"Kendimi Gerçekleştirebileceğim Bir Sahneydi Manastır"

Manastır
-
Aa
+
a
a
a

Bu hafta konuğumuz Manastır'ın en uzun süre ağırladığı sakinlerinden İnci Eviner. Eviner 1990'lar ve 2000'ler başında Manastır'da gündelik hayattan, binadaki atölyesinden, dönemin kültür sanat ortamından ve Manastır'ın üretimlerindeki yansımasından bahsediyor.
 
 

saltonline.org/projects/manastir / Erkan Özdilek arşivi
Manastır: 23 Mart 2018
 

Manastır: 23 Mart 2018

podcast servisi: iTunes / RSS

Yağmur Yıldırım: Merhabalar, “Manastır İstanbul Sanat Merkezi’ne Bugünden Bir Bakış” programını dinlemektesiniz. Ben Yağmur Yıldırım, teknik masada sevgili Ömer Şahin ile birlikteyiz. Stüdyoda Manastır’ın en uzun süreli ve en son çıkan konuklarından sevgili İnci Eviner ile birlikteyiz. Hoş geldiniz!

 

İnci Eviner: Merhaba, hoşbulduk.

 

YY: Seçil Türkkan ve İlksen Mavituna ile birlikte gerçekleştirmekteyiz programı, kendimiz de 3 editör olarak programı çeşitli konulardan tutmaktayız. Ben de yolu Manastır’dan geçmiş konuklarla birlikte bellek kazısına devam etmekteyim. İnci Hanım’ı almayı da çok önemsedik, malumunuz çok uzun süre orada kaldı, oradaki atölyesinde, aslında kendi kişisel hayatında da çok farklı dönüm noktaları geçirdiği uzun bir süreç yaşamış oldu. Nasıl günleriniz geçti orada, sizin için ne ifade ediyor, neredeydiniz, kimlerleydiniz? Onları dinlemek için sabırsızlanıyoruz, diyeyim.

 saltonline.org/projects/manastir / Erkan Özdilek arşivi

İİ: Gerçekten benim hem sanat pratiğim için, hem de hayatım için çok önemli bir dönemdi Manastır’da çalışmak. Elif Ayiter bize tanıttı orayı ve kendisi çok kısa süre kaldı orada. 2 kişiydik, şu anda hayatta olmayan Mine Karaören ile beraber tuttuk, akademiden arkadaşımdı Mine. Orada kendimi çok iyi hissettim, çünkü 80’li yıllardan sonra hakikaten böyle kocaman kalın bir yorganın üstümüze serildiğini hissettiğimiz gibi bir dönemdi, herkes bir tarafa savrulmuştu, gerçekten sanat ortamı dediğimiz ortalıkta olup bitenlerle hiç alakası yoktu. Orada birbirimizi bularak bambaşka bir enerji yarattık. Ama her şeyden önce benim için o 5 metre yüksekliğindeki tavan, çevresi, duvarları, merdivenleri, her şeyiyle tam anlamıyla sanki kendimi gerçekleştirebileceğim bir sahne gibi çıktı önüme. Orada hem bir şekilde ev hayatının, günlük hayatın bayağılığından, konformizminden korunuyordum, hem de sıfırdan sanki orada kendimi bulabileceğim ve yaratabileceğim bir yermiş gibi davrandım ve etraftaki her şey ile, olup biten, günbatımı, oradaki şapel, Manastır’ın arkasına yerleşenler ile, inanılmaz bir dinamiğin bir parçası olduk. Yani bir anda sanki o korunmalı küçük hayatımdan çıkıp kendi zihnimde hayallerimle buluşan gerçek bir mekânla karşılaştım. Bu dönemde yaptığım işler de hakikaten kendi pratiğimde çok başka kapılar açtı, başka şeyler açtı önümde. Bunlardan bir tanesi “Gövde Hiçbir Yer Burası” serisi, burada kurulan hayallerle ortaya çıktı. Çünkü evden Manastır’a gelirken karşılaştığım birçok şey beni hayata bağlıyordu; yani soyutlanmış bir Valideçeşme’de oturuyordum, oradan birçok şeyle yolda karşılaşarak girdiğim bir mekândı. Her şey o kadar gerçeküstü gözüküyordu ki bazen bana; kendi varlığım da aynı şekilde. Yani, bu sosyal yapı içinde nedir karşılığım sanat yapan biri olarak, yaptığım işler nereye gidiyor, kim bakıyor - hiç böyle bir şeyin karşılığı yok, yani soyut bir varlık gibisin. Fakat öte yandan da inanılmaz bir açlık var, yani üretebilirsin çünkü her şey buna hazır gözüküyor, beni dinleyen ya da beni gören kimse yoktu sanki. Aynı şekilde diğer arkadaşlar da muhtemelen aynı duyguları paylaşacaklar. Bu insanların yan yana gelmesiyle gerçekten bir şey kuruldu, yani kendimi kurdum, açıkçası. Gerçek bir atölyeydi, son derece emniyetsiz, soğuk… Şartlar çok kötüydü, tuvalet şartları filan, fakat buna rağmen her sabah büyük bir heyecanla koşuyordum. Hatta oğlum küçüktü o zaman, o da benim arkamdan geliyordu, çay satarak hayatını kazanmaya çalışıyordu Sinan 6-7 yaşında orada. Orası sanki bir sahne gibi sürekli bir şeylerin benim için üretildiği, sahnelendiği, bir şeylerin beni çağırdığı bir ortama dönüştü. Bu bir apartman katında olamazdı, yani İstanbul’un herhangi bir yerinde de olamazdı.

