Prof. Dr. Taner Gören: Bir buçuk yıldan önce etkili ve güvenilir bir aşı devreye girmez

-
Aa
+
a
a
a

Selim Badur ve Ayşegül Tözeren’in hazırlayıp sundukları Önce Sağlık’ın konuğu Prof. Dr. Taner Gönen’di.

Önce Sağlık: 8 Mayıs 2020
 

Önce Sağlık: 8 Mayıs 2020

podcast servisi: iTunes / RSS

(8 Mayıs 2020 tarihinde Açık Radyo’da Önce Sağlık programında yayınlanmıştır.)

Selim Badur: İyi günler sevgili Açık Radyo dinleyicileri, ben Selim Badur.

Ayşegül Tözeren: Ben Ayşegül Tözeren.

SB: Yeni bir Önce Sağlık programında 94.9 Açık Radyo’dayız. Bu pandemi döneminde yine Covid-19 konusunu ele alıyoruz. Birçok programcı arkadaşımızın da yaptığı gibi farklı açılardan pandemide yaşananlar bu süreç tartışılmakta, farklı fikirler uçuşmakta. Biz de bu konuyu irdeleyeceğiz farklı bir açıdan. Konuğumuzu her zaman olduğu gibi yine Ayşegül tanıtıyor.

AT: Sevgili konuğumuzu, sevgili hocamızı tanıtmadan önce iki konuyu hatırlatmak istiyorum; 6 Mayıs Radyo Günü’nün olduğu haftadayız, bizi dinleyenlerin de Radyo Günü kutlu olsun. İkinci olarak da, İzmir Tabip Odası’nın bir paylaşımı oldu. Aslında korona günleri biraz kasvetli günler ama bugün insanlığın sağlık alanında elde ettiği en büyük başarının da yıldönümüymüş, belki umut verici olur bu diye paylaşmak isterim. Aşı sayesinde çiçek hastalığının dünya üzerinden yok edilişinin 40.yılı bugün bu hafta. Şimdi tamamen unuttuğumuz o hastalık 20. yüzyılda 300 milyon bireyin ölümüne yol açmıştı ve şimdi de yok edildi. Bu da aşı karşıtlarına önemli bir cevap diye düşünüyorum ve hemen konuğumuzu tanıtıyorum. Sevgili hocamız bizimle, Prof. Dr. Taner Gören, kendisi meslek örgütündeki değerli çalışmalarıyla tanındığı gibi aynı zamanda da çok önemli bir kardiyolog. 

SB: Hoş geldiniz!

Taner Gören: Merhabalar.

AK: Hoş geldiniz hocam!

TG: Hoş bulduk. 

AT: Hocam bu korona günlerine nasıl bakıyorsunuz? Deneyimli bir hekim olarak görüşünüzü öncelikle sorayım. Hiç böyle bir şey yaşamamıştık.

TG: Evet ben de başından beri, yani evde kalmaya başladığımdan beri şöyle bir düşündüm, 67 yaşındayım ben böyle bir şey yaşadım mı diye. Aklıma gelen şu oldu, 69 yılında ben tıp fakültesine yeni yeni girmiştim ve İstanbul’da bir kolera salgını olmuştu, bayağı bir ciddi sorun yaratan kolera salgınıydı o. Hatta İstanbul’a giriş-çıkışlar yasaklanmıştı ben de bir şekilde korkup kaçmıştım, daha tıp fakültesinde derslere başlanmamıştı, ertelenmişti. Onu hatırlıyorum, o zamandan beri veya işte tüm yaşamım boyunca böyle bir salgını ben görmedim. Sizinle birlikte, hep birlikte tarihte olan salgınlara geri döndük; işte 1918’deki influenza salgını ve diğer işte veba salgını olayları, insanlık tarihi boyunca gerçekten önemli bir sorun bu. Sizin gibi ben de “bundan sonra ne yapacağız?” sorusunu sürekli kafamda düşünüp duruyorum ama henüz bir çıkış yolu bulmuş değilim. Hep birlikte irdeleyeceğiz, tek başına olmaz, ilk açılış olarak bunları söyleyebilirim. 

AT: Bizim de çok sorumuz var, özellikle tabii öğrenciniz olarak benim çok sorum var Taner hocam. Selim hocam bir soruyla daha devam edebilir miyim? 

SB: Tabii ki.

AT: Şöyle bir durum oldu Covid’le birlikte, iki grubun risk taşıdığı belirtildi, 65 yaş üstü ve 65 yaş altı dahi olsa kronik hastalığı olanlara vurgu yapıldı, ”bu kişiler büyük risk altındadır” dendi. Burada Türkiye’de tabii kronik hastalık deyince özellikle kardiyoloji, kalp ve damar hastalıkları çok ön planda oluyor.

TG: Doğru.

AT: Bu risk altındaki grup Türkiye’de yaklaşık ne kadardır? Risk grubundaki kişilere sizin önerileriniz neler olabilir? Çünkü evde de kapanmış durumdalar şu anda. 

