Obezitenin Ekonomik Yükü

-
Aa
+
a
a
a

Vegan Sağlık Programı’nın bu haftaki konusu obezitenin ekonomik yüküydü. Konuğumuz Dr. Alp Sirman’la konuştuk.

Vegan Sağlık: 24 Ocak 2018
 

Vegan Sağlık: 24 Ocak 2018

podcast servisi: iTunes / RSS

Programın, kimilerine göre ekonomimize büyük bir darbe, kimilerine göreyse bir ekonomimizde dönüm noktası olan 24 Ocak Kararları’nın yıldönümüne denk gelmesi önemli bir ayrıntı. Belki de obezite konusunu böyle vehametle konuşmamızın en önemli nedenlerinden biri... Karar dinleyicilerin...

Kevser Başkara: Merhabalar Alp Bey, Türkiye ve dünyada ciddi bir halk sağlığı sorunu olan obeziteyle ilgili belirli konular konuşulur. Peki, obezitenin tek nedeni yanlış beslenme mi?

“Obezitenin tek nedeni yanlış beslenme değildir.”

Alp Sirman: Obezitenin tek nedeni yanlış beslenme olamaz. Vücudumuz, bizim 200.000 yıl öncesine kadar programlanmış olan metabolizmamızın 200.000 yıl sonra besinin çok olduğu bir ortamda yaşamaya alışamamasından kaynaklı fazla aldığımız maddeleri depolama şeklinde çalışıyor. Vücut fazla aldığı maddeleri depolamak zoruna kalmış, milyonlarca yıl boyunca açlık çekmiş çünkü.

K.B. Aslında kışa hazırlık yapmak istiyor vücut.

A.S. Tabii ki...

K.B. Depolamayı nelerle yapıyor, çevremizde hazır gıdalar, gıda demeyelim de ürünler... İşlenmiş şeker, katkı maddesi dolu, kolay ulaşılabilen ürünler olduğu için bu depolamalar artıyor, depolamalar arttıkça da obezite artıyor, obezite arttıkça da birçok hastalık artıyor ve politikaların iyileştirilmemesi nedeniyle de bundan dolayı başka sıkıntılar ortaya çıkıyor.

A.S. Şöyle kronolojik bir şey girelim bence, birincisi bizim vücudumuz aldığı kalorinin fazlasını yağa çevirerek depolamak durumunda ve bunu özellikle de karın çevresinde yapmak zorunda ki soğuktan iç organlarımız az etkilensin. Vücudumuz normal koşullarda şekerli ürünleri sadece sonbaharda bulabiliyordu - meyvelerin olgunlaştığı dönemde- bunları ne kadar çok yerse, o kadar da kışı çıkarabilme imkanı buluyordu. Bu, sadece insanlarda değil, bütün memelilerde böyle, sadece memelilerde bile değil. Amazon’da yaşayan bir balık var, balık o dönemde suya düşen meyveleri yiyerek şişmanlamaya çalışıyor. Bahsettiğim, doğal ve mevsimsel bir döngü, bundan dolayı obeziteye doğru mevsimsel bir eğilimimiz var ve bu eğilim yıllarca bizim yaşamamızı sağlamış. İnsülin direnci denilen şey de bir hastalık gibi düşünülse de değil. İnsülin direncinin nedeni de bu evrimsel durum. Ama ne oluyor, biz 10.000-15.000 yıl önce tarımı sağlıyoruz ve birdenbire besin problemi yaşamamaya başlıyoruz; ancak obezite problemi yine yaşanmıyor. Ne zaman başlıyor obezite problemi? 1980’lerden sonra başlıyor ve sonra artış gösteriyor.

“Besin endüstrisi dünyadaki en önemli problemlere yol açan endüstridir.”

 

K.B. Bu ürünlerin hayatımıza girdiği zamanlar?

A.S. “Ürünlerin hayatımıza sokulduğu zamanlar “ desek daha mantıklı, çünkü bu bir endüstri ve -hep suçlanırız ya biz ilaç endüstrisinin adamıyla çalışıyor diye- aslında besin endüstrisi dünyadaki en önemli problemlere yol açan endüstri.

K.B. Aslında, bu işlenmiş ürünlerden bahsederken “besin” denilen şeyin tanımını yapmak akıllıca olacaktır. Dışarıda satılan bu hazır paketli ürünler “besin” olarak geçmiyor, “besin benzeri ultraproses yani çok işlemden geçirilmiş ürünler”... Besine benzemiyor, ama besin gibi...