“Gövde Coğrafya Burası” şöyle çıktı; Manastır ve çevresinde hissettiğim şey o kadar güçlüydü ki, önce çok bir duygu olarak geldi ve sonra bu insanların, etrafındaki insanların o sağdan soldan göçüp gelmiş, geçici olarak eski Ermeni evlerine yerleşmiş, yerleştirilmiş insanların varlığı beni başka bir boyuta taşımaya başladı. Nereden geliyor bunlar gibi bir şey attım ortaya, İstanbul ile da ilgiliydi bu. Bütün bu uyarıcılarla beraber bir sahne kurmak istedim ve bunun için bir mekân aradım açıkçası. Bu Manastır’ın kendisi değildi; İstanbul’un çevresinde dolaşarak kocaman bir çöp alan buldum. Adı Esentepe, şimdi değişmiş olabilir, ve orada dev bir kaçak cami inşaatıyla karşılaştım, olağanüstü etkileyiciydi. Burasının, bütün bu kurduğum hayaller ve bütün bu insanların nereden geldiği ve ne yaptıklarıyla ilgili kendime göre bir kurgu yapabileceğim bir platform olduğunu düşündüm. Orada kurduğum ilişkiler içinde bir aile vardı, ailenin içinde bir sürü çocuk, kuzen, akraba, teyze, enişte… Onlarla kurduğum ilişki sonucunda o kız çocuklarıyla çalışmaya başladım, fotoğraflarını çekerek filan. Sonra birkaç kere gittiğim zaman o kocaman araziye, orada albino bir çocukla karşılaştım. Onu takip ettiğimde evde iki tane daha kardeşinin olduğunu fark ettim, yani bir ailede 3 tane albino… Albinolar ve esmer kızlarla bir şeyler kurmak istedim eskizlerle, hep yaptığım gibi, desenlerle başlayarak. Dünyanın bir yerinden atılmış esmerler ve albinolar hayatın yarattığı bir çeşit metafor gibi; bunları karşı karşıya getirerek çok hızlı bir şekilde fotoğraflar çektim. Yine, dediğim gibi, böyle işlerin hiçbir karşılığı yoktu Türkiye’de. Yapı Kredi’de sergilendiği zaman da çok şaşırtıcı oldu, çünkü böyle bir yer yok, böyle bir yer hiç olmadı hissi vardı bunda… Tıpkı Tarlabaşı gibi, ama aslında çok gerçekti.