TG: Evet, şöyle söyleyeyim toplumda çok çeşitli hastalıklar görülüyor tabii, birçok hastalık var fakat “insanlarda en çok görülen hastalık nedir?” diye sorduğumuzda bu ateroskleroz dediğimiz Türkçe karşılığı damar sertliği olan bir soruna bağlı gelişen kalp ve damar hastalıklarının en çok görüldüğünü söyleyebiliyoruz. Koroner arter hastalığı diye de tanımladığımız bu hastalık grubunun “Türkiye’deki durumu nedir, sıklığı nedir?” diye baktığımızda Türk Kardiyoloji Derneği’nin yaptığı çalışmalar var, rahmetli hocamız, benim de hocam olan Prof. Dr. Altan Onat hocanın TEKHARF çalışması ki Türkiye’de bu konuda en önemli epidemiyolojik çalışma diyebiliriz, buradan aldığımız verilere göre bugün için sanıyorum koroner arter hastası olarak 4,5-5 milyona yakın koroner arter hastasının olduğu söyleyebiliriz. Bir de tabii bu hastalığın oluşumunda çok önemli bir risk faktörü olarak işlev gören hipertansiyon dediğimiz bir olay var ki tabii bu hipertansiyonun sayısı çok daha fazla. Tüm erişkin nüfusun %30’u yani neredeyse 3 kişiden 1 tanesi hipertansiyona sahip, hipertansiyonu olanların da gerçekten bu hastalığa yakalandıklarında durumlarında çok ciddi kötüye gidiş ve hastalığın kötü seyri söz konusu olabiliyor. Böyle bir istatistik verebilirim bu soruya yönelik olarak. Tabii şimdi burada bu insanların ne yapması gerektiği meselesi var, bir de neden bu insanlarda daha ağır seyrediyor bu hastalık? Tabii bütün sistemlerde yaşlanma dediğimiz bir olay sonucunda tüm işlevlerde bir yavaşlama, o sistemlerin yaşlanma olayının olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle insanlarda en önemli sistem, dolaşım sistemi, atardamar dediğimiz sistem, bu da damar sertliğinden etkilenir. Erkeklerde 40-45 yaşından sonra kadınlarda 55 yaşından sonra bu hastalığa bağlı durumların ortaya çıkması, mesela kalp krizi çok bildiğimiz, miyokard enfarktüsü diye tıp dilinde söylediğimiz ya da işte inme diye söylediğimiz beyin damar hastalıkları, bu ikisi ilk anda en çok görülen hastalıklar. Bunlar yaşa bağlı olarak zaten artıyorlar ve işte hipertansiyon da ileri yaşta sıklığı artan bir durum. Şimdi tabii bu koronavirüs sayesinde, Selim hoca kadar olmasa bile bayağı viroloji uzmanı olma yolunda ilerliyoruz! Koronavirüsün ACE-2 dediğimiz hücre duvarında bulunan ve gerek bağışıklık sisteminin düzenlenmesini gerekse kan basıncının düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir proteine bağlanarak hücre içine giriyor. Şimdi bu hipertansiyonla hastalarda, koroner hastalığı olan insanlarda bu reseptörlerin en çok yoğun olduğu akciğer hücreleri ve bir de endotel hücreleri, damar hücreleri ve kalp hücreleri, bu hücrelerde bu reseptörler yoğun olduğu için buralardan vücuda girmek suretiyle hastalık yaratıyor. Yani akciğerdeki bu reseptör üzerinden girdiği zaman ağır akciğer hastalığı meydana geliyor. Bunun yanı sıra tabii azımsanmayacak bir hasta grubunda kalbin kas hücrelerini, miyokard dediğimiz, miyosit dediğimiz hücrelere giriyor ve bu hastaların epey bir bölümünde kalp kası da hasar görebiliyor. Hatta daha sonra iyileşenlerde kalp kasında kalıcı hasarların olabileceğini biz biliyoruz. Sonuç olarak yaş zaten önemli bir risk faktörü, 65 yaş üstü ve bu grupta sıklığı çok artan koroner arter hastalığı ve hipertansiyon, bunlar bu hücrelerin virüsün bu hücrelere bağlanması, bu ACE-2 reseptörüne bağlanması daha kolaylaşıyor. Tabii ki bunun mekanizmaları henüz daha tam olarak ortaya konmuş değil, yani neden hipertansiyon hastalarda ve koroner arter hastalığı olanlarda bu hastalık daha ağır seyrediyor. Bunun cevabını net olarak verebilmiş değiliz ama çalışmalar tabii yoğun bir şekilde devam ediyor ve sonuç olarak bu insanlarda bu reseptör proteinin oluşumunun daha fazla olduğunu, gen ekspresyonu bunu oluşturan, bu proteini sentez eden genin ekpresyonunun yani üretiminin daha arttığını biliyoruz ileri yaşlarda ve bu hastalığa sahip olanlarda. Bunu ortaya koyan çalışmalar var, bu nedenle de bu insanlar daha fazla risk altında bulunuyorlar. Tabii bu hastalık salgın sürecinde bir yandan bu insanların bu hastalığa yakalanmamasını sağlamaya çalışmak gerekiyor iken bir yandan da - bu hastalıklarıyla ilgili kontrollerinin, muayenelerinin nasıl yapılacağı konusu söz konusu. Ben özel bir klinikte çalışıyorum, emekli olmuştum 1,5 yıl kadar önce, fakat yaklaşık Mart’ın ortalarından beri, 20 Mart’tan beri çalışmıyorum çünkü hastalarımın çoğu zaten yaşlı hastalar ve onlar da gelmek istemiyorlar. Şimdi yavaş yavaş normale dönüş diye tanımladığımız bir sürece doğru gidiyoruz. Türkiye’de de yavaş yavaş hastalananların sayısının grafiğinin yavaş yavaş plato çizmeğe başladığı bir döneme doğru gidiyoruz. İşte sürekli bilim kurulunun çalışmaları doğrultusunda Sağlık Bakanlığı’nın ve ilgili devlet kademelerinin bu konudaki kriterleri, kararlar her gün televizyonda yayınlanıyor; işte “11’inde AVM’ler açılacak” deniyor, “hastane içindeki poliklinikler yavaş yavaş başlayacak” deniyor fakat bunlar nasıl olacak? Doğrusu ben bir kardiyoloji uzmanı olarak, dahiliye uzmanıyım da aynı zamanda, bunları kafamda tek başıma çözemiyorum. Bilim Kurulu’nun kompozisyonuna baktım kimler var diye; ilk kurulduğunda bir tane halk sağlığı uzmanı epidemiyolog görünüyordu. “Bu nasıl olabilir?” diye düşündüm çünkü bütün bunların yani bu kalp hastaları veya diğer hastalar bu insanlardan bundan sonra hastanelere nasıl gidecekler? Randevu sistemleri nasıl ayarlanacak? Yavaş yavaş çok daha sık dillendirmeye başlanan telemedicine dediğimiz yani uzaktan hekimlik nasıl devreye girecek? Bütün bunlar hepsi birer sorun ve son yüzyıl içerisinde, yüzyıl sonra ilk defa ortaya çıkan böyle bir salgınla yüzleşiyoruz ve bu bizim için bir sınav, yani bütün dünya sağlık sistemleri için aslında bir sınav. Hep birlikte karar vereceğiz nasıl bu işin altından kalkabileceğimize dair ama görünen şu ki, bu Bilim Kurulu’nun tabii işlevi çok önemli, bu işlerin nasıl yapılacağı konusunu herhalde böyle bir seferberlik şartları gibi beyin fırtınalarıyla böyle basit ve de çabucak alınan kararlar değil, enine boyuna çok tartışılarak bunların düzenlenmesi gerekiyor. Mesela benim aklıma takılan konulardan bir tanesi, ta başından beri Türk Tabipleri Birliği gibi, tabii ki muhalif olduğu için sürekli dışta bırakılmak istenen, etkisizleştirilmeye çalışılan çok önemli bir kurum, yasayla kurulmuş olan bir kurumdan bir temsilci yok mesela bu Bilim Kurulu’nda? Hâlbuki burada artık bütün politik ve diğer bir takım kaygıları bir kenara bırakıp “insanlarımızın sağlığını nasıl daha iyiye götürebiliriz, nasıl bu salgına karşı koyabiliriz?” sorusunun cevabını verebilecek kimler varsa herkesin o kurulda yer alması gerekiyor diye düşünüyorum. Bilmiyorum burada bir durayım, daha spesifik sorular varsa “bu hastalar nasıl yaşamalılar, ne kadar hareket etmeliler, normale dönüş sürecinde neler yapmalılar?” sorularının da cevabını konuşabilirim tabii ama ben bir genel yaklaşım getirmeye çalıştım bu ilk sözlerimle. Tek tek mi gidelim? Mesela kalp hastaları, hipertansiyon ve koroner arter hastaları ne yapsınlar? Buna devam edeyim isterseniz?

