Kayalıklar Üzerindeki Walden

-
Aa
+
a
a
a

Cesetler sahil boyunca her yere dağılmış. Definler karmaşık zira hiçkimse ölülerin– çoğu açlık ve yoksulluktan kaçan kadınlar ve çocuklar kendilerine vaadedilen bolluk ülkesine ulaşmaya çalışırken bunun yerine girdaplı sularda erken bir son ile karşılaşıyorlar–  isimlerini bilmiyor.  Seyirciler son deniz kazasının geride bıraktığı “kayalıklar üzerinde yumurta kabuğu gibi çatlayan” enkaza hayretle bakarken diğerleri hiçbirşey olmamış gibi işlerine devam ediyorlar.

Yale British Sanat Merkezi, Paul Mellon Koleksiyonu, Bridgeman Images

Kaynak: The NewYork Review of Books (29 Kasım 2017)

Türkçe çeviri için kaynak: Yeşil Gazete (21 Aralık 2017)

“Bu enkazın etrafındaki kalabalığın tam ortasında,” diye yazıyor facianın ardından bir görgü tanığı, “el arabalarıyla fırtınanın karaya taşıdığı yosunları var gücüyle toplayan ve onları genellikle giysi parçalarından ayırmak zorunda kalmalarına rağmen akıntının uzağına taşıyıp götüren adamlar vardı.”

Bu yıkım ve kayıtsızlık sahnesi, en son manşetlerden ya da dünyanın dört bir yanındaki fotoğraflardan çekip çıkarılmış gibi görünüyor, sadece ekranlarımızda ve düşüncemizde şöyle bir beliriveren bir mülteci grubu daha. Aslına bakılırsa, bu olağandışı enkazın kurbanları “Columbus ve Pilgrimlerin yaptıkları gibi Yeni Dünya’ya” yelken açtıkları St John adındaki gemi 1849 Ekimindeki büyük bir fırtına sırasında Cohasset, Massachusetts kıyılarına çarptığında can veren 140 İrlandalı göçmendi. Yukarıda bahsi geçen görgü tanığı ise – ki o olmadan bu olayı hatırlayamayabilirdik – Henry David Thoreau’nun ta kendisiydi.

Bugün Thoreau’yu düşündüğümüzde ilk akla gelen kıyıdaki bu yas hikayesi değil. Bu yılın makaleleri, sergileri, anma pulları ve benzeri haklı olarak iki yüzüncü doğumgünü kutlamak için çeşitli  ve parlak biçimlerdeki doğaya adanmış bir hayata ve kendisinin çığır açan sivil itaatsizlik çağrısına odaklanıyor. Fakat onun Massachusetts kıyısında başından geçen bu az bilinen olay, çok uzun zaman önce tanıklık etse de üzücü biçimde güncel hissi veren felaket de dikkatimizi çekmeye değer. Thoreau zaman boşluğundan bize meydan okuyor ve onu dinlersek iyi etmiş oluruz.

Bugün beni fazlasıyla etkileyen şey, Thoreau’nun St. John’un batması gibi bir felaketle karşılaşan herkesin ortaya atacağı ahlaki ikilemi anlamış ve sınırlarını çizmiş olmasıdır. “Meseleye hiçbir insani ilgisi olmadan” gündelik yaşamlarına devam eden işçileri düşünür: “Kim boğulursa olsun, bu otun değerli bir gübre olduğunu unutmadılar. Bu gemi kazası toplumun yapısında görülür bir sarsılma yaratmamıştı.” Ve oğluyla birlikte “kıyıya vuran yosunu” el arabasıyla çiftlikteki avlusuna götüren yaşlı bir adam için, “o cesetler… akıntının getirdiği, ama ona faydası olmayan başka otlardı.”

Thoreau bu tavrı yargılamaz, belki tuhaf biçimde kendi hissiz tarafsızlığını yansıttığı için. Throeau kendi zihinsel dolambaçlarını ve çelişkilerini ele alırkenki tipik anlatım gücüyle duygusal mesafesinin sebebini açıklar: “Kuytu bir yerde sahile vurmuş bir tane ceset bulmuş olsaydım, beni bütün mezarlardan daha fazla etkilerdi,” ve ekler, “duygudaşlığımızı talep eden bireysel ve özel olandır.”

