"Türkiye’de otokrasi borçla kuruldu"

-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik programında Ali Bilge, ülke gündemine yönelik yorumlarını paylaştı.

Ekonomi Politik: 10 Ağustos 2020
 

Ekonomi Politik: 10 Ağustos 2020

podcast servisi: iTunes / RSS

(10 Ağustos 2020 tarihinde Açık Radyo’da Ekonomi Politik programında yayınlanmıştır.)

Özdeş Özbay: Merhaba Ali Bey, günaydın.

Ali Bilge: Merhaba! Günaydın Özdeş. Can’la beraberiz değil mi? Bugün Can Tombil’de var.

ÖÖ: Günaydın.

Can Tonbil: Günaydın Ali Bey, merhabalar, sesinizi duymak güzel!

AB: Aynı şekilde, özlemişiz! Ömer Madra’dan haberleri dün aldım, durum iyi seyrediyor, herhalde yakında bir araya gelebileceğiz.

ÖÖ: Evet. 

AB: Geçmiş olsun dileklerimizi buradan tekrar iletelim. 

ÖÖ: Bugün ne konuşuyoruz?

AB: Geçen hafta ülke gündemi ekonomi ağırlıklıydı malum. Aylardır hatta yıllardır, Can’ da çok iyi bilir, Türkiye Ekonomisinin anormalliklerine ilişkin erkenden söylediklerimiz vardı, pek çok hususta da Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belliydi. Tekrar edelim yine ülke bu kötü aşamaya nasıl geldi? Aslında sonunda söyleyeceğimizi yine baştan söyleyelim; iktisat bilimi ahmak bilimi haline geldiğinde böyle sonuçlarla karşı karşıya kalabiliyoruz. Biliyorsun ‘Ahmak Bilimi’ diye bir program var televizyonlarda, burada ‘ahmak” sıfatını aklını gerektiği biçimde kullanma yeteneği olmayan anlamında kullanılıyoruz. Bu programlarda da, insanların yaptıkları akıl dışı girişimler komik durumlara düşürüyor çok ciddi hasarlara sebebiyet veriyor. İktisat bilimini de ‘ahmak bilimi’ haline getirince, bunun hasarı tüm topluma oluyor, ülkeye oluyor. İktisat bilimini, ahmak bilimine çeviren bir yönetim varsa, iktisadi buhran kaçınılmaz oluyor. Bu bağlamda yaşadıklarımız gerçekten ibret verici gelişmeler.

Ayrıca yaşanan iktisadi finansal sorunları ülkenin içinde bulunduğu rejim içinden bakarak analiz etmeliyiz. Ülke otoriter rejime geçtikten sonra, ekonomi ile demokrasi arasında eskiden var olan ilişki tamamen koptu. İktisadi kararlar otoriterliğe uygun bir keyfiyete göre alınmaya başladı. Rejimin sahibi olan kişinin tercihlerine göre işleyen -ya da işlemeyende diyebiliriz- bir ekonomik sisteme sahibiz. 

2018’den itibaren tamamıyla geçilen rejimde ülkenin var olan iktisadi kurumları da rejime uygun hale getirildi. Eski kurumsal özellikleri kalmadı, Saray’a göre kurumsal vaziyetleri ve görevleri belirledi. Önceki karar alma mekanizması kalmadı, felç vaziyete geldi. Toplumsal hukukun, hakların, sermayenin ve emeğin sahip olduğu hakların ve hukukun da hiçe sayıldığı bir rejime geçtik. Saydamlık, açıklık, hesap verme yükümlülüğü ortadan kalktı. Hukukun işlemediği, rekabet esaslarının çalışmadığı bir iktisadi yapı ortaya çıktı; iktisadi kurumlara ve politikalara da bu nedenle güven kalmadı. Bir kere kuvvetler ayrılığı ortadan kalkarsa, iktisadi kurumlar rejimin istediğine göre çalışmaya başlarsa, özellikle bankacılık sektörü ve kambiyo sistemi rejimin isteğine göre çalışmaya başlarsa, problemler zinciri başlamış demektir. 