AT: Taner Hocam, Selim hoca yalnız sizin için özel müzikler hazırladı.

TG: Çok teşekkür ederim, müzik dinliyoruz tabii, bakalım ne dinleyeceğiz? Ben de merak ediyorum tabii, zamanı geldiyse dinleyelim.

AT: Bir ara verdik: Cilveloy. Biz müzik arasında da aramızda şunu konuştuk, acaba sosyal mesafeyle horon nasıl oynanır? Onu konuşuyorduk, bu mümkün müdür Taner hocam?

TG: Zaten işin püf noktası bu sosyal mesafe, hastalarımız yavaş yavaş hayat normale dönecek söylemleri iyice yoğunlaşmaya başladı. Sanıyorum bu ayın sonundan itibaren yavaş yavaş dışarıya çıkılacak belli kontroller yapılmak suretiyle. Bu virüs artık çok net biliyoruz ki yok işte laboratuvardan kaçmış, şöyle olmuş, vb. bunlar hiç önemli değil, sonuçta bir virüs var. Bildiğim kadarıyla 0,17 nanometre gibi çok küçük bir yaratık bu ama resimlerini görüyorum, o rengârenk resimler, gerçek görüntüleri midir? Herhalde değildir, öyle çiziliyor, görünümü böyle çok da hoş bir virüs, kendince güzel bir dizayn yapmış. Böyle bir virüsle karşı karşıyayız ve aslında bütün yakalananlarda ölüm oranına baktığımız zaman %2,3 gibi bir ölüm oranı çıkıyor ortaya. Yani çok fazla bir oran değilmiş gibi, işte gripal enfeksiyonda da, ağır grip geçirenlerde de böyle ölüm tehlikesi olduğunu biliyoruz. Burada tabii çok kısa zaman içerisinde çok büyük bir yayılım gösterdiği için, bir pandemi söz konusu olduğu için ve özellikle de 65 yaş üstü insanların çok ciddi tehlike altında olması nedeniyle tabii ki işin böyle şaka boyutundan uzaklaşmamız gerekiyor ve bu işi ciddiye almamız gerekiyor. Bugün için birçok ilaç çalışması var ama şu anda sonuçlanmış hiçbir çalışma yok ve bu ilaçların birçoğunun büyük yan etkileri var, kalbe yan etkileri var, kalp ilaçlarıyla etkileşmeleri söz konusu olabiliyor. Yani ilaç çalışmaları konusunda şu anda henüz çok yakın zaman için bir umudumuz yok. Diğer büyük bir umut beslediğimiz bölüm de aşı meselesi, aşı konusunda da kimilerine göre eylülde gibi söylemler olmakta beraber benim daha çok duyduğum ve benim de ancak bu olabilir dediğim süre bu andan itibaren düşünürsek 1-1,5 yıldan önce etkili ve güvenilir bir aşının devreye gireceği kanaatinde değilim. Bu durumda ne yapmak gerekiyor? Çok basit, hepimizin düşünebileceği bir şey, biz bu virüsle karşılaşmayacağız, bu virüsle karşılaşmamak için de ne yapmak gerekiyor? Virüsün nasıl bulaştığını biliyoruz, %90 hava yoluyla insanların ağzından çıkan tükürük zerreciklerinin havada çok küçük olanlarının epey bir zaman kaldığını biliyoruz, daha büyüklerin de bir süre sonra yere indiğini biliyoruz. Bu tükürük zerreciklerini solumak suretiyle bu virüs vücuda giriyor, daha az bir oranda da bu virüsün ağızdan çıkan tükürük ve balgamın bulaşmış olduğu maddeleri tutmak, eşyaları tutmak suretiyle oradan dokunarak alıp o elimizle aldığımız virüsü ağzımıza, burnumuza, gözümüze elimizi götürmek suretiyle bu virüsü alıyoruz. Bu durumda sürekli söylenen şey, sosyal mesafeyi korumak gerekiyor, en az 1 metre diyelim ama 1,5-2 metre diye söylendiğini de biliyoruz. Sosyal mesafe çok önemli, başka çaremiz yok, çıksak bile yani bu hastalarımızın özellikle çok daha dikkat etmesi gerekiyor. Gençler ‘nasılsa virüs bize bulaşmıyor’ diye düşünerek bu mesafeyi koruma konusunda gevşek davranabilirler ama gençlerin tabii aklı başına olduklarını düşünüyorum, gençlerin aslında bu mesafeyi daha çok korumaları gerektiği kanaatindeyim çünkü gençler bunu gevşek bırakırlarsa tamam hastalanmıyorlar, hasta olmuyorlar ve bir süre sonra bağışıklık kazanacaklar ama ne yapıyorlar? Virüsü aldıkları zamandan itibaren en az 15 günlük süre içerisinde bazen 3-4 haftaya kadar süren bir şekilde bulaştırıcı bir kaynak olarak görev yapıyorlar. Başkalarına bulaştırmayı bu konuda kaygı duymasalar bile kendi anne, babalarına ya da büyüklerine en azından bulaştırabileceklerini düşünecek olurlarsa gençlerin de sosyal mesafeyi çok dikkatle uygulamak durumunda olduklarını bilmeleri lazım. Bir de tabii bu maske meselesi çok söylendi, bazen “gerekli değil” dendi bazen “korumuyor sadece hastalığa sahip olanın başkasına bulaştırmasını engelliyor” deniyor falan ama benim bütün bu söylemlerimin sonunda Selim hocanın bu konuda bir şeyler söylemesini beklerim ama benim kanaatim mutlaka maske ile dışarı çıkmak ve maskeyi de burunu da içine alacak