Prof.Dr. Necmi Aksoy: "İda, Bir Dünya Mirası. Onu, Olduğu Gibi Korumalıyız."

Botanitopya
-
Aa
+
a
a
a

Kazdağlarının, binlerce yıl öncesinden gelen adıyla İda’nın ağacıyla, çiçeğiyle, kurduyla, kuşuyla; altınla değil, üstünde yaşayan kültür katmanlarıyla nasıl biricik bir “varlık” olduğundan konuşuyoruz. Programa Edinburg’dan telefon bağlantısıyla katılan Düzce Üniversitesi Orman Fakültesi Orman Botaniği Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Necmi Aksoy anlatıyor:

İda: Prof. Dr. Necmi Aksoy'la söyleşi
 

İda: Prof. Dr. Necmi Aksoy'la söyleşi

podcast servisi: iTunes / RSS

Bir orman mühendisi olarak Türkiye’nin birçok bölgesinde arazi çalışması yapmışsınızdır muhakkak ama Kazdağlarının sizin için ayrı bir yeri olduğunu biliyorum. Kazdağları neden değerli, bize anlatır mısınız biraz?

Edinburg Kraliyet Botanik Bahçesi ve Herbaryum’unda Türkiye bitkileri üzerinde çalışıyorum bir süredir, uzaktayım ama son olaylarla gündeme gelen Kazdağlarının aslında çok eskiye dayanan maden sorununa, yaşanan acılara buradan tanıklık etmek daha da zor. Teşekkür ederim, davet ettiğiniz için. Kazdağları yani İda, doğa tarihiyle, kültürüyle, mitolojisiyle yaşayan bir hazine… Geçmişten bugüne katman katman getirdiği kültürel çeşitliliği, etnografik ve mitolojik birikimiyle değerli bir miras.

Kazdağlarına ilk kez 1999’da İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nde çalışırken gitmiştim. İlk yolculuğumdan sonra, hemen hemen her yıl gittiğim dağların, kutsal bir değeri var.  Kazdağlarının kutsallığı ve dünya tarihindeki önemi yalnızca antik döneme dayanmıyor; Antik Yunan öncesine, Ön Hitit kültürüne kadar uzanıyor. Troya (Truva) diye bildiğimiz antik kentin adı eski Hitit kültüründe Wilusa’dır aslında. Troya kazılarında da izine rastlanıyor. Bu kent devleti Luvilerden Hititlere oradan da Antik Yunan’a kutsal olmaya devam etmiş. Wilusa, Hititçe’de “Atların veya atlıların ülkesi” demek. Atların yetiştirildiği yer… İlyada ve Odyssea’da geçen Troya atı hikayesi de bunun uzantısı. Hala Kazdağlarının zirvelerinde yılkı atlarını görebiliriz; özgürce otladıklarını, koştuklarını… 

Altından daha değerli olan da işte kesintisiz bugüne dek uzanan bu kültür katmanları, öyle değil mi?

Evet, öyle… Kazdağlarının vejetasyonunun (bitki örtüsünün) nasıl oluştuğuna baktığımızda ise son buzul çağından sonra Akdeniz’in tuzlu sularının tatlı buzul sularıyla karışarak bir iç deniz oluşturduğunu; Anadolu yarımadasında karşıda Midilli ve Selanik’e kadar uzanan Dinar dağlarının, Rodop dağlarıyla beraber devam eden Alp Himalaya dağ kuşağından kopmuş olduğunu görüyoruz. Dağların paleobotanik yapısı -özellikle Çan’daki kömür yataklarındaki paleobotanik bulgulardan yola çıkarak- bu bölgenin çok eski bitkileri barındırmakta olduğunu görebiliriz. Günümüze doğru, 30.000 yıl öncesine kadar yaklaştığımız zaman ise Akdeniz’in yükselmesiyle Olimpos Dağı’nın kuzeyde Balkanlar ve Rodop dağlarıyla, doğuda Kazdağları ve Uludağ, oradan da Batı ve Doğu Karadeniz’e uzanan bir kuzey dağ silsilesini oluşturduğunu görüyoruz. O yüzden Kazdağlarına çıktığınızda Edremit körfezi tarafında yabani zeytin makilerinden sonra kızılçam ve meşe, kuzeyde Bayramiç’e doğru ise Karadeniz ile bağlantılı olan Kazdağı göknarları, altında da kayın ve kestane ormanları vardır.