Merkez Bankası dahil bütün iktisadi karar alma mekanizmaları da, Cumhur başkanlığı Hükümet Sistemine -ki başkanlık sistemleri türleri arasında örneğine rastlamadığımız bir rejimdir- göre ayarlandı. Bu tür rejimlerde sadece toplumsal muhalefet baskı altında olmuyor, özel sektör ve piyasa aktörleri de aşırı baskı ve denetim altında oluyorlar. Yasaları hiçe sayan karar alma mekanizmasının olduğu yerlerde, veri ve bilgi güvenliği de olmuyor, hukuka güvenilmediği ortamda veri ve bilgi güvenliği de olmuyor. Dolayısıyla uluslararası kaideler, sözleşmeler de teminat altında olmaktan çıkıyor, örneklerini pek çok görüyoruz. Uluslararası mahkeme kararları ya da uluslararası sözleşmelerin geçerliliği yok bugün ülkemizde, böyle teminatlar da yok. Bunlar da neye yol açıyor? Yalnızlaşmaya ve ülkenin içeriye kapanmasına yol açıyor. Bir ülkede yasama yürütme yargı ve medya tek elde toplanmışsa yani kuvvetler birliği varsa, bu tür birliklerin olduğu, hukukun ve demokrasinin hiçe sayıldığı ülkelerde ekonomik drijizm denilen bir kavram devreye giriyor. Ekonomik dirijizim ne demek? Ekonomik dirijizm devleti ele geçirenlerin ekonomiyi yönetmesi ve güdümlemesi olarak tanımlanıyor. Türkiye’de de cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin etrafında, yandaş sermaye, havuz sistemi, devlet eliyle yaratılan zenginlik ve servetlerle oluşan bir kesimle, iç içe geçen bir yapı bulunuyor. İşte devleti yöneten bu grubun isteklerine göre piyasa, para, kredi, finans ve fiyatlama gibi davranışlar hareket etmeye başlıyor. Kamu ve özel sektöre böyle bir sistem dayatılıyor. Böyle bir sistemde otokrasinin, partinin, sarayın tanımladığı çıkarlara hizmet etmek durumunda olan bir özel sektör yapısı da karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla geleneksel özel sektör ve sermaye çevreleri de yeni oluşan bir sermaye ve servet gruplarıyla karşı karşıya kalmış durumdalar. İşte devleti ele geçiren grubun girişimciliğiyle bina edilen bu sisteme ekonomik dirijizm diyoruz.

Peki bu otokrasi ve Türkiye’nin içinde bulunduğu rejim, ekonomik dirijizim hangi kaynaklarla oluştu? Yani Türkiye’de otokrasi bir madene mi dayanıyor? Bakır madeninde dünyada birinci üretici mi? Ya da otokrasi petrol veya doğalgaz enerji kaynaklarının üzerinde mi yükseldi? Hayır, Türkiye’de otokrasi borçla kuruldu. Erdoğan ve AKP 2002 yılında iktidara geldikten sonraki yıllar bizim gibi ülkeler için çok elverişli bir uluslararası borçlanma ortamı bulunuyordu. Gelişmiş ülkelerdeki yaşananlar sorunlar oradaki getiri oranlarını azalttı ve gelişmekte olan ülkelere daha rahat borçlanma imkânı doğdu. Türkiye bu borçlanma ortamını hoyratça kullandı. 

Nitekim geçen haftalarda sayın Kılıçdaroğlu da bu konuyu dile getirdi -Can da hatırlar- biz de “bu kaynaklar nereye mobilize oldu? Nereye seferber edildi?” diye hep konuşurduk. 18 yıl içinde 2,4 trilyon dolarlık bir kaynak harcandığını Kılıçdaroğlu söyledi. İktisatçı arkadaşlarımızın yaptığı çalışmalara baktığımızda, bunun 1,3 trilyon doları da inşaat sektörü ağırlıklı olmak üzere harcandı. Bu harcanan paraların tamamına yakını dış borç olarak geldi. 

Ülkelerin bilançosunda da aktifler ve pasifler var, pasifler yani borçlarınız, sizin pasifleriniz dolar, döviz cinsinden olunca, aktiflerinizi de inşaat sektörüne gömünce, elbette bilanço patlıyor. Aktifler yerli para, pasifler döviz, pasifler aşırı dolarize olmuşsa, yangını, büyük patlamayı görmemek mümkün değil. Bu nedenle perşembelerin gelişini söyleyip duruyorduk. Borç alırsınız, ülkeler borç almaz mı? Alır ama aldığınız borcu döviz yaratıcı alanlara harcıyorsanız ya da aldığınız borcun faizinin üzerinde getiri elde edecek katma değer yaratan bir büyüme sağlıyorsanız, o zaman aldığınız borcun yararını görürsünüz. Türkiye bu kaynakları inşaat sektörüne yatırdı, bunu da gözümüzün önünde görüyoruz ve inşaatlar döviz kazandırıcı işlemler değildir. İnşaat sektörüne dayalı gelişmiş ülke olamazsınız. 