şekilde takmak, iyi bir şekilde takmak gerekiyor, kalabalık yerlerde bu insanların özellikle bu 65 yaş üstü için konuşuyorum, tansiyonu ve kalp hastalığı olanlar için kalabalık yerlere girmemeleri, sosyal mesafeyi mutlaka korumaları, dokundukları şeylerin böyle bir virüsü alabilecekleri ihtimalinin yüksek olduğunu düşünerek gerekli her anda ellerini sabunla yıkamaları gerekiyor. Çünkü bu virüsün çeperindeki o güzel görünümlü dediğim o kendini koruyan dış tabakası yağ tabakasından oluştuğu için sabunla yıkandığı zaman bu yağın erimek suretiyle virüsü öldürdüğünü biliyoruz. Ellerini yıkamaları şeklinde bu tedbirleri söyleyebiliriz. Bir de tabii bu hastalara kontrol muayenelerine gitmeleriyle ilgili de şunları söyleyebilirim, bu hastaların kabaca iki büyük kategoride değerlendirilmesi mümkün, bu insanlar bir kronik hastalık sürecini yaşıyor olabilirler, bir de bu insanlarda acil durumlar ortaya çıkabilir, yani damarın her an tıkanabileceği ve tabii ki böyle durumda da her an ölüm tehlikesinin de söz konusu olduğu bir durumu söylemeye çalışıyorum. Böyle bir durumda gene devletin sağlık sisteminin iyi organize olması gerekiyor, yani böyle bir insan göğsünde ağrı var mesela, uzun zamandan beri koroner arter hastası, ilaçlarını kullanıyor, aspirin kullanıyor, diyelim ki göğsünde ağrı var ve her an kalp krizi geçirebilir. O zaman işte 112 servisini aramalılar. Buraları arayıp onların yönlendirmesiyle hastanelere gitmesi gerekiyor. Kronik hastaların düzenli kontrol gerektiren durumlarında ise gene ulusal otoritenin, sağlık sisteminin burada tabii sosyal devlet anlayışı doğrultusunda hareket eden bir durumda olması lazım. Bizim sağlık sistemine de tabii eleştiri getirmek istiyorum bu durumda. Biliyorsunuz Türkiye’de sağlık sistemi sağlıkta dönüşüm programıyla değişti, büyük ölçüde özelleşti sağlık sistemi, devlet sektörü bile neredeyse özelleşmeye doğru gidiyor. Birinci basamak sağlık hizmetleri aile sağlığı merkezleri şeklinde dönüştürüldü. İnsanlarımız her kuruma istedikleri gibi başvurabiliyorlar, yani doğru dürüst bir randevu sistemi yok, merkezi randevu sistemi var ama orada durum nedir? Bildiğim kadarıyla en uzun 10 dakikada bitiyor, tabii ki bu pratikte insanların doktorla karşılaştıklarında sadece doktorun yanında 5 dakika kalabilecekleri bir sisteme dönüşmüş durumda. Yani 5 dakikalık muayene süreleriyle devam eden, sürdürülen bir sağlık sistemine sahibiz ve bizim ‘kışkırtılmış sağlık talebi’ dediğimiz, bu şekilde ifade ediyoruz, insanların yoğun bir şekilde hastanelere akın ettikleri, sosyal mesafenin hiçbir şekilde korunamayacağı şekilde böyle bir sağlık başvuru sistemimiz var. Acillerimiz ana-baba günü, acillere gelen hastaların %80’i aciliyeti olmayan insanlar. Tabii bu yoğunluk içerisinde gerçek acillerin de yeterince bakımı yapılamamakta, şu ana kadarki söylemlerde “sağlık sistemimiz çok iyi, bu salgında sağlık sistemimizin ne kadar iyi olduğu ortaya çıktı” söylemleri bence bir algı yönetimi. Aslında hele ilk başlarda son derece dağınık durumda iken tabii ki sonuçta bir şeyler yapılacaktı ve şu anda gelinen noktada evet insanlar başvurduklarında nereye gitmeleri gerektiği, vs. az çok anlayabiliyorlar. Ben gene de normal polikliniklerin başlama sürecine geçtiğimiz ki şu anda insanlar zaten bir kısmı çıkmıyor, çıkmaları yasak, bir kısmı da korktuğu için gitmiyorlar, 65 yaş altı insanlar çıkabildikleri halde onlar da korktukları için gitmiyorlar hastalık bulaşır diye. Bütün bunların çok net açık bir şekilde ve tabii ki şu ana kadarki hastalık verilerinin, epidemiyoloji dediğimiz bu bilimin yöntemleriyle hangi hastalar tehlike altında, insanlar polikliniklere nasıl başvurmalılar, bulaşma durumu nasıl oluyor ve korunma yolları neler olacaktır? Bu gibi soruların cevaplarının net olarak verildiği düzenlemelerle insanlarımızın polikliniklere nasıl gideceklerinin düzenlenmesi gerekiyor. Devlete çok büyük bir iş düşüyor diye düşünüyorum, tabii ki devlet tek başına bunu yapmayacak, ilgili kurullar, ilgili kurumlar tabii ki bu kurumlar arasında TTB’nin de unutulmadığı bu ilgili kurumların koordinasyonunu sağlayacak şekilde bir çalışmayı gerektiriyor. Şu anda bu çalışma ne kadar yapılabiliyor? Ben doğrusu çok kuşkuluyum açıkçası, biraz çok konuştum, burada bir durayım ve sözü size bırakayım.