Ben sanıyorum bütün o Tarlabaşı’nda yaşadıklarım ve Manastır’ın getirdiği duyguyla oralara savruldum, orada bir yerler bulup yeniden kurguladım. Kendimi bunları yaparken de çok özgür hissettim, en önemlisi buydu aslında. Bir sanatçının kendini daha özgür hissedebileceği, zihninin, duygularının açık olabileceği bir yere ihtiyacı var gerçekten... Virginia Woolf’un kitabı çok önemlidir “Kendine Ait Bir Oda”, orada sen kendin üzerinde çalışabilirsin aslında ve kendin üzerinde çalıştığın şey de bir şekilde toplumla, o çevreyle buluşmaya başlıyor. Manastır’ın konumu o yüzden çok önemliydi bu işlerle ilgili. Dış dünyayla ilişkim bir anlamda kopuktu diyebilirim, yani şimdiki kadar dışa açık biri de değildim o zaman, üniversitede de değildim, henüz hocalık yapmıyordum. Orada hakikaten kendi hissettiğim ve yapmak istediğim şeyleri yapmak için uygun bir iklim buldum. Oranın gerçek dışılığı – yani, cemaatini kaybetmiş bir Ermeni manastırındayım, bir zamanlar odaları açtığımız zaman karşımıza çıkan hapishaneler gerçek dışı, etraftaki insanlar kendi yerlerinden yurtlarından edilmiş insanlar… Yarın ne olacağı hiç bilinmiyor ve hiçbir şekilde gelecek duygusunun olmadığı bir ortamdı. Şimdi burada ne yaşanıyor – bütün bu tahrişler ve yüklerle beraber şimdi ne oluyor duygusunu yaşayabiliyordum orada... Dolayısıyla, aslında Türkiye’de de çok zor olan bir şey için gerekli ortamı bulduğumu düşünüyorum, yani bir sanatçının kendi üzerinde çalışabilmesi, kendi üzerinde çalışarak kendini yaratması, yaptığı işle hayatının bütünleşmesi, en önemlisi budur. Bir başkası olarak ressam olmuyorsun, bir başkası olarak resim yapmıyorsun, sen olarak resim yapabiliyorsun. E buna da tanıklık edecek bir mekân gerekiyor. Manastır da bütün taşıdığı tarihsellikle bunun bir çeşit arka planı olmaya çok hazırdı zaten ve orada karşılaştığımız arkadaşların da bu duyguyu paylaşan insanlar olduğunu düşünüyorum. Çünkü hakikaten o zamanki kadar, yani oğlumun da söylediği gibi bütün parasızlık, yokluk ve her şeyle beraber, ama bu kadar da yoğun çalıştığım başka bir dönemim olmadı mesela.

 

YY: Çok güzel! Dördüncü kattaydı değil mi sizin atölyeniz?

 

İE: Evet.

 

YY: Hep aynı atölyede mi kaldınız?

 

İE: Hep aynı atölyede, Mine ile başladık evet.

 

YY: Çok güzel, aydınlık, büyük pencereleriyle bütün Tarlabaşı’na, Beyoğlu’na, hatta Dolapdere’ye kadar bakan bir manzarası olan da bir atölyeniz varmış.

 

İE: Evet, camlardan giren ışık, yani her şey inanılmaz bir şekilde zihnimde kaldı ve hiçbir zaman da öyle bir duyguyu başka bir mekânda hissetmedim. Yurt dışında yaptığım rezidans programlarında farklı farklı atölyelere girdim çıktım ama Manastır hep başka bir şeydi. Yani, belki de dünyaya küs olduğumuz ya da itildiğimiz, kenarında olduğumuz bir durumda birbirimizle dayanıştığımız, 80’li yılların kabul etmediği, hiçbir şekilde sosyal hayata dahil olamadığımız bir zamanda hakikaten birbirimize dayanarak var olduk. Ortak bir iş yaptık mı? Hayır aslında. Fakat orası işgal edilmiş bir yer olduğu için, zaman zaman Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden geliyordu birileri ajan gibi ve sorguya çekiyordu bizi. O sırada bir tehlike anında biz hemen bir etkinlik filan yapıyorduk ve işte Hrant Dink’i de o zaman tanıdık, hikâyesini de o zaman birebir anlattı ve tanıştık. Her şeyiyle böyle bir geçici mekândı, o geçicilik belki şimdiye bambaşka bir değer ve boyut kattı. Yani akıp giden bir hayatın içinde bir küçük aralık buluyorsunuz ve onu çok derin kazmaya başlıyorsunuz; bu da ancak Manastır’da olabilecek bir şey gibiydi.