Sarıkız zirvesinde, 1700 metrelere çıkınca, Dinar dağlarıyla gelen yüksek dağ bitki örtüsünün uzantısı olarak kalker kayaçlar üzerinde kaya bitkileri, yani alpin bitkileri yetişir. Kuzeye bakan Bayramiç’in karaçamlarının altında da ayı üzümleri vardır. Avrupa’dan gelen yüksek dağ kuşağında,  Uludağ’dan başlayarak bir kısmını Ilgaz’dan Doğu Karadeniz’e uzandığı dağ silsilesinde Avrupa Sibirya florasının bitkilerini görmeye başlıyoruz. Burada bulunan sığla ve meşe fosilleri, 5 ile 10 milyon yıl ötesinde burada çok daha farklı bir iklim olduğunu bize anlatıyor.

Botanik tarihi açısından baktığımızda ise, doğa felsefesinin ve doğa bilimlerinin başlangıcı da yine bu coğrafyada atıldığını söylemek mümkün. Aristo’nun öğrencisi olan Theophrastus botanik biliminin kurucusudur. MÖ 354’den başlayarak 318’e kadar Kazdağlarına yakın coğrafyaya Theophrastos’un birçok gezi gerçekleştirdiğini görüyoruz.

Evet, Assos’a gelmiş, İda’nın bitki türlerini, meşelerini araştırmış…

Theophrastus zaten Assos’un karşısından geliyor; Midilli Erassoslu. Kazdağlarında çok sayıda bitki türünü çalışıyor, topluyor, bunların başında da meşeler var.  Çok sayıda meşe türünü tanımlamış; Türk meşesi, Macar meşesi, mazı meşesi, palamut meşesi gibi… Çünkü o dönemde, meşelerdeki gal maddesi, dericilik ve sepicilikte kullanıldığı için çok değerli. Savaş aletlerinden denizciliğe kadar çok geniş kullanım alanları var. Endüstriyel botaniğin de başlangıcını da Kazdağları oluşturuyor dolayısıyla. Bunu da kendisinin Antik Yunanca yazılmış -ama İngilizceye de çevrilmiş- botanik tarihiyle ilgili iki ciltlik Historia Plantarum adlı eserinde görebiliyoruz. Yalnızca Theophrastus’un değil, Assos felsefe okulundan Thales ve Pitagoras’ın düşünceleriyle Anadolu’daki aydınlanmanın temeli de burada atılıyor; doğa bilimlerinin tarihine bunun da katkıları çok büyük. Doğduğu yer ise Kazdağları…

Troya atının yapıldığı Kazdağı göknarı (Abies nordmanniana ssp. equi-trojani) bu mitolojik ada atfen böyle isimlendirilmiştir. Rahmetli hocam Burhan Aytuğ bize Akdeniz’in yükselmesiyle birlikte Kazdağı göknarının, batıdaki Selanik göknarı doğudaki Uludağ göknarının doğal bir hibriti olduğunu, izole kalan göknar popülasyonunun kendine has bir yapısı olduğunu bize söylerdi. Bizler hala bunun bilimsel ispatını yapmaya çalışıyoruz. İlyada ve Odyssea okuyan herkes, Kazdağının ağaç kültürünü bilir. Kazdağlarının denizcilik için ahşap işçiliği için çok önemli bir yapı, bir zenginlik oluşturduğunu destanlardan biliyoruz. Osmanlı’ya kadar da devam eder. Denizlere hakim olmak isteyen Fatih Sultan Mehmet, atlardan ve ağaç işlerinden anlayan Türkmenleri Orta Asya’dan getirerek buraya özellikle yerleştirir.

Tahtacı deniyormuş değil mi Türkmenlere?

Orta Asya’dan gelen bir kültür burada sanki Troya efsanesinin mitlerini devam ederek Sarıkız ve Babadağı efsanesine, Sabahattin Ali’nin derlemiş olduğu Hasan Boğuldu hikayesi gibi farklı bir yapıya dönüştüğünü görüyoruz. Orada hala yaşayan bir kült var. Eğer Kazdağları neden önemli diyorsanız, yaşayan bütüncül bir yaşayan doğa. Aslında Orta Asya’dan getirilen şaman kültürünün, inancının devamını burada görüyoruz. Oradaki insanlar toprağın, bir ağacın, bir taşın, bir kuşun gitmesinden acı çekerler, Çünkü buna kendileriyle birlikte can bir yoldaş, bir bütünsellik olarak bakıyorlar.  Orada yaşayan insanların acılarına ve hüzünlerine bu gözle bakmak gerekiyor.