AT: Hayır hocam, biz çok yararlanıyoruz. Şimdi bir ertelenmiş sağlık hizmeti yoğunluğu var anladığım kadarıyla. Bu ertelemeler, aşı ve rutin çocuk muayenelerinde, bir de kronik hastalık takiplerinde. Sanıyorum bayağı yoğun poliklinik günleri bekliyor hekimleri yazın, çünkü bu ertelenmiş sağlık hizmetlerini de bir şekilde bireyler almak isteyecektir. Tabii bu, hekimlerin yazın alışık olmadıkları bir yoğunluğu da getirecek, bir de tabii bir ikinci dalga ihtimali konuşuluyor, bu ertelenmiş sağlık hizmetleriyle ikinci dalganın çakışması nasıl bir sıkıntıya yol açar onu bilmiyoruz. Dileyelim hiç ikinci dalga olmasın ama ertelenmiş sağlık hizmetleri için muhakkak muhakkak sizlere başvurularda bulunacaklar. Bir de sanıyorum bu yeni normale geçtiğimiz süreçte kalabalık yerlerden uzak durmak gerekiyor diye düşünüyorum. Bilmiyorum siz de katılır mısınız buna? Örneğin ben kalabalık yerlere gitmeyi yazın hiç düşünmüyorum, kapalı bir yerde yemek yemem mesela. Tabii burada başka bir soru soracağım aslında hocam evden çalışma prosedürünün oluşması da bu kalabalık yerlerde çalışanlar için büyük bir olanak oluşturdu, sanıyorum bu yazın da devam edecek. Bu biraz bulaşı engelleyecektir diye tahmin ediyorum. Bir de tabii telemedicine konusu çok konuşuluyor şu anda, uzaktan muayeneler, özellikle dahili branşlarda çok konuşuluyor hocam. Bu telemedicine’e siz nasıl bakıyorsunuz? Sizin görüşünüz çok önemli. Psikiyatrlar için bir olanak oldu online terapi yapabilmek. Siz hem dahiliye uzmanısınız, ne diyorsunuz telemedicine’a? Bu olabilir mi? Nasıl olabilir? Düzenleme gerekir, siz sağlık hizmetini yönetiyor olsaydınız telemedicine’le ilgili neler yapmak isterdiniz?