“Bir içeriğin besin olabilmesi için besleyici olması gerekiyor, paketli hazır ürünler besin değil, bu ürünler lezzetli olması hedeflenmiş ancak besleyici olması hedeflenmemiş ürünler.”

A.S. Besin olması için besleyici olması gerekiyor öncelikle, endüstriyel bir besin besleyici olamıyor. Onlardaki amaç, mümkün olduğunca ucuza maledilmiş, rafta ömrü mümkün olduğunca uzun tutulan, çok lezzetli olması hedeflenmiş ama besleyici olması hedeflenmemiş ürünler... Dolayısıyla bunlara besin denemiyor. Michael Pollan paketli ürünleri “Yenebilir, besine benzer madde” olarak tanımlıyor.

K.B. Peki, insanlar niçin bu ürünlere yöneliyor?

A.S. Yönelmek zorunda bırakılıyor.

K.B. Yönelmek zorunda bırakılıyor, çünkü köylerde artık tarım yapılamıyor. İnsanlar şehre akın akın göçler yapıyor.

A.S. Sadece orada da başlamıyor. Bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan bir trend. İkinci Dünya Savaşı sırasında kadınlar, orduya mermi yapıyorlardı; fabrikalarda çalışıyorlardı; orduya da yüksek oranda yiyecek hazırlayan fabrikalar vardı. Savaş bittikten sonra dendi ki “Siz işe gidin, biz sizin için yemeklerinizi hazırlarız, sizin için yemeğinizi böyle almak çalışmanızdan çok daha ucuza gelir. Böyle yaşayarak çok daha zengin olursunuz.” Yeni bir tür yaşam şekli...

K.B. Tabi, bu durum insanın işine geldi.

A.S. Bu gittikçe arttı, fakat ondan sonra yemeklerin nasıl daha ucuza mal olacağı hesaplanmaya başlandı. Sonuçta, her şey tütün ürünlerinde olduğu gibi oldu: hazır yiyeceklerin modası dışarıda bilgi azaldıkça üçüncü dünya ülkelerine doğru kaydırılmaya başlandı, buralarda yöresel mutfak ürünleri, paket ürünler artmaya başladı.

K.B. O ürünlerin etiketinde %100 doğal yazıyor, ama içinde binlerce yapay madde var.

“Katkılar, yiyeceklerin daha kolay ve hızlı hazırlanmasını sağlıyor. Ama katkılar sağlığa direk olmasa da indirek zararlar veriyor.”

A.S. Yapay maddelerin de olması zorunlu, siz kakao yapmaya kalksanız, normal kakaoyu koysanız sütle karıştırmak için canınız çıkar onu çözene kadar, halbuki hazırı bir anda çözünüyor, çünkü içinde deterjan gibi madde var, onun bir an önce dağılmasını sağlıyor. Katkılar bunu, kolay yapılmayı sağlıyor. Katkılar aynı zamanda direkt olarak zarar vermese de indirek zararlar veriyor.

K.B. Geçen bir arkadaşım bir pizzanın çeşnisinin fotoğrafını gönderdi, silikon dioksit var içinde (Silikon dioksit cam ve çimento sanayinde kullanılan bir madde.) İçeriğini bilmiyoruz yediklerimizin, etiket okuma bilincimizin gelişmesi oluşturulmalı, çünkü bu ürünler hayatımızda var ve ancak etiketlerini gördüğümüzde ve bildiğimizde vazgeçebiliriz belki tüketmekten.

A.S. Şöyle bir şey yapılabilir, hatta bunun üzerinde çalışan tanıdığım insanlar da var: Besinlerin üzerindeki besin değerlerinin olduğu tablo bir QR kod halinde yazılabilir.

K.B. Sağlıklı mı sağlıksız mı olduğunu belirtmesi için...

A.S. Telefonunuzdaki QR kod okuyucu, aldığınız şey neyse size sağlıklı mı sağlıksız mı olduğunu söyleyebilir. Ancak, şu var: Şeker mesela çok tehlikeli, içeriklerde çok kullanılıyor, çünkü koruyucu bir özelliği var, hem de ucuz; 56 ayrı isim altında bulunabiliyor. Modifiye nişasta gibi isimler altında... Benim burada en çok üzerinde durmak istediğim konu, transglutaminaz. Bu, sizin de ilgilendiğiniz bir konu.

K.B. Glutenle ilgili testleri pozitif yapıyor.