Zaten Türkiye ithalat ve ihracat dengesi bozuk bir ülke, sürekli cari açıklar veren bir ülke, kendi parasıyla da borçlanma yapamayan bir ülke, çünkü paranız borçlanma yapabilecek güce sahip değil. Hem ekonominizin açıklarını finanse etmek için, hem de iktisadi büyümenizi finanse etmek için kendi kaynaklarınız yeterli olmadığı için dış borçlanma yapmak durumundasınız. Ülke olarak borçlarınızı döviz cinsinden yapıyorsunuz, Dolar cinsinden yapıyorsunuz, Euro cinsinden yapıyorsunuz. Hem aşırı borçlanma yaptınız hem de bu borçları betona gömdünüz. Büyük bir inşaat sektörü harcaması yapıldı. Dün bir yerde okudum, galiba İstanbul’daki ofislerin %22’si boşmuş, hem büyük bir çevre katliamı oldu, iklim krizine katkı bulunuldu, borçlanmayla ağırlıklı enerji inşaat sektörü ile kendine kenetlenen bir yandaş sermaye yaratıldı. Dış borç ve kamu eliyle…

ÖÖ: Özür dilerim, ben bunu anlamadım? Ofislerin %22’si boş mu dediniz?

AB: Evet.

ÖÖ: Bunlar ne ofisleri?

AB: Çalışma ofisleri.

CT: Plazalar, vs. gibi.

ÖÖ: Anladım tamam.

AB: Yani fazla kapasite var. Herhalde pandemi nedeniyle de zayıfladı durum. Şimdi devasa bir borç stokuyla karşı karşıyayız. Borçla ve yüksek maliyetlerle yaratılan kaynaklar bir süre sonra azalmaya başladı. Bunun önemli bir nedeni ülkenin içinde bulunduğu rejim, hem iktisadi rejim hem de siyasal rejim. 

Dış kaynaklar azalmaya başlayınca başka kaynakları kullanmaya başladık, neler kullandık? Kamu kaynaklarına yöneldiler, kredi garanti fonu diye bir sistem bulundu, Hazine teminat gösterdi, 2018 genel seçimlerini onunla aştılar. Kamu-özel işbirliği diye bir model getirildi, bu modelle sözde kamuya yük bindirilmiyordu, yine borçlanmak suretiyle otoyollar, köprüler, şehir hastaneleri vs. yapıldı. Yandaş özel sektör dış borçla bu işlere sokuldu ama bunlara Hazine garantisi verildi, yükümlülükleri devlet tarafından üstlenildi. Tüm bu yükümlülükler kamu açıklarıdır, borçlarıdır. Toplum ödeyecek. 

Betona dayalı büyüme ile illüzyon birlikte gelişen bir durum. Borç, beton ve illüzyon ilişkisi. TOKİ’ler, plazalar, Towerler, gereksiz ve verimsiz yatırımlar, uçağın inmediği havaalanları, aracın geçemediği köprüler, yüzlerce kalitesiz üniversiteler vbg durumlarla seçmen tabanınızda bir illüzyon yaratıyorsunuz medya da elinizde din ve milliyetçiliği de bunlara eklemek suretiyle de otokrasi kuruyorsunuz. Ancak artık bu işin gittikçe sonuna gelindi.

 2018’den sonra rejim tamamen Saray’ın eline geçti. Ekonomi yönetimi sarayın isteğine göre tamamen çalışmaya başladı. Saray’ın faize bakışı ayrı bir devasa problem. İktisat bilimi açısından büyük bir katliam oldu, enflasyon ve faiz ilişkisine yeni bir yorum getiren, faizdir enflasyonun nedeni diyen Başkan faizin indirilmesini talep etti. İktisat ilmi kimsenin hürmet edemeyeceği bu yorumla bir şey kaybetmedi ama Türkiye kaybetmeye başladı. 