 

YY: Evet, dediğiniz gibi bir arada üretmek ya da örgütlenmek gibi bir gaye olmasa bile şimdiye birlikte, yan yana durarak tutunma hali galiba Manastır’da benim de hep konuşmalardan izlenimim.

 

İE: Evet, çünkü benim gibi birileri var duygusu önemli. Yani bununla yaşamak, bu dayanışma… Ama öte yandan bence kadın sanatçılar bunu çok daha şiddetli duyuyor, bir kadın olarak sanatçı olmayı “hak etmeyen” bir cinsiyetiz ya, dolayısıyla kimse benden beklemedi zaten böyle bir şeyi. Daha doğrusu hep çocukluğumdan beri resim yapardım ama bu tıpkı nakış işlemek gibi gurur duyulacak bir boş zaman eğlencesiydi ve yeteneğimle de ailem gurur duyardı. Hakikaten sanatçı olmak bazen tehlikeli sularda yürümeyi, dolaşmayı gerektiren bir şey, kimsenin sizden beklemediği… Hani çocukken hissederiz ya “ben ötekiler gibi değilim” diye ayağını yere vurursun ya, “hayır, hayır ben buyum, ben varım!” vardır… “Ben varım” hikâyesini o süreçte kişisel olarak hayatımda ilk kez gerçekleştirdim.

 

YY: Peki “biz bir aradaydık ve etkinlikler yapıyorduk” diyorsunuz, hem komşularınızı soracağım, hem de bu bahsettiğiniz “biz” kim mesela, kimler sizde iz bıraktı oradaki gündelik hayatınızda?

 

İE: Hüseyin Bahri Alptekin ile paylaştığımız şeyler vardı, çünkü öyle komik bir hale gelmişti ki orası, birden çok popüler oldu ve reklamcılar da küçük odalar tuttu. Hani vardır ya hep “edebiyat yapacaktı ama reklam dünyasına kaydı”, e onların da tabii sanat üretmek için birer fantezisi vardı. Orada birinin, reklam piyasasından gelen birinin tuttuğu bir yer vardı ve çok güzel döşedi antika mobilyalarla, sonra birdenbire çıktı gitti! O antika masa ve sandalyeleri biz Hüseyin ile paylaştık. Hâlâ evimdedir mesela sandalyeler…  Çok moda oldu bir ara, birçok insan geliyordu, fakat o soğukluk… Çünkü o soğukluk bir şekilde kendinizle yüzleşmenizi gerektiriyor. Yani yalnızlığı bilmeyen ve sevmeyen insan sanatçı olamaz. Bunu deneyen ve vazgeçen çok insan oldu, yani hep odalar doldu boşaldı, doldu boşaldı, arkada kalan malzemeleri paylaştığımız olurdu. Hülya Botasun hep oradaydı, aynı kattaydık. Bütün o yalnız kalabilme duygusunu tam anlamıyla özgürce orada yaşadım. Manastır’dan bu kadar çok insanın gelip geçmesinin bir nedeni de bu. Yani “burada sanat yapılıyor, biz de bunu bir parçası olursak sanat yaparız” diyen gelip geçici belki onlarca insan tanıyorum. Çünkü kontrat filan da olmadığı için istedikleri zaman bırakıp gidiyorlardı. Yani onların arasında çok iyi arkadaşlarım da oldu, süreklilik oldu, Naz’ı takip etmek çok heyecan vericiydi. Naz Erayda tamamen adanmış bir şekilde orada çalışıyordu, çok güzel işler yapıyorlardı Kerem Kurdoğlu ile beraber. O beni çok etkiliyordu ve tiyatro şimdi olduğundan, bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama, çok daha cesurdu. Hülya oradaydı, başka arkadaşlar vardı, sürekli malzeme aldığımız, malzeme deposunu çok renkli olduğu Godzilla vardı komşumuz, benim katımda. En üst katta Bedri Baykam vardı. Sınıfsal ve hiyerarşik bir şey vardı Manastır’da; Manastır’da herkes Bedri Baykam ile tanışıyordu. Bedri Baykam o zaman çok ünlü, bütün açılışları inanılmaz kalabalık oluyor, çok gözde, bütün albaylar, cumhurbaşkanları, başbakanlar sergisini geziyor. Biz de tamamen onun alt katlarında Bedri Baykam ile isim yapmış bir mekânda (“Manastır”dan önce “Bedri Baykam’ın atölyesi “olarak tanındı bazen), onun alt katlarında paylaşıyorduk bunu. Üst katta bambaşka bir şey oluyordu, yani o da çok hoştu, o dönem yaptığı resimler. Biz alt katlarda daha küçük odalarda… Daha alt katlarda küçük küçük odalarda gelip geçici olarak sanatçı olmayı deneyen bir sürü geçici arkadaşımız oldu.

