Nükleerciliğin Sonu mu, Dünyanın Sonu mu? Ütopyacı Düşler, Distopyacı Kâbuslar

-
Aa
+
a
a
a

Beğenelim beğenmeyelim, geleceğimiz konusunda iki zıt uç arasındaki beklentilerin itici gücüne kapılmış gidiyor ve çelişkiler içinde yaşıyoruz. “Altıncı kitlesel yokoluş”un insan türünü kapsayacağı ya da en azından insan toplumunu taşlı – sopalı bir teknolojiye, mağaralar ve ormanlarla kısıtlanmış bir yaşam ortamına döndüreceği konusundaki korkular gittikçe daha akla yatkın hale gelmekte. 

Kaynak: CommonDreams.org (9 Ağustos 2017)

Bu karanlık vizyonun karşısında ise neredeyse ölümsüzlük, süper zeki makineler programlayan süper akıllı varlıklar olacağımızı, herkese bol bol boş zaman, lüks ve güvenlik içinde bir hayatı yaşatacak, genleri biçimlendirecek tasarımcı vaadleri yer alıyor. Böylesine bilimsel bir gelecek gerçekliğinin karanlık bir kurgu olup olmadığı da varsayıma dayalı bir mesele ama, sağkalım perspektifinden bakıldığında bize iyimser bir senaryo sunuyor.

 

Siyasi düzeylerde buna benzer bir dizi kutuplaşma senaryosu manevî düşgücü içinde rağbet kazanıyor, bunlar da felaketleri erek olarak rahatça benimsemekte bir an tereddüt etmeyen ulusal liderler üretiyor. Dünya halkları küresel kapitalizmin talancılık evresi içine hapsolmuş, tıkılıp kalmışken bu liderler demokratik ayrıcalıklarını muhalefeti, akılcılığı ve bilimi susturmak için kullanmaktalar. Bir tarafta, 122 ülke nükleer silahların kullanılmasının yasaklanması konusunda legal olarak taahhütte bulunurlar ve silahların ortadan kaldırılması için benzeri görülmemiş bir başlangıç yaparlarken; öbür tarafta nükleer silahlara sahip dokuz ülke ve onların en yakın müttefikleri bu yasağa karşı çıkıyor, nükleer silah depolarını modernleştirmeyi seçiyor, onunla da kalmayıp bu silahların muhtemel kullanımı için stratejik planlar geliştiriyor, bunlara karşı tedbirler geliştirilmesi için âcil bir arayışa girilmesine yol açıyorlar.

 

John Pilger bize ciddi bir hatırlatmada bulunuyor: Nevile Shute’un, insanlığın nükleer savaş sonrası geleceğini tasvir eden On the Beach adlı kitabının, 1957’de yayımlanmasından 60 yıl sonra bugün daha anlamlı ve geçerli göründüğünü söylüyor. Washington’da ve Pyongyang’da hepimizi müşterek bir felakete doğru sürükleyebilecek blöfler savurarak böğürüp duran liderlerin her ikisi de nükleer silahlarla dahi askerî seçeneklerin üzerine yaslanılabilecek yegâne jeopolitik güvenlik şemsiyesi olduğu yanılsamasıyla hareket etmekte, dünyayı umursamaz bir kayıtsızlık yanılsamasını dengelerini yitirme tehlikesine doğru ilerletirlerlerken, bir yandan da yangına körükle giden bir söylem ve duruş benimseyerek, nükleer uçurumun kenarına ürkütücü şekilde yaklaşmaktalar.

 

Pilger’ın da belirttiği gibi Batı’daki bu sağ kanat popülizmi, savaş çığırtkanlığına da tehlikeli bir eğilim göstermekte. Donald Trump ABD’de her iki partinin Rusya karşıtı histerisi ile sert yaptırımlara kışkırtılıyor; görünürde Putin’in Kremlin’ini köşeye sıkıştırmakta kararlı bir kışkırtıcılık bu: çatışma, hatta savaş seçeneği dışında geriye herhangi bir adım atma imkânı bırakmıyor.