A.S. Evet, bu aslında çok korkunç bir şey, gluten duyarlılığını tespit etmek için antigliadin testi yapılıyor. Bu hazır içerikler, o testi pozitif yapıyor. Bütün marketlerde glutensiz ürünler reyonları var, glutensiz ürünlerin lezzetli olması için içine daha çok yağ konuluyor.

K.B. Şeker de çok fazla konuluyor.

A.S. Ama, işte gluten duyarlılığının bu kadar yüksek olmaması gerekiyor. Bu konuyu sonra biraz araştırdım, birkaç yazıya ulaştım. Bu katkılar transglutaminazı pozitifleştiriyor. Bir de fruktan diye bir madde var, meyve sularına konuluyor.

K.B. Doğal olmayan diyet lifi...Obezitenin bunların dışında çok nedeni var aslında, şehirlerin buna uygun planlanmaması, insanın sağlığı için ergonomik olmaması, yolların planlanmasındaki sıkıntıların yolda geçen zamanın uzamasına neden olması, tüm bu nedenlerden dolayı evde gelip yemek yapmaya takatimiz kalmıyor. Bunlar böyle zincirin halkaları gibi birleşiyor.

“Şehirleşmenin insan sağlığına uygun planlanmaması, dinlenme ve yemek yapma zamanlarımızı yollarda egzoz dumanı soluyarak harcamamıza neden oluyor. “

A.S. O zincir tarımın ve hayvancılığın ortadan kaldırılmasıyla başlıyor. Bu kadar insan şehre boşuna gelmedi, çalışabilmek için geldi. Tarım ve hayvancılık olsaydı şehre bu kadar göç olmayacaktı, şehre bu kadar göç olmasaydı, şehirler bu kadar üstüste oluşmuş binalardan oluşmuş halde olmayacaktı. Ulaşım yanlış olmasaydı, biz günde 4-5 saatimizi yollarda harcamıyor olacaktık, kısaca bütün bunları üstüste koyduğunuz zaman fasit (bozuk) bir daire oluşuyor, tarım olmadığı için kötü beslenmek zorunda kalıyoruz, trafiğin içinde tıkanıyoruz, aynı zamanda egzoz gazı kokluyoruz, sonra da bütün öğrenme, dinlenme ve yemek yapma zamanlarımızda egzoz gazını soluyarak yollarda harcıyoruz.

K.B. Bu arada, hayvancılık dediniz ya, iklim ile ilgili raporları değerlendirdiğimizde karşımıza hayvancılığın aslında ne kadar iklim krizine neden olduğuna da değinmiş olalım, o da ayrı bir konu, o konuyu da Ömer Madra ile 2 Şubat tarihinde bu programda işleyeceğiz. Bunu da söylemiş olalım.

A.S. Şöyle bir şey var yalnız, oradaki hayvancılık bizim söylediğimiz hayvancılık değil, sürdürülebilir tarımdan bahsediyorum. Halbuki, hayvanlardan çıkan metan gazı sera gazı etkisini en çok yapan gaz, karbondioksitten daha fazla sera gazı etkisi yaratıyor, karbondioksitten 26 kat daha fazla sera gazı etkisi yapıyor. Ama, o fast food endüstrisi için gereken ürünlerden kaynaklanıyor. Endüstriyel hayvancılık ile fast food ürünlere gereken malzemeyi hazırlamak hedefleniyor. Normal insanın beslenmesi için gereken hayvancılık hiç o kadar çevreye etki edecek düzeyde değil.

K.B. Aslında beslenmemiz için hayvanlara da ihtiyacımız yok, onu da başka bir programda sizinle tartışırız.

A.S. Tartışmam ki bu konuyu... (Gülüyor)

K.B. Bence tartışalım, güzel olur sizinle tartışmak (gülüyor). Şimdi, obezitenin maliyetleri var haliyle, bunlar direk ve indirek maliyetler, benim en çok kafama takılan konulardan biri de şu: Obeziteden faydalanan bir sektör de var aynı zamanda.

A.S. Birçok sektör var.

K.B. Obeziteyi tedavi etmenin yanında “Obezite kalsın, biz işimize bakalım.” deniyor gibi. Besin intoleransı testleri, sağlık uzmanı olan/olmayan kişilerin bu konuyla ilgili bilimdışı faaliyetleri, bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Birinin isminin ya da soyisminin adıyla başlayan diyeti olarak biten tamlamalar... Bunları ne yapacağız? X diyeti, Y diyeti, “Bunu uyguladım şu kiloyu verdim.” şeklindeki paylaşımlar...