 

YY: Peki buraya nasıl bir yerleşme sistemi oluyordu? Yani, “benim bir arkadaşım var, buraya gelebilir mi”, gibi mi?

 

İE: Evet evet, birileri diğerini tavsiye ediyordu, yani tamamen bireysel bir deneyimdi. Fakat öte yandan da dediğim gibi o 80’li yılların o toplumun dışına atılmışlık duygusunu hep beraber yaşayıp paylaştığımız ve kendimizi ne olmak istiyorsak o şekilde gerçekleştirebileceğimiz bir mekâna dönüştü. En önemlisi dediğim gibi yalnız olabilmek.

 

YY: Çok ilginç, sevgili hocam Sibel Bozdoğan’ın da kulaklarını çınlatmak istiyorum, o büyülenmişti bu hikâyeyi ilk defa duyduğunda. Manastır’ın, bir binanın tarihi yakın geçmişimize dair ne çok şey anlatıyor... Cemaatini kaybetmiş bir Ermeni manastırı, bir eski Ermeni Katolik kız okulu, sonrasında böyle bir topluluğa ev sahipliği yapıyor.

 

İE: Sinema platformu.

 

YY: Evet, tamamen el yordamıyla yürüyen ve tamamen “bu şekilde başka insanlarca kullanılıyor olması, iktidarca, güç tarafından marjinalleştirilen başkaları tarafından kullanılıyor olması burayı bir transgresyon, bir ihlal mekânı gibi görmemizi sağlar mı?” diye çok güzel bir soru sormuştu.

 

İE: Bir yandan da düşünüyorum, o dönemde yapılan işler yan yana konsa ne söyler acaba bize?

 

YY: Mesela. Bir yandan da orada hareketli bir gece hayatının da başladığı bir dönem oluyor.

 

İE: Evet.

 

YY: Siz 90’ların başında geliyorsunuz ama sonraları özellikle…

 

İE: Efsane bir partimiz var, şu anda yine hayatta olmayan sevgili Deniz Bilgin ve ben aynı sene aynı ayda doğmuştuk, yakın arkadaştık ve komşuyduk, evlerimiz çok yakındı. İkimiz 40 yaş günümüzü inanılmaz efsane bir partiyle kutladık, hâlâ söylenir, müthişti! Olağanüstü kalabalıktı ve çılgınca bir şeydi. Mesela böyle bir şeyi başka bir yerde yaşanamaz, yani İstanbul’da mümkün değildi. İhsan Bilgin kocaman bir masa hazırlamıştı, üstünde çeşitli kaşar peynirleri… Biz güzel kostümler giymiştik, ben annemin eski bir gipür dantel siyah elbisesini, Deniz müthiş güzel dans etmişti, onun da annesi dikmişti elbisesini, çok güzeldi. İnanılmaz bir şeydi, o partiye gelen arkadaşlarımız da, birçoğu işte Bilar’dan, Bilsak’tan, o küçük küçük kenarlarda toplanmış ama olağanüstü samimi, içten ve paylaşmaya çok açık grupların buluştuğu bir parti olmuştu.

 

YY: Zaten Bilsak ile Manastır çok dirsek temasında ilerliyorlar. Hatta bir dönem Bilsak’taki toplantılar, Korhan Gümüş ile programda da konuşmuştuk, Manastır’a taşınıyor, Yeşil Dayanışma gibi başka örgütlenmeler de oluyor. O başka bir birlikteliğe de aslında sebebiyet veriyor diyebilir miyiz?