2019’un yaz aylarında itibaren kamu bankaları ve Merkez Bankası eliyle çaresizliğin yaratıcılığı başladı. Merkez Bankası kaynaklarına başvuruldu, çok fazla para basıldı ve piyasaya enjekte edildi. Ardından pandeminin gelmesiyle birlikte kamu bankaları ve Merkez Bankası aracılığıyla bu pompalama devam ederken, döviz kuru ali-cengiz oyunları ile dizginlenmeye çalışıldı, abuk bir sistem kuruldu. Dövize garip bir şekilde müdahalelere başlandı sonuçta döviz rezervleri erimeye başladı. Tüm bunlar sonucunda, iç ve dış yaşanan gelişmeler dövizin kıtlığına yol açtı. 

Müdahalelerle döviz rezervleri inanılmaz bir şekilde eritildi. Türkiye’nin Merkez Bankası kaynakları ve genel olarak Türkiye’nin toplam rezervleri bugün gerçek anlamda baktığınızda negatif seviyelere gelmiş durumda, gittikçe dövizin kıt olduğu bir ortama girildi. Bütün bunların hepsi zincirleme reaksiyona yol açtı. Ekonomiye gereğinden fazla TL pompalanması, aynı zamanda dövize olan suni müdahaleler, döviz kıtlığının gerçekleşmesi, bütün bunlar yeniden bir patlamaya yol açtı. 

Hep bunları tekrar ede ede geldik, yıllardır Türkiye’de uygulanan doğru dürüst bir iktisat politikası olduğu söylenemez, açıkçası aynı zamanda ehil bir kadron un olduğu da söylenemez. Çünkü 18 yılda yaratılan yeni bir servet ailesi var, Türkiye ekonomik dirijizmi büyük bir aile grubundan oluşuyor, ailenin de bir reisi bulunuyor, böyle oluşan bir yönetim var. Ancak yeni servet sahiplerinin bir kısmı da telaş içindeler, kenetlenmişlerin bazıları, borçlarını ödeyemez ya da devlete yükleyemez duruma geldiler. 

 

Bunlar içinde zora düşenlere çare geliştirildiği anlaşılıyor. Son 1 yıl içerisinde, düşük faiz ve düşük kurdan da bu kesimlerin desteklendiği anlaşılıyor. Yani aslında bir servet transferi yapılıyor. Prof. Dr. Mustafa Durmuş, iki gün önceki yazısında atladığımız bu konuya işaret etti. Eritilen dövizin önemli bir kısmı, zora düşen yeni servet sahiplerine düşük kurla verilmiş, düşük faizle kredi verildiği gibi. Büyümek için tüm sınırlar zorlanmaya başlandı, çünkü dış kaynak girişi yok. Her ne olursa olsun büyüme olsun mantığı ile kamunun, yani vergi verenlerin, halkın üstleneceği ciddi bir kamu yükü doğmuş bulunuyor. Kamu bankalarının zararına çalışmaları ve düşük maliyette kredi pompalanması, düşük maliyette döviz satışları ile ülke döviz rezervleri eridi. Daha önce söylüyorduk; felaket balonundayız ve bu balon da patladı! 

ÖÖ: Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan tam tersini iddia ediyor hafta sonu yaptığı bir konuşmada. “Türkiye bir tırmanışta ama tırmanışımızı görmek istemeyenler var. Ben belgelere dayalı olarak konuşuyorum, Türkiye adeta bir uçuşun içerisinde!” diye açıklamada bulundu.

AB: Yani!

ÖÖ: Kastettiği uçuş dolar olabilir gerçi ama!

AB: Zaten çok şey uçmuş vaziyette, artık Türkiye’nin hikayesinin ne olduğu, hem içeride hem de dışarıda hikayenin nasıl sonuçlandığı biliniyor. Madem uçuyorduk niye gizli bir şekilde faizi yükseltti Merkez Bankası? Biliyorsun örtük bir şekilde faiz yükseltildi ama bu da tatmin etmiyor, çünkü artık kişilere ve politikalara tümden güven yok. 

ÖÖ: Bir de şu ilginç değil mi? Hafta sonu yine siyasiler ve işte Sabah gazetesinin başını çektiği bir kampanya başladı, özellikle Twitter’da “Berat Albayrak’ın yanındayız!” bir yanda böyle bir kampanyanın başlamasının kendisi bile herhalde toplumda ciddi bir soru işareti olmuş olacak ki böyle bir kampanya başlatma gereği duydular. 

