir örnek vermek istiyorum. Bir zamanlar onun üzerine düşünmüştüm. Şimdi otomobili ele alalım. Otomobil tam 20. Yüzyıl şeyi. 1887 midir, 1889 mudur nedir ilk otomobilin icadı. Yüzyılını yeni kutladı yani. Sactan yapılıyor ve petrol türevlerinden yapılıyor. Şimdi sac neyse bir recycling dedikleri bir iş var o yüzden, hurdaların yeniden dönüştürülmesi ise bir miktar gidecek. Ama, sonlu. Öte yandan petrol zaten sonlu, bitecek. Rezerv dedikleri şeyler var, dünyada bunlar da belli sayıda. Şu kadar ton... Kaç tonsa. Halbuki bir bakıyoruz herkes çılgınca otomobil üretiyor. Dünyanın bütün ülkeleri. Yani hele Uzak Doğu’da Kore, Endonezya iyice çıldırmış durumda. Sürekli otomobil üretiyorlar, yol yapıyorlar, dolayısıyla, mecburen. Hâlbuki bitecek. Şimdi otomobilin yerini aldığı şeyi düşünelim. Türkçenin çok güzel bir biçimde adlandırdığı iki tane şey: Atla ot. Atla ot, hiçbir zaman tükenmeyecek şeylerdir. At otla beslenir. At da otu besler. Yağmur da yağar. Su da herhalde bitmeyecek. İşte bunların yerine bizim bu uygarlığımızın koyduğu, otomobil. 

Harun Tekin: Ve bunun dolayısıyla su da bitecek herhalde

Oruç Aruoba: Suyu da halledeceğiz herhalde. O da o kadar kirli hale gelecek ki. Kuzey kutbunda bir metrelik buz tabakası erirse, mesela İngiltere adasında içilebilir su kalmayacak. Deniz suyu dolacak her tarafa. 

Harun Tekin: Evet bunları başardık yani 20. Yüzyılda.

Oruç Aruoba: Evet. Çok iyi becerdik. Akdeniz’de plankton türlerinden %70 küsuru yok olmuş durumda. Yani denizdeki besin kaynağının en temelinde duran planktonların türlerinin %70'i yok. Bir daha olmayacak, bir daha ortaya çıkmayacak.

Harun Tekin: Şey diyebiliriz herhalde. Sizin kültür çeşitliliğinin yok olmasından bahsettiğiniz anda aklıma gelen şey, insanın ve diğer biyolojik türlerin de evrimindeki çeşitliliğin de, aynı kültür dolayısıyla, aynı uygarlık dolayısıyla yok olduğunu da söyleyebiliriz. Kötümser bir cuma akşamüstüne de yelken açarız bu şekilde. 

Çok teşekkür ederim konuğum olduğunuz için. Çok zevkli ve değerli bir 50 dakikaydı benim için. 

Oruç Aruoba: Teşekkür ederim.