 

İE: Bilar için de bunu söyleyebilirim. Özellikle 91-92 yıllarında Bilar’da yapılan konuşmalar olağanüstü ufkumu açmıştı, o 6. kata tırmanıp yerlerde oturup İhsan Bilgin’i, Ali Akay’ı – yeni gelmişti o zaman Türkiye’ye, Deleuze ve Guattari’yi yeni tanıyordum ben onun konuşmalarından ve benim işlerim için de müthiş ufuk açıcı olmuştu. Onunla çok ilişkili tabii, yani bir yandan Defter grubu, Bilar, bir yandan Manastır’daki sanatçılar, bütün bu bilgiye çok açık ve birbiriyle paylaşan küçük grupların aslında yerleştiği bir alandı Manastır. Yani oradaki gelip geçici, sanatçı olmak için bu Manastır’da atölye tutmanın bir aşama olacağını düşünen insanlarla beraber olağanüstü canlı bir yerdi tabii.

 

YY: Bir de siz 90’lı yılların başında, 91, 92 gibi giriyorsunuz ve 2006’da çıkıyorsunuz değil mi?

 

İE: Evet 2006’da en son ben çıkıyorum, çünkü bir sürü davalar açılıyor, o sırada ben New York’tayım. Nedir, ne değildir bilemedim, tebligatları alamadım, sonra çıkmam gerektiği anlaşıldı. Fakat ben böyle çok çocukça direnmeye çalıştım, yani ben burada kalmalıyım diye. Olmadı sonra, ayrıldım ve çok da hüzünlü oldu, çünkü bambaşka bir yere gittim Gümüşsuyu’nda bir dükkâna, dükkân tuttum, kiraladım. Dediğim gibi, orada hayatım, kişiliğim, yaptığım işler ile bir bütündüm Manastır’da; yani ne olmak istiyorsam onu oldum Manastır’da, içinde çalışarak kendi üzerimde ve hayatım üzerinde. Sonra oradan çıkınca tabii çok uzun süre alışamadım hayata.

 

YY: Peki, en uzun süre kalan misafirlerinden birisiniz de, şunu da merak ederim, oradaki geçirdiğiniz uzun sürede nasıl bir değişim gözlemlediniz? Yani 2000’li yılların başında farklı bir yapı var orada, 90’ların başında bambaşka bir yapı var…

 

İE: Var, sonuna doğru hakikaten çok hüzünlüydü, boşaldı ve Adnan Bey’i kaybettik, o çok kol kanat geriyordu. Herkes kendine bir yer buldu, bekçiler kaldı, yani çok hüzünlüydü gerçekten, hiç dayanılacak gibi değildi. Bomboş odalar, zaten ısıtılmıyordu, buz gibi oldu, buna rağmen çok direndim. Yani pek iyi duygularla ayrılmadım sonunda.

 

YY: Gerçekten bir yapının tarihi, şimdiye tutunan oradaki insanların yaşadığı tanıklıklar Türkiye tarihine dair ne çok şey söylüyor, hele 80’ler, 90’larda Türkiye ile ilgili…

 

İE: Entelektüel ve sanat hayatı için çok önemli bir dönem olduğunu düşünüyorum.

 

YY: Çok teşekkürler, sayenizde o zamanlara tekrar gittik. Şimdilerde gördüğümüz, keyifle izlediğimiz işlerinizin aslında hikâyesinin orada çok önemli yerlerden, dönemeçlerden geçip oluştuğunu da duymak çok keyifli oldu aslında. Teşekkürler tekrar.

 

İE: Teşekkürler.

 

YY: İnci Eviner ile birlikteydik “Manastır İstanbul Sanat Merkezi’ne Bugünden Bir Bakış”ta. En uzun süre Manastır’ın ağırladığı konuklardan olan ve en son yapıdan çıkan İnci Eviner ile birlikte oradaki zamanlarını tekrar konuştuk. Sizin de edindiğiniz izlenimleriniz, söylemek istedikleriniz, paylaşmak istedikleriniz olursa [email protected] adresine mail atıp bizimle paylaşabilirsiniz notunu da ekleyeyim. Ben Yağmur Yıldırım, Ömer Şahin ile birlikteydik teknik masada, iyi günler.