AB: Bu tür kampanyalar çaresizliğin bir sonucudur. Bunlarla canlanma çıkış mümkün değil, artık yakın çevresindekilerde olan biteni görüyorlar. Deniz bitti! Büyük bir tahribatla Türkiye karşı karşıya. Bir borç denizinin içerisindeyiz. Borçlanmanın tekrar cereyan etmesi zor - ki şu anda elverişli koşullar var dünyada, halen devam ediyor ama Türkiye’ye güven kalmadı. Yurt içinde de insanlar, bu güveni içeride de duymadıkları için ‘dolarize’ olmuş bir vaziyetteler altına, dövize koşuyorlar. TL ye yatırım yapıyorlar. Tabii bu da parası olanlar açısından geçerli, yani zenginler hali vakti parası olanlar, toplam mevduatın %80’i çok sınırlı az bir kitlenin elinde. Bunlar da tabii ki enflasyona karşı paralarını korumak için dolarize olmuş durumdalar, dolarize olanlar servetlerini arttırıyorlar. 

Öbür tarafta bütün bu kur artışı, fiyat sistemini alt üst etmiş durumda, yoksul ve dar gelirliler zaten pandemi nedeniyle göçmüş vaziyette, işsizler yoksulluğa, yoksullar açlığa terfi ettiler, negatif bir durum hasıl oldu, insanlar 1000 lira geçinmeye çalışıyorlar. Dünyada, pandemi süresinde doğru dürüst vatandaşına para ödeyemeyen bir ülke pozisyonundayız. Çünkü biz dış tasarruflara, dış kaynaklara mahkûm bir ülkeyiz. 18 yıl boyunca da bu artarak devam etti, 18 yılın ekonomik performansı yüksek borçluluklarla gerçekleşti. Bugün geldiğimiz aşama hem üretim sektörünün hem emek sektörünün hali perişan. Türkiye’de açık işsizliğe, geniş tanımlı işsizliğe baktığımızda %25’lere ulaşıyor. 

Türkiye’nin bu dönemde aldığı borçlar yüksek teknoloji alanlarına yatırılmadı, aldığı borçlar yüksek döviz kazandırıcı sektörlere yatırılmadı, aldığı borçlarla ihracat kapasitesi ya da üretim kapasitesi artmadı. Türkiye’de kapasite kullanım oranlarında pandemi öncesinde sonuna gelinmişti. Kapasite kullanım oranlarını sınırlara gelmesi yeni yatırım yapılmasını gerekli kılar. Yeni yatırım yapılmıyor Türkiye’de, yabancı sermayenin artık sıcağına yalvar yakar olmuş durumdayız, bırak fiziki-reel sermayeyi. Türkiye’de ki sermaye sahipleri de filimin sonundaki duruma güvenerek yeni yatırımlara girmiyor, dolayısıyla istihdam olmuyor. 

Hikâyenin acıklı bir sonu var ama otokrasiyle yönetilen bir ülkedeyiz. Acıklı son ve otokrasi…2015’te “Türkiye’de diktatörlüğün koşulları var mı?” bir makale yazmıştım, şimdi hatırladım. Dış borçla otokrasinin oluşturulduğu bir ülkeyiz, borçlarla Türkiye’de otokratik bir düzen oluşmasını sağlandı. O yazıda sormuştum, “borçla otokrasi sürer mi” diye? Sürdü maalesef. Neden sürdü? Burada başarı, otokrasiyi oluşturanların değil, aynı zamanda akıl dışı bir muhalefet ve toplumsal muhalefetin olmasıdır. Kuvvetli ve akılcı bir muhalefet borçla oluşan otokrasiyi yıkar geçerdi. Ahmak bilimi burada da devreye girdi. Dolayısıyla geldiğimiz durum budur. Can hiç girmedin?

CT: Valla ben sona güzel bir haberle beraber girmek istedim Ali Bey açıkçası, yani siz “deniz bitti” diyorsunuz ama ‘Bay Covid’in de hoşuna gidebilecek bir gelişme yaşandı geçtiğimiz pazar günü, ondan bahsetmek istiyordum.

AB: Aşıyı bulmuşuz galiba?

CT: O bunun yanında hiç önemli değil, yani AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan bir dizi programlara katılmak üzere Kocaeli’ne gitmişti, orada çeşitli incelemelerde bulundu, çeşitli açıklamalar da yaptı aynı zamanda ve ilk olarak TUBİTAK ‘mükemmeliyet merkezi’nde ‘yerli ve milli’ üretim olan ekskavatör yani kepçeyi incelemiş. 

AB: Ooo!