İnkar edilemez olduğu için daha da rahatsızlık veren bir gözlemdir bu. Yalnızca bu yıl içerisinde, Thoreau’nun ikiyüzüncü doğumgününde, çok sayıda mülteci can vermeye devam ederken Batı’da çoğumuzun o yaşamların biçimleri, kimlikleri, hayalleri ve yüzlerine dair en ufak bir fikri bile yok. Bu yıl Meksika’yı Birleşik Devletler’den ayıran kuru, tehlikeli bir okyanus gibi olan çölü geçmeye çalışırken yaşamlarını yitiren isimsiz ve beklenmedik yüzlerce Meksikalı ve Orta Amerikalı göçmen hakkında kim bir şey biliyor? Ya da Myanmar’daki katliamlardan kaçmaya teşebbüs ederken yakın zamanda Bengal Körfezi tarafından yutulan Rohingya hakkında? Ayrıcalıklı Batı’daki bizler yalnızca son birkaç günde çoğu reşit olmamış yirmialtı Nijeryalı kadın dahil olmak üzere içlerinden yüz tanesi boğulmadan önce tecavüze uğramış olan  Afrika ve Orta Doğu’daki Avrupa’ya sığınma peşinde denizde helak olan neredeyse üç bin göçmenin yaşamına ve ölümüne aynı derecede kayıtsız değil miyiz?

Thoreau’nun uzun uzun düşündüğü İrlandalı cesetler hakkında yazdığı gibi, onlar için de “Cesetleri neden umursayalım ki? Gerçekten de solucanlardan ya da balıklardan başka hiç dostları yok” denilemez mi?

Bugün, ne yazık ki yarın da karşı karşıya kalacağımız gibi, Thoreau’nun ince biçimde formüle ettiği ancak çözmeyi başaramadığı aynı etik ikilemle karşı karşıyayız: Onca ceset birbirine karışıp bulanıklaştığı için öldükleri gerçeğini anlamlı bir biçimde idrak edemezken ne zaman haber ve kıyıdaki, çöldeki ya da bir şehrin kalıntıları altındaki ceset görüntüleri bombardımanına tutulsak tekrar yüzeye çıkan empatideki boşluğa nasıl karşı koyabiliriz?

Psikologların “merhamet çöküşü” adını verdiği durumu önlemenin bir yolu, Thoreau’nun gitmediği yoldan gitmek. Thoreau, o cesetlerin kaderini Doğa’nın işleyişine yorarak o ailelerin vatanlarından kaçmalarına yol açan “toplumun yapısındaki görülür sarsılma”dan sözetmekten kaçındı. O, İrlanda’nın aç bilaç yerleşik halkını göç etmeye iten insan yapımı ve hiç de “Doğa kanunu” sebebiyle olmayan kıtlığa (ne burada ne de eserinin başka bir yerinde) değinmez. O İrlandalı aileleri tehlikeli gemilere binmeye mecbur bırakan patates kıtlığı toplumsal ve ekonomik sıkıntılarla kötüleşmişti: mülk sahiplerinin istismarı; mahsulden ziyade otlaktan yana olan ve çiftçileri dayanıksız bir tür patatese bağlı kılan kiralama süresi; İrlanda’nın kolonyal hükümeti tarafından tam da o adanın halkı açlıktan öldüğü sırada gerçekleştirilen muazzam miktarda yiyecek ihracatı.

Bugün, haberlerde gördüğümüz bütün o uzaklardaki felaketleri her birimiz tamamen yüreğinde hissedemiyorsa eğer, hiç olmazsa bu tür felaketlerin sebeplerini teslim etmeye ve anlamaya çalışabiliriz. Bu daha fazla kıyımın önüne geçmek için gerekli bir adımdır. İç savaşlar, yoksulluk, siyasi baskı, kuraklık ve kirlilik doğa tarafından değil, insan tarafından yapılmaktadır. Hatta, milyonlarca insanı yabancı ülkelerde kurtuluş arayışına iten çatışmaların ve kıtlıkların kaynağı genellikle bizim doğayı tahrip edişimizdir, Thoreau’nun en çok korktuğu talan : “Tanrı’ya şükür insanlar uçamıyor ve yeryüzünü olduğu gibi gökyüzünü de yerle bir edemiyor.” Daha da kötüleşmeye mahkum çaresiz bir arayıştır bu: Uluslararası Göç Örgütü, 2050 yılına kadar insan kaynaklı iklim değişikliğinin yarattığı tahminen 25 milyon ile 1 milyar arasında fazladan mülteci olacağını bildirmektedir.