 

Rekor kıran sıcak dalgaları, aşırı hava olayları, bitmek tükenmek bilmeyen kuraklıklar ve gökteki bulutlar kadar sıradan hale gelen orman yangınları hakkındaki haberleri gözümüzü bile kırpmadan okuyup geçiyoruz. Gazetelerde ürkütücü küresel ısınma eğilimleri hakkındaki son araştırmalara tepki olarak iklim bilimcilerin panik düğmesine basmaya hazır olduklarına dair haberler çıkarken, Trump faktörü kömür madenciliğini canlandırıyor ve iklim inkârcılığını siyasi bir erdem olarak gösteriyor.

 

Bu ürkütücü gerçekler birçoğumuzun içindeki umut kıvılcımlarını söndürürken, en uyanık yatırımcıların beklentilerinin barometresi sayılan Amerikan hisse senedi piyasası peşpeşe tavan yapıyor. Aynı dönemde, uzun zamandır ıstırap çekmekte olan ülkelerin halkları için bir dizi kıtlık uyarısı peşpeşe resmiyet kazanıyor: Suriye’de, Yemen’de, Güney Sudan’da, Nijerya’nın kuzeyinde, Gazze’de... Orta Doğu’nun tamamı savaş ve çatışma bölgesi haline dönerken, İran karşıtı savaş çığırtkanlarının bir koalisyonu İran’ı bir seçim yapmaya zorluyor: Nükleer caydırıcılık ile, güdümünü bölgesel jeopolitik yatıştırma vizyonundan aldığı anlaşılan İsrail/ABD büyük askeri stratejisinin azdırdığı mezhep savaşları arasında bir seçim yapmaya.

 

Böylesi kaderci ikilemler karşısında en iyi ayakta kalma becerisi ne olabilir? Çağımızın temel sorusu olabilir bu. Akıl sağlığımızı korumak adına neredeyse hepimizin yüzleşmekten –en azından çoğu zaman– kaçındığı temel soru. Böyle gelmiş böyle gider diye düşünmek; kültürel körlüğün tedavi edici biçimlerine sığınmak; şu an için de olsa, ister özel konutlar ölçeğinde, isterse duvarlarla çevrilmiş ülkeler ölçeğinde olsun, güvenlikli sitelerde yaşamını sürdürebilecek kadar şanslı olanların afyonları...

 

Geçenlerde hayat dolu bir genç kadın bana birçok arkadaşının çocuk yapmamaya karar verdiğini, çünkü geleceğin fırtına bulutlarından ödlerinin koptuğunu, kurtarıcı gökkuşaklarını beklemeyi de reddettiklerini söyledi. Diğer uçta, bugünkü New York Times’ın Uluslararası Edisyonu’nda kapak sayfasında baştan çıkarıcı bir ilan var: 13-14 Kasım tarihlerinde Brüksel’de düzenlenen Uluslararası Lüks Konferansı’na katılmaya çağırılıyoruz: Tema da bayağı aşağılayıcı: “Sırada Ne Var: Çalkantılı Bir Dünyada Lüküs Hayat.” Benim biraz sabırsızca verdiğim ilk tepki şu oldu: “Bundan sonra sırada ne olursa olsun, o, lüks olmayacak ve olmamalı da!” Daha büyük ihtimalle, lükse alışmış olan insanlar mevcut rezidanslarını, Silikon Vadisi milyarderlerinin hemen önümüzde beliren dünya felaketine karşı Yeni Zelanda kırsalında devasa arazilerde inşa ettirdikleri o yeraltı malikânelerine kaydıracaklardır. Ola ki, New York Times konferansı da kıyamet sonrasına özgü bu lüks hayat biçimine odaklanacaktır, kim bilir?

 

 

İngilizce aslından çeviren: Ömer Madra