CT: Sadece kepçe deyip geçmeyin elektrikli bir kepçe bu, bildiğiniz hafriyat aracı ama elektrikli, sonra makineyi de kullanmış kendisi. AKP’li Cumhurbaşkanı’na eski başbakanlardan ve eski meclis başkanı aynı zamanda AKP İzmir milletvekili Binali Yıldırım, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, Cumhurbaşkanı İletişim Danışmanı Fahrettin Altun, Kocaeli Valisi Settar Yavuz ile Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Büyükakın da eşlik etmiş. Elektrikli ekskavatörü yani kepçeyi kullandıktan sonra basın mensuplarına kısa bir açıklama yapmış Erdoğan “satışları hızlandırmamız lazım!” diyor. “Gerek içeride gerek dışarıda bundan sonra bu işin pazarlamasına varım!” demiş. Benim sorum da siz de var mısınız bu işin pazarlamasında? Lazım mı kepçe?

AB: Valla kepçeyi kullanmak için gerekli enerjiyi temin edecek durumda değil.

CT: Elektrikliymiş efendim bu.

AB: Sonuçta elektrik santrallerimizin pek çoğu da doğalgazla çalışıyor. Sadece şunu söyleyeyim, son 2 hafta içinde Türkiye’de yaşayan insanların paralı kısmı TL’lerini bozdurup 9 milyar dolarlık döviz aldılar. Bunlar ekskavatör falan almazlar, yoksullarda ekmek peşinde, halleri yok, inşaat sektörünün bunalımı zirvede. Krala çıplak olduğunu söyleyebilecek cesareti olan yok çevresinde. Kral çıplak ve ülke parasız!

CT: Yatırım tavsiyesi olarak da önermiyorsunuz yani?

AB: Efendim?

CT: Yatırım tavsiyesi olarak da önermiyorsunuz parayı kepçeye yatırmayı?

AB: Şu anda kimse kepçeyle ilgilenecek halde değil, sadece tencerenin kepçesiyle ilgileniyor! 

CT: Doğru!

AB: Hem pandemi koşulları altındayız, hem çökmüş bir ekonomiyle karşı karşıyayız, önümüzdeki 1 yıl içinde muazzam bir borç ödemesi, borç servisi yapmak durumundayız. Hatırladığım kadarıyla 170 milyar dolar.  İçinde bulunduğumuz koşullar, yaşamın zorlaştığı koşullar haline geldi. Kötü yönetimin çaresizlik bölümüne gelmiş durumdayız. Kozmik tarafı falan da bitti, çaresizlik içindeler. Bundan sonra yapılması gereken kadroların değişmesidir ve rejimin değişmesidir. Hatırlarsın Can, 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra ne demiştik, bu lokomotif bu vagonları taşıyabilecek mi? CHS ile ülkeyi yönetebilmek nereye kadar? 

CT: Evet.

AB: Öğrencilik hayatımdan bu yana pek çok iktisadi krizler içinde bulundum, iktisat bilimini ahmak bilimi haline getiren siyasilere de tanık oldum. Ancak ülke böylesi büyük bir borçluluk içerisinde değildi ve bazı kurumlar ve mekanizmalar iyi kötü çalışıyordu Türkiye’de. Bu mekanizmalar devreye giriyordu, şimdi böyle mekanizmalar yok, böyle kişiler ve yapılar yok. Türkiye, tek kelime ile feci durumda, gerçekten çok zor durumda! 

Ülke 21. yüzyılın ilk 20 yılını, 1/5’ini ıskalamış vaziyette %24’lere varan geniş tanımlı bir işsizlikle karşı karşıya, kaynakları bu kadar bitik, tasarruf yapamayan bir ülke, dışa bağımlılığı çok fazla, burada kepçe yapmışsın/yapmamışsın ne yazar ! Zaten yaptığın şeyler yatırımlarla da yüksek teknolojilerle çalışan şeyler değil. Dediğim gibi borçları da betona yatırdın, betonla bir illüzyon yarattın, bu illüzyonun sonuna gelinmiştir. Var mı başka sorunuz?

ÖÖ: Süremizin sonuna geldik Ali Bey.

AB: Öyle mi?

ÖÖ: Evet.

AB: Çok memnun oldum Can! 

CT: Ben de efendim, sesinizi duymak çok güzeldi!

AB: Aynı şekilde, Ömer Madra’yı da bir an evvel beklediğimizi söyleyelim. Bütün izleyicilere teşekkür ederim. 

ÖÖ: Görüşmek üzere.

CT: Görüşmek üzere.