Thoreau tanıklık ettiği trajik deniz kazasının arkasındaki toplumsal marazlar fırtınasını ağaç, çiçek ve ırmak tasvirlerine  verdiği anlayış ve sabırla analiz edemediyse bile, üzerimize gün be gün saldıran korkuların büyüklüğü ile çaresiz ve bunalmış hissettiğimizde neler yapılması gerektiğine dair bir model sağlamaktadır. Kutsal saydığı yeryüzü bu şekilde saldırıya uğradığı ve yağmalandığı, topluluklar yok edildiği ve sakinlerinin kaçmaya zorlandığı bu zamanlarda, onun “Sivil İtaatsizlik”teki (1849) ya da baskıya karşı barışçıl direnişteki çağrısına uymamızı öğütleyecektir.  Şimdi bize, o zamanlar diğer vatandaşlara söylediği gibi, “dürüst insanların başkaldırması için çok erken değil” diyebilir.

Thoreau söylediğini uyguladı. Çağının iki şeytanı saydığı köleliğe ve Meksika-Amerika savaşına karşı çıkarak (savaşın kölelik bölgesini genişletmek için emperyal bir proje olarak çıktığına inanıyordu), hapse girmeyi tercih ederek vergilerini ödemeyi reddetti. Onu Tolstoy, Gandhi ve Martin Luther King Jr.’a ilham verecek olan “Sivil İtaatsizlik” makalesini yazmaya iten işte bu bakış açısıydı. Martin Luther King Jr. 1963 yılında kaleme aldığı “Birmingham Hapishanesi’nden Mektup”ta Thoreau’yu anımsatacaktı: “Vicdanının ona haksız olduğunu söylediği bir yasayı çiğneyen ve onun adaletsizliği üzerinden toplumun vicdanını harekete geçirmek için hapiste yatmak suretiyle cezasını bile isteye kabul eden bir birey gerçekte yasaya duyduğu en yüksek saygıyı ifade ediyordur.”

Çoğumuzun bu türden zorlayıcı cezalara maruz kalacak ne cesaretinin ne de dayanma gücünün olmadığı doğrudur. Fakat, bu “sessiz bir çaresizlikle dolu yaşamlar” süreceğimiz ve “hala içlerinde duran şarkıyla birlikte mezara gideceğimiz”  anlamına gelmez. Thoreau herkesten şehitlik tecrübesi göstermesini talep etmez. Aksine, doğumundan iki yüzyıl sonra, her birimizin nasıl yaratıcı bir protesto mirası inşa edebileceğimizi önererek okurlarına nazik bir tavsiyede bulunur: “Başlangıcın ne denli küçük göründüğü önemli değildir: bir kere iyi yapılan şey sonsuza dek iyi yapılmıştır.”

Thoreau kendimizi, doğa’nın yaptığı gibi, “her gün tamamıyla” yenileyebileceğimize inanıyordu. Onun sesini yoğun biçimde ve düşünüp taşınarak dinleyecek olursak eğer, belki farklı türden bir topluma katkıda bulunmak için, her birimiz kendi durumuna göre, o küçük yolu keşfetmeye cesaretlendirilebiliriz. Çünkü kumsala yayılan o cesetler ve Thoreau’nun gördüğü deniz – çağımızda edebe aykırı biçimde tekrarlanan bir görünüm – hayalgücümüzün tuvaline derinden bakma cesareti gösterebilirsek eğer, insanlık gemisi kayalıklara yönelirken onu bekleyen müşterek kaderin habercisidir.  Bunlar şimdi harekete geçmemiz, halen içimizde olan şarkıyı söylememiz, iş işten geçmeden bu hasarlı gezegende hepimizi bekleyen enkazın önüne geçmemiz için bir uyarıdır. Üstelik hikayemizi anlatacak Thoreau da kalmadı sahilde.
 

İngilizce aslından çeviren: Özde Çakmak

İngilizce aslını okumak için tıklayın.