Doğanın bir noktada hançerlendiğinde, bütün bu anlattığınız döngünün, bu etkileşimin kesintiye uğraması Kazdağlarının ölmesi anlamına geliyor değil mi? Çünkü İda bütün bileşenleriyle bir canlı? Bütünsel bir varlık…

İşte biz de sohbetimizde bunu anlatmaya çalışıyoruz… Kazdağlarına 1000 çeşit bitki türünün 100’ü endemik bunun 30 tanesi yalnızca Kazdağlarına özgü. Tür isimlerinin sonunda troiannı, troia, ideus gibi kelimelerin geçtiği lokal endemiklerin olduğu bir flora… Bunlara; Kazdağı Göknarı (Abies nordmanniana ssp. equi-trojani), Sarıkız çayı (Sideritis trojana), Safran (Crocus gargaricus ssp. gargaricus), Çiğdem (Colchicum boissieri), Gökbaş (Centaurea odyssei), Kazdağı geveni (Astragalus idea), Kazdağı Kardeleni (Galanthus trojanus) gibi bitkiler örnek verilebilir. Botanik değerinin ötesinde, tarihsel ve felsefi açıdan da son derece önemli; o yüzden bütünüyle korunması gerekiyor. Kazdağları sadece Anadolu’nun yeryüzünün bir mirası…

Son olarak bir konuda daha fikrinizi almak istiyorum. Tekrar ormanlaştırılması adına “herkes bir fidan diksin” çağrıları oluyor. Bu doğru bir yöntem olmasa gerek.  Tekrar yaşayan bir ormana dönmesi için neler yapmak gerekir?

Ağaçlandırma değil, bitkilendirmedir aslında yapılması gereken. Bir yerde bitkilendirme yapacaksak, o bölgenin ağaçlarından genetik kaynakları tohumları olan, o ağaçlardan üretilmiş bitkilerle bunu yapmamız gerekiyor. Diyelim ki tahrip edilen yer makiliklerse o bölgenin makilikleriyle, tahrip edilen yer kızılçam ya da karaçamsa o bölgeden toplanan karaçamlarından toplamam tohumlarla ağaçlandırma gerekiyor. Bu bir süreç. En son gelen orman sisteminden önce değişik “succession” dediğimiz ilerleyen ve gerileyen, bitkilerin doğal bir şekilde yerleşme dönemi vardır. Her yerden getirilen fidanlar da genetik kirliliğe yol açar.

Aynı durum ormanları yanan İzmir için de geçerli değil mi?

Evet, tabii öyle… Biz maki bitkilerini, makilerin biyoçeşitliliğini genellikle görmezden geliyor.  İzmir’e doğru uzanan o hatta zeytin makisinden söz etmek gerekiyor. Çok sayıda küçük boylu ağaç ve bodur çalılıklarla birlikte çok zengin odunsu flora içeriyor; altında da mevsimlik değişen tek yıllık ve soğanlı bitkileriyle birlikte çok zengin. Akdeniz’in gerçek biyoçeşitliliğinin göstergesi bunlar. Monokültürel bir yapı, kızılçama dönüşmüş olan yapılar yangına daha açık. Doğanın gerçek vejetasyonunu anlamadan, monokültürel ağaçlandırmayla, aralardaki doğal yerleşmeyi ve değişimi fark etmeden bitkilendirme yapıyoruz. Bu da ekolojik açıdan yanlış. Aslında vejetasyon dinamiğini, makilerden başlayarak devam eden yapıyı anlamamız ve buna göre bitkilendirme yapmamız gerekiyor. Doğru kavram ağaçlandırma değil, bitkilendirmedir.

Çok teşekkürler katıldığınız ve İda’yı bize anlattığınız için, umarım yeniden bu konuları konuşma ve tartışma fırsatı bulabiliriz.

Kısıtlı bir sürede Kazdağlarını anlatmaya çalıştık, ama İda anlatılmaz yaşanır. Oralı bir sanatçının, eteklerindeki Yenice’de doğmuş olan, Nuri Bilge Ceylan’ın sözleriyle bitirmek gerek. Cannes film festivalinde 2008 yılı en iyi yönetmen ödülünü aldığı sırada söylediği gibi, İda’da “yalnız ve güzel ülkem Türkiye’ye ithaf edilen bir ödül” gibidir.