TG: Bu telemedicine konusunu kesinlikle çok ciddi bir şekilde düşünmemiz gerekiyor. Aslında ben süreç içerisinde her gün birkaç tane hastamı hiç aramadığım gün olmadı, hatta bir arkadaşımın kardeşi hipertansiyonla ilgili bana danışmak istedi, ilaçlarını kontrol ettim, baktım pek uygun görünmüyor ama ben önce ne yaptım? Bayağı artık telefonda yapılabilir bu, uzun uzun kendisiyle konuştum, yani buna tıp dilinde anamnez almak denir. Bu süreç içerisinde anamnezin aslında ne kadar önemli olduğu da ortaya çıktı. 

AT: Evet tabii.

TG: İşte 184’ü arayan bir hastaya ne yapılıyor? Önce “ne şikâyetiniz var?” diye soruluyor, “ateşiniz var mı?” “Öksürük var mı, nasıl bir öksürük, kuru öksürük mü?” “Nefes darlığınız var mı?” gibi sorular soruluyor, eğer bunlar varsa işte o zaman “gelin sizi bir görelim, akciğer filminizi ve tomografinizi çekelim” deniyor. Anamnezin burada çok önemli olduğunu biz anladık bir kere daha. Bu telemedicine’de hem görüntülü olarak da konuşma imkânı olduğu için anamnez almak mümkün. Ben o arkadaşın anamnezini alıp, ilacını bıraktırdım, tansiyonunu takip ettirdim, belli bir tansiyon teşhisi koydum ve kendim uygun gördüğüm bir takım kan tetkikleri yapılmıştı, onları gördüm ve “şu ilaçları kullan” dedim. İşte 1 haftadır kullanıyor ve gayet de başarılı, tansiyonu kontrol altında, hasta da memnun ve tatmin olmuş durumda. Bu örneği verdim, telemedicine’i bizim mutlaka ciddi bir şekilde düşünmemiz lazım, hem geçenlerde bir haber olarak televizyonda gördüğüm Fransa’da galiba böyle bir telemedicine klinikleri oluşturulmuş. Hasta kabine giriyor, orada bir stetoskop var, o stetoskobu kalbine koyuyor görüntülü bir şekilde yönlendiriyor, akciğere koyuyor, nefes aldırıyor, verdiriyor filan bir nevi fizik muayenenin de kısmen yapılabildiği böyle sistemlerin geliştirilmesi gibi bir yola girilmiş durumda. Telemedicine’in mutlaka bizde de yani şu anki koşullarda düşünmemiz gereken, bir yöntem düşünüyorum, bizim sağlık sistemimizde nasıl ki böyle callcenter’lar var, belki hekimlerin hastanelerde belli alanlarda hastaların telefonla, mesela işte poliklinik hastası “ben şu numaradakiyim işte TC numaram şu” diye hasta söylüyor veya hastanın dosyasına bakılıyor ne şikâyeti var, nasıl oluyor, ne ilaç kullanıyor, yani bir kontrol muayenesini pekala uzaktan yapmamız mümkün olabilir diye düşünüyorum. Telemedicine zaten konuşuluyordu hakikaten bu salgın vesilesiyle daha fazla düşünmemiz gereken bir konu diye düşünüyorum.