A.S. Bu işin bence süs kısmı, yani obezitenin problemlerinden yararlanan çok ciddi bir besin endüstrisi var.

K.B. Diyet ürünler...

“Obezite alt gelir grubunun problemi, obeziteden asıl zarar görenler yürüme şansı olmayanlar, bütün gününü toplu taşımalarda geçirenler; sorunun özüne inmek, parası az olduğu için doğru dürüst beslenemeyen ve bu yüzden obez olan kişilerle ilgilenmek gerekiyor.”

A.S. Diyet ürünleri bırakın, beslenmemiz yanlış, mısır gevreklerini, suda eriyen yulafları düşünün, bunlar yıllardır sağlıklı besin olarak öneriliyor. Medyaya büyük reklam verenler bunlar, bu kısım zararın çok az bir bölümü, çünkü obezite genel olarak alt gelir grubunun bir problemi, yani sizin o söylediğiniz kişiler, “Gel ben seni muayene edeyim, bir de kitap vereyim.” diyenler, obezitenin alt grubuyla ilişkili insanlar değil, esas obeziteden zarar görenler yürüme şansı olmayan, bütün gününü minibüste, otobüste geçirenler, parası az olduğu için doğru dürüst beslenemeyen ve bu yüzden obez olan kişilerle ilgilenmek gerekiyor. Diğerlerinin ellerinin altında kitapları var, bilgiye ulaşmaları mümkün, ama bu gruptakiler de hala yanlış kişilere inanıyorlarsa biraz doğal seleksiyona bırakılmaları taraftarıyım.

K.B. Fast food, şekerli içecek ürünleri alanlar genelde düşük ya da orta gelirli insanlar. Mesela, gidiyorsunuz 10 liraya fast food menü yiyebiliyorsunuz, kişi düşünüyor, burada on liraya yemeyip evde yapsam, daha zor. Evde kendi yemeklerini yapmaktan uzaklaşıyor.

A.S. Birincisi çok ucuz ve çok lezzetli. Ama sorun ucuz ve lezzetli olmanın dışında, bilgisizlik ve alternatifsizlik. Genel olarak kazanılan paraları düşündüğünüz zaman, bu tip ürünlerin, paket çorbaların yenmesi mecbur tutuluyor. Sorun da buradan başlıyor. Belki de yapılması gereken, bu ürünlerin ucuza temin edilmesini sağlamak. Yani ıvır zıvır bir sürü şeye boş boş para vereceğimize... Şunlar, hep batar bana, bomboş duran köprüye her gün 430 bin dolar ödeyeceğimize bu insanların yemeklerine subvansiyon yapılsa bir yerde hem ekonomiye katkı olur; ikincisi hastalıkları azalttığınız için çok daha fazla para kazanırsınız. Gidin, hastanelerde ilaç tüketiminin çoğu obeziteye bağlı hastalıklara bağlı...

K.B. Fazla beslenmeden hastayız...

“Çoğu obeziteden kaynaklı olan “önlenebilir hastalıklar” sağlık giderlerinin %60-75’ini tutuyor.”

A.S. Fazla beslenme, evet... Zaten şu anda açlıktan çok, fazla beslenmeye dayalı sağlık problemleri var; ama bunlar önlenebilir, çoğu obezite ve türevlerine ait olan hastalıklar ve bunlar sağlık giderlerinin %60-75’ini tutuyor.

K.B: Bunlar, kalp damar hastalıkları, diyabet, kanser gibi sonuçları değiştirilebilir hastalıklar, zaten Dünya Sağlık Örgütü de bunları “önlenebilir hastalıklar” diye yayınlıyor.

“Çağın en büyük salgını olan obeziteden kurtulmanın en önemli adımı uygun devlet politikaları geliştirmektir.”

 

A.S. Şu anda bu çağın en büyük salgınındayız ve bu devlet politikası ile düzeltilir, nasıl ki Londra’da kolera salgını oldu, bir doktor bunun çeşme sularından kaynaklandığını buldu, ona göre altyapı düzenlendi, kolera bitti, obezite de çevresel faktörlerin etkisiyle oluştu. Bu konuda diyetisyenlerin şu anda yaptıklarını ben kolera salgınında tuvalet kağıdı satan adamlara benzetiyorum.

K.B. O konuya da ayrıca değinelim. Diyetisyenler olarak özeleştiri de vermemiz gerekiyor.

A.S. Sonuçlarından yararlanmak, sebeplerini çözmekten çok sonuçlarından yararlanmak...