AT: Evet hocam siz zaten çok detaylı ve güzel açıkladınız. Bu arada açıklamalarınıza Selim hoca da katılıyor fakat sesini duyuramıyor. Onunla yazışıyoruz bu sırada! Belki telemedicine yani evden hekimlerin çalışması bir çözüm olabilir kronik hasta takipleri için çünkü çoğu kişi belki bu yılı atlayacak eğer böyle bir olanak tanınmazsa. Bakanlıktan da bizi dinleyenler varsa onlara da belki sesimizi bir şekilde duyurmaya çalışmış oluruz diye düşünüyorum. Çünkü aile hekimleri için bir tebliğ yayınladılar fakat bunu branş hekimlerine yaymadılar. Şimdi ikinci şarkımıza geçelim mi Taner hocam?

TG: Geçelim.

AT: Yine bir Karadeniz müziği sizin için Selim hoca seçmişti.

TG: Çok teşekkür ederim, çok naziksiniz! Bunu düşünmeniz gerçekten çok güzel, teşekkür ederim. 

AT: Kazım Koyuncu’dan ‘Ella ella’.

SB: Kazım Koyuncu’dan dinledik ‘Ella ella’ isimli parçayı seslendirdi. 94.9 Açık Radyo’da Önce Sağlık programındayız. Ben biraz kopukluk yaşadım ama Taner hocanın bütün söylediklerini dinledim, o kadar güzel anlattı ki arada bana göndermeler yapsa da benim söyleyecek hiçbir şeyim yok. Bir tek bu komorbit olaylarda risk gruplarının arasında 65 yaş üstü astım, diyabet, kronik kalp, böbrek, akciğer hastalıkları diye bir sıralamada yine de sizin belirttiğiniz gibi hipertansiyon büyük arayla ön plandaydı, hipertansiyon en önemlisi değil mi?

TG: Evet hipertansiyon, diyabet ve koroner hastaları.

SB: Devam edelim istersen, son bölüme girdik zaten fazla da vaktimiz kalmadı ama başka sorun var mı?

AT: Var, 1 dakikalık çok hızlı bir soru sorabilir miyim Kazım Koyuncu ile ilgili?

SB: Tabii.

AT: Taner hocam siz Lazca biliyorsunuz bildiğim kadarıyla.

TG: Evet Lazca biliyorum.

AT: Bu Lazca mıydı? ‘Ella ella’ ne demek?’

TG: Bu Hemşince bir şarkı bildiğim kadarıyla, Hemşin diliyle söylenmiş bir şarkı, orada da ‘ella ella’ tanıdık bir söylem, ‘ella ella’ benim konuştuğum yaşayan Lazca’da, Pazar Lazca’sında ‘gel’ demek ama şu anda yaşayan Rumca’da da ‘gel’ demek ‘ela’ kelimesi, herhalde o anlamda kullanılmış olsa gerek. Ben incelemedim ama bu vesileyle bir bakacağım Lazca ona.

AT: ‘Gel gel’ uygun tabii. Bu arada Açık Radyo koordinasyondan Didem de yazıyor WhatsApp’tan “Hemşince” diyor bize bilgi gönderiyor, ona da selam gönderelim.

TG: Evet, Hemşince olduğunu biliyorum ben de. 

AT: Benim 65 yaş üstü için direkt bir sorum var, Pazar günü dışarı çıkacaklar, Nazım’dan alıntıyla “ilk kez bizi Pazar günü güneşe çıkaracaklar” diyorlar. Nasıl bir egzersiz, nasıl bir yürüyüş öneriyorsunuz 65 yaş üstüne bu süreçte?

TG: Doğru aslında ta başından beri “65 yaş üstü evden çıkmasın” deniyordu ama bir yandan da tüm konuşmacılar yani bilimle uğraşan insanlar, bu insanlara hareket etmeyi de öneriyorlardı. Yani ev içerisinde televizyonda bu konuda programlar var, onların eşliğinde ev içerisinde belli bir mesafeyi yürüyerek, şu kadar adım atmak, yani “normalde sağlıklı olmak için 6000 adım atmak gerekir” diyoruz genel olarak, yani hareket çok önemli, hareketsiz kalmamak gerekiyor. Tabii ki hastalığının derecesine göre, mesela kalp yetersizliği olan bir insan hızlı yürüdüğü zaman nefesi daralacaktır, o nedenle biz onlara şöyle söylüyoruz “nefes darlığı yaratmayacak bir tempoda siz yürüyebilirsiniz” diye söylüyoruz ama böyle bir kısıtlaması olmayan, hani bir hastalığı var ama henüz böyle çok fazla semptomatik olmayan insanlara da diyoruz ki “günde en az 6000 adım atın, yürüyüş hızı olarak da koşu yapmayın, 65 yaş üstü insanlar, bazen bir hastam var neredeyse maraton koşma niyetinde olan hastalarım da oluyor, onlara “bunu yapmayın!” diyorum, tamam belki isterseniz yaparsınız zorlarsanız ama gerek yok. ‘Postacı yürüyüşü’ diye tarif ediyorum ben hızlı hızlı yürüme anlamında, en güzel spor aslında yürüyüş, diğer ortopedik sorunlara yol açabilecek bir takım mesela “şınav çekebilir miyim?” diyor “barfiks yapabilir miyim?” diyor “hayır bunları yapmayın!” diyoruz “en güzeli yürüyüş yapın” diyoruz. Mutlaka bunu yaratmalılar, tabii bununla birlikte beslenmeye de çok dikkat etmeliler, dengeli beslenme ve kilo yönetimini düşünecek şekilde bir beslenme yani kilo almayacaksınız, yeterince protein, karbonhidratı daha az miktarda, protein daha fazla, sebze ağırlıklı beslenmek suretiyle sağlıklı bir beslenmeyi de mutlak surette önceleyerek hareket etmek lazım. Yani yaşam tarzı hakikaten hastalıkların oluşumunda çok çok önemli. Genetik konusuna da bu vesileyle tabii giriyoruz, insanların %99’u nasılsa genetiği tamamen birbirinin aynı, çok az bir farkla yani %1’den daha az bir bölümü genetik yapının insanlar arasındaki farkları ortaya çıkardığını gösteriyor. Tabii bu farkların üzerine bir de çevresel faktörler bindiği zaman hastalıklar ortaya çıkıyor. Onun için yaşam tarzı çok önemli, yani o genotip ve fenotip dediğimiz bu iki kavramı söylemiş olduk, fenotip çevresel faktörlerden etkilenmeler, bunlara dikkat etmek gerekir diye düşünüyorum. 