K.B. Benim en çok konuşmak istediğim konulardan biri bu. Tamam, obezite var, bunu tedavi edeceğiz ama bu yapacağımız çalışmalarla daha oluşmadan obeziteyi önleyebiliriz. Olduktan sonra zaten hem o insana külfet hem de onun dışındakilere. Mesela, 2010 yılında Başbakanlık Genelgesi yayınlandı, bu genelge okullarda beslenmenin düzenlenmesi, hareketle ilgiliydi, hareket edelim obezite azalsın diye kampanyalar başladı. Sonra bir anda kayboldu, bu çalışmaya ne oldu, peşine düşülmedi, aslında çok işe yarayabilirdi.

“Obezite bir hastalık, bir salgın.”

A.S. Bence, en çok üzerinde durulması gereken kararnamelerden biri oydu, keşke Kanun Hükmünde Kararnameler’e döndürselerdi onu. Çünkü, burada ciddi bir para harcıyoruz, bir hastalıktan, bir salgından bahsediyoruz. Obezitedeki en büyük problem şurada: “Biraz avokado ye!”, “Birazcık da şunu ye!”, “Birazcık da şu detoksu yap!” türündeki bir işin parçasıymış gibi algılanıyor. Halbuki, bu ciddi bir salgın hastalık!

K.B. Bir de evimizde yemek yapmıyoruz.

“Obeziteyi ‘Sen şunu yiyorsun, az hareket ediyorsun!’ diyerek bireysele indirgiyoruz.”

A.S. Yapmıyoruz değil, yapamıyoruz. Siz işinize yetişmek için sabahın köründe yola çıkmak zorundasınız, akşamın dokuzunda eve geliyorsunuz, bunları yapacak haliniz kalmıyor. İdeal bir yaşam ortamında değiliz. Baştan söylediğim şey: En büyük hata insanların suçlanması, işte “Sen şunu yiyorsun, az hareket ediyorsun!” diyerek konuyu bireysele indirgiyoruz.

K.B. Bireysele indirgiyoruz. Aslında bireysel değil, toplumsal bir sorun bu.

A.S. Bireysel değil, bu bir sonuç.

K.B. Bir de sizin çok fazla ilgilendiğiniz bir konu olan çağdaş ulaşım modelleri geliştirme konusu var. Sağlıksız şehirlerde yaşıyoruz. Kendi hayatımı düşünüyorum, o kadar kalitesiz bir hayat ki, yollarda geçen 5-6 saatler, yoğun bir çalışma temposu, park yok, yeşil alan yok, spor yapabileceğimiz, bizi spora teşvik edecek bir şey hemen hemen yok, çok az ve de azalıyor gitgide.

A.S. Bilgi yok.

K.B. Bilgi yok, sağlık giderleri artıyor, buna çare ararken sürdürülebilir bir şehir nasıl oluşturulabilir konusuyla ilgilenmeliyiz. Sürdürülebilir bir şehir oluşturduktan sonra obezite azalacak.

A.S. Bu bir sonuç olacak zaten, ama şöyle bir şey var: Bizde hala park dediğiniz zaman marjinal olarak algılanıyorsunuz. Çok sık tekrarladım bugünlerde ama, böyle algılanıyor. Çevre, ağaç filan dediğinizde bu bir marjinal iş olarak görülüyor. Halbuki, hepimiz oksijen soluyoruz. Sen parklara karşı isen alternatif bir solunum sistemi bulmuş olman gerekiyor ya da senin çocuğunun alternatif bir solunum sistemiyle bunlardan uzak duruyor olması gerekiyor, bunu bizle de paylaşırsan biz de rahat ederiz, en azından sorun olmaz. Ancak, şu var: Yeşil alanlar ve hareket edebilme bir sağlık yatırımı olarak düşünülmeli. Dev hastaneler yerine dev parklar yapılsa keşke...

K.B. Dev alışveriş merkezleri yerine belki...

A.S. ...toplum hem daha sosyal olur, hem daha sağlıklı olur. Oraya harcanacak paraları gelişmemize harcarız. Yani, bizde işin mantığını ters kuruluyor.

K.B. Bence temel yok, bir şey yapılmak istenniyor gibi görünüyor ama, bir şey yapılmıyor. O kadar çok diyetisyen mezun oluyor her yıl, bu meslektaşlarımızı düzgün bir şekilde bu alanlarla ilgili eğitsek, belirli yerlerde konumlandırsak, insanlara sürekli bir eğitim versek... Tek çözüm bu değil tabi.

“Diyet eşittir zayıflama, diyetisyen de zayıflatma uzmanı olarak algılanıyor. Ama, diyetisyenlerin zayıflama endüstrisindeki görevleri, zayoflatma değil sağlıklı beslenmeyi öğretmektir.”

A.S. Hep söylüyorum ben, diyetisyenlerin zayıflama endüstrisindeki görevleri, sağlıklı beslenmeyi öğretmektir. Zayıflama uzmanlığı değildir. Ama, neyse Radyo’da ilk defa söylüyorum (gülüyor). Diyetisyenlerin zayıflama uzmanı olarak tanınmasının tek nedeni tercüme hatası. Diyet eşittir zayıflama, diyetisyen de zayıflatır (!) Böyle bir şey yok.

K.B. Mesela besin ve gıda da aynı şey değildir. Birbirinin yerine kullanılıyor ama, diyet, kişinin günlük alması gereken besinlerin toplamı ve bunun yaşam alışkanlığı haline gelmesi, ama dediğiniz gibi diyet kelimesi hep zayıflama olarak algılanıyor. Medya, bu noktada ele alınabilir. Medya bunu pohpohluyor. Ürünler ve obezite... Medyanın burada çok büyük etkisi var.

A.S. Medya bunu pohpohlamak durumunda, medya ne yapsın?

K.B. Yaptırımlar olmayınca...

A.S. Yaptırımlar olmayınca derken, şöyle düşünün medyayı ayakta tutan reklamlar. Bugün siz herhangi bir anaakım medya kuruluşuna doğru dürüst bir diyet ve beslenme programı yaparsanız, o kanalın yayınlarının reklam verenlerinin %60’ını kötülemiş olmanız gerekiyor. Kim yapabilir bunu? Açık Radyo yapar belki. (Gülüyor) Mantıklı hareket etmek de lazım, bunun yapılamaması her zaman keyfiyetten kaynaklanmıyor. Bizim ülkemizde her şey çok kolay gitmiyor, ödenecek maaşlar var. Dediniz ki “Şu krem çikolataları yeme.” veya “Şu kolalı kahverengi içecekleri içme” Bunları söylediğiniz zaman siz öğle kuşağındaki reklamı neyle dolduracaksınız?

“Bugün siz herhangi bir anaakım medya kuruluşuna doğru dürüst bir diyet ve beslenme programı yaparsanız, o kanalın yayınlarının reklam verenlerinin %60’ını kötülemiş olmanız gerekiyor.”

K.B. Belki, sistemin değiştirilmesi gerekiyor, daha farklı sistemler ile sürdürülebilirliğin sağlanacak hale getirilmesi gerekiyor.

A.S. Son bir şey söyleyeyim: Bu iş aslında ciddi bir politik durum ve Amerika’da 1977’de yayımlanan raporla başladı, mısır ve buğday çiftçileri rapor yazdırdı, uzun seneler en dibinde tahıl bulunan tablo oradan çıktı, işin çok ciddi bir politik boyutu da var.

K.B. Konuşulacak konular çok, ama bugün için çok teşekkür ederim, kırmayıp buraya kadar geldiğiniz için... Evet, Dr. Alp Sirman ile obezitenin ekonomik yükü ile ilgili konuştuk. Konunun çözümleri ile ilgili söyleyecek çok farklı şeyleri var, klasik uzmanlardan değil, okuyor araştırıyor, biz diyetisyenleri de aydınlatıyor. Son olarak, diyetisyenler obeziteyle ilgili nasıl bir yol değişikliğ, yapmalı? Çünkü, obezite deyince akla gelen ilk meslek grubu diyetisyenler oluyor.

A.S. Şu anda öğrenci olanlardan çok umutluyum, iki grup var, biri idealist olan grup, çoğunu tanımaya başladım Facebook grubu ile, bir de kirlenmiş olan grup var, bu grup işi detokslara, medya şovlarına dökmüş durumda. Ama genç olan grup da kendini bunlardan uzak tutmaya çalışıyor, bence onların desteklenmesi gerekiyor, onların desteklenirken de öğretmenlerine çok iş düşüyor, onları güncel bilgilerle doldurmaları gerekiyor, çözüm bu bence.

K.B. Görüşleriniz için çok teşekkür ederim.

A.S. Ben teşekkür ederim. Tüm dinleyicilerimize teşekkür ederim. Haftaya görüşmek üzere...