AT: Çok teşekkür ederim Taner hocam, biz yavaş yavaş son dakikalarımıza gelmek üzereyiz. Son olarak hem hastalarınıza hem koronavirüsle ilgili, sağlıkla ilgili söylemek istediğiniz bir iki cümle var mı Taner hocam?

TG: Söylediklerimi belki tekrar edecek şekilde, tekrar altını çizmek anlamında söylemek istiyorum. Hipertansiyon toplumda çok yaygın bir sorun, koroner arter hastalığı insanlarda en çok görülen hastalık ve tabii ki bu hastalıklar olmasa bile yaş kendi başına bir risk faktörü. O nedenle 65 yaş olarak bütün sınıflarda söylüyoruz yaş sınıflamalarının sınırlarını belirlerken, 65 yaş üstünde olan insanlarımızın özellikle bu tansiyon yüksekliği olan, koroner arter hastalığı olan insanlarımızın tabii ki dışarı çıkmaları söz konusu olacak, izin verildiği ölçüde çıksınlar ama bu işler netleşinceye kadar özellikle mutlaka maskeyle çıkmalarını öneriyorum, ben de dışarı çıkarken maske kullanıyorum mutlaka. Bu sadece dışarıdan gelen bir virüsü almak açısından değil, insanların kendisinde bir virüs olduğu zaman diğerlerine bulaşmasını önleyen bir tedbir olduğu için karşındakine saygı anlamına geliyor. Bilmiyorum Selim hoca bu konuda fikrini söylemedi, maske kullanmak konusunda ne düşünüyorsun?

SB: Arada koptuğum için söyleyemedim, tabii maske konusunda söyledikleriniz çok doğru. Aslında başlangıçta “sadece hastalar taksın, sağlıklı bireylerin takmasına gerek yok” deniyordu çünkü bu pandeminin alışılagelmişin dışında çok fazla asemptomatik, yani belirtisi olmayan, hasta görünümü olmayan, hastalık sorunu yaşamayan insanların da virüsü yaydıkları bilinmiyordu. Bu saptandıktan sonra tabii ki herkesin, kimin taşıyıp taşımadığı belli olmadığı için herkesin takması çok önemli. Aslında DSÖ’nün söyleminde çelişki olduğu söylendi, çelişki değildi çünkü biz bu özelliği bilmiyorduk. Sadece onun altını çizmek istedim, şu anda sizin söylediğiniz gibi yapılacak tek şey aşı, antiviral, profilaktif ilaç filan peşinde koşmak yerine sosyal mesafeyi korumak ve maske takmak çok önemli. Çok doğru yerlere, çok basite indirgeyerek çok güzel anlattınız her zamanki gibi. Ben öğrenciniz olmadım ama öğrencilerinizin size neden bu kadar hayran olduklarını, neden bu kadar çok sevdiklerini çok daha iyi anladım bir kere daha, biliyordum ama bir daha anladım!

TG: Çok teşekkür ederim güzel sözleriniz için de. 

SB: Ne demek! Çok teşekkür ederiz programımıza katıldığınız için, Ayşegül’le beraber seçmiştik bu programın parçalarını, size bir tane daha sizin yörelerden bir parça ile veda edelim. Birol Topaloğlu söyleyecek ‘Nani nani’ isim parça, bir de onu dinleyelim. Peki tekrar teşekkürler Taner hocam. 

TG: Ben teşekkür ederim, kolay gelsin, iyi çalışmalar diliyorum. 

SB: Sağ olun!

AT: Çok teşekkür ederiz hocam.

TG: Ben teşekkür ederim bana bu fırsatı verdiğiniz için. Bütün Açık Radyo çalışanlarına iyi çalışmalar diliyorum, sevgiler.

SB: Çok teşekkürler, hoşça kalın, iyi hafta sonları.

TG: İyi hafta sonları. 

AT: İyi